Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Şunu hep söylüyoruz: İslam Allah’ın kulları için koyduğu nizamdır. Bu nizamı O kullarına öğretmek için Cebrail vasıtası ile ‘Kulu ve Rasulü’ Muhammed’e (sa) vahiy ile bildirmiş, resulünü bizzat kendisi eğitmiş, İslam’ı ona hatasız olarak yaşatmış ve onun yaşayışını da diğer kullarına örnek kılmıştır.
Yani dinin yegâne kaynağı Allah’tır, ama onu biz Hz. Peygamber’in bu örnek uygulaması, yani Sünnet olmadan anlayamayız. Bunun anlamı şudur: Sünnetin kaynak oluşu ikincil ve mecazidir, Kur’an-ı Kerim’den bağımsız değildir. İslam ümmetinin Kur’an-ı Kerim’i bu örneğe bağlı olarak anlama süreci de aynı zamanda onu yaşama sürecidir. O ne kadar yaşanmışsa o kadar anlaşılmıştır. Sünnet olarak yaşandırılmış olmasaydı anlaşılmış da olamazdı. O halde anlama yaşamaktır.
Buna bağlı olarak diyebiliriz ki, Kur’an-ı Kerim’i anlama problemi yoktur, onu yaşama problemi vardır. Bu yaşamaya dayalı anlamadan koptuğunuz zaman Kur’an-ı Kerim’i anlamayı, onu yaşamadan bağımsız bir mesele haline getirmiş olursunuz. Onu hayatınızın dışında bir nesne olarak görür, anlaşılması için adeta laboratuvara sokup anlaşılmaya zorlarsınız. Onun da, fizik varlığı atom altı parçacıklarına kadar keşfeden size açılmak ve anlaşılmak zorunda olduğunu sanırsınız. Pozitif bilimin bize dayattığı anlayış budur. Bu anlayışa göre Kur’an-ı Kerim de bir nesnedir ve ‘en büyük’ olan insana muhtevasını açmak ve anlaşılmak zorundadır.
Batı’nın bilim anlayışından kaynaklanan bu düşünce bizde de sinince yerleşti ve biz de Kur’an-ı Kerim’i anlamak için onların yöntemlerini alıp, bir süre onu bu yöntemlerle anlamaya çalıştık. Hermönetikten, tarihselcilikten medet umduk. İlahiyat akademyası olarak seksenli, doksanlı yıllarımızı buna harcadık. Sonuçta Kur’an-ı Kerim’i bu yolla anlayamayacağımızı anlayanlar esasa döndüler, anlayamayan az sayıda arkadaşımız bu ısrarı sürdürmekte kararlı gözüküyorlar. Ama hamdolsun bu aşama genel hatlarıyla geçildi.
Bu mesele uzun bir mesele. Biz bu yazımızda anlamayla ilgili olarak sadece bazı kavramlar üzerinde durmayı düşünüyoruz. İşte bu kavramlardan birisi Furkan’dır.
Furkan sözlük anlamıyla ‘fark’ kökünden gelir. Fark, yani fark edebilme, ayrığına varma demek. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’in bir adı da Furkan’dır. Gerçekle gerçek olmayanı, hakla batılı ayırdığı için o Allah tarafından bu adla da anılmıştır. Furkan, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’deki bir surenin de adıdır. Demek ki, her bir suresi dahi bir fark ediş sebebidir.
Allah der ki, “ey müminler, eğer Allah’a karşı takvalı olursanız Allah size Furkan verir” (8/29). Demek fark edebilme, önce imana sonra takvaya bağlıdır. Bir başka yerde Allah evliyasını/dostlarını tanıtırken de “onlar iman edip takvalı olanlardır” (10/62-63) der. Demek ki, evliya uçan kaçan değil, iman eden ve takvalı olandır. İman ise, ‘Amentü’de sayılan esaslara inanmaktır ve imanın iman olabilmesi, tahmin, zan ve ihtimal verme düzeyini aşıp, kesin kanaate dönüşmesine bağlıdır. Takva ise sözlük anlamı ile ‘korunma’ demektir. Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edip yaşamak suretiyle kulun kendisini cezadan ve azaptan korumasıdır.
İmdi, Furkan; hem Kur’ân, hem de fark edebilme gücü demekse, bunların kula verilmesi onun imanından sonra takvalı olmasına bağlı olmuş olur. Takva da yaşamaktır. Buna, ne kadar takva, o kadar anlama da diyebiliriz.
Bilgi felsefesi açısından çok anlamlı bulduğum bir sözü burada tekrarlamak istiyorum: “Her bilgi, yeni bir oluş, her oluş yeni bir bilgidir“. Bunu anlamaya uyarlarsak, ‘her takva yeni bir anlama, her anlama da yeni bir takvadır’ diyebiliriz.
Kur’an-ı Kerim için Allah farklı yerlerde: “O bütün insanlar için bir hidayettir”, “Bu Kitap takvalı olanlar için bir hidayettir”, “O muhsinler için bir hidayettir” buyurur. Hidayetin iki anlamı vardır: Bir, doğru yolu gösterme. İki, fiilen doğru yolda kılma. İşte Kur’an-ı Kerim mümin kâfir bütün insanlara doğru olanı göstermesi bakımından herkes için hidayettir.