Kabe’ye Adım Adım Yolculuk

İslam
 Kafamızda mübarek beldeleri tasavvur etmeye çalışırız. Bir gün gelir kutsal topraklara gitmek nasip olduğunda ise tahayyül ettiğimizden çok daha etkileyici bir manzarayla karşılaşırız. Yaşlı ada...
EMOJİLE

 Kafamızda mübarek beldeleri tasavvur etmeye çalışırız. Bir gün gelir kutsal topraklara gitmek nasip olduğunda ise tahayyül ettiğimizden çok daha etkileyici bir manzarayla karşılaşırız.

Yaşlı adam, hayatındaki ilk hac yolculuğu için Fransa’dan Mekke’ye gitmek üzere yola koyulur. Uzun süre tamirde kalan arabasını sürmesi için inatçı ve asi oğlunu da yanına alır. Genç adam bu yola çıkmak istemese de babasına karşı gelemediğinden ona eşlik eder. Bütün yolculuk boyunca oğlunun "Neden uçakla gitmedin?" sorusuna "Daha fazla sevap için" cevabını verir baba. ‘Büyük Yolculuk’ bir baba ve oğulun kutsal topraklara ulaşmada kendileriyle yaptıkları hesaplaşmayı, sıkıntılara göğüs gerebilmenin önemini anlatan güzel bir film. Her sene zamanı değişse de nihaî hedefi değişmeyen hac yolculuğu bu yıl da başladı. Kutsal topraklar milyonlarca Müslüman’ı bağrında misafir etmeye hazırlanıyor. Belki çekilen her sıkıntının sevaba dönüştüğü karayoluyla aylarca süren o seyahatler yok ama yolcular her geçen yıl artıyor.
 
Her sene bıkmadan usanmadan sıranın bir gün bize geleceğini umut ederek hacca kaydımızı yaptırırız. Önceki yıllarda gidemeyişimizi masumane şekilde talep yoğunluğuna bağlarız ama içimizde de neden gidemediğimize dair bir şüphe kalır hep. Vakit gelir kuralar çekilir, sonucu kimimiz internetten öğrenirken yakın olanlarımız çekilişi yerinden izlemeye gider. Kutsal toprakları görebilme heyecanı öyle sarmıştır ki bedenimizi bir an evvel ismimizi ve kafilemizi duymak isteriz. En nihayetinde hac için kabul olunduğumuzu öğreniriz. Sonrası şükür, sevinç gözyaşları, umudun gerçeğe dönüşmesinin tarif edilemez mutluluğu. Ancak komşumuz Ayşe Hanım ile Mehmet Efendi bizim kadar mesut değil, onların yüreği mahzun. Yedi yıldır başvurmalarına rağmen bu sene de nasip olmamış hacca gitmek. Bir yandan sevinirken diğer yandan da onları teselli etmeye çalışıp umutlarını diri tutmaları tesellisinde bulunuyoruz. Zira hac da bir nasip nihayetinde. 69 yaşındaki Türkan Çoruhlu’nun hikâyesi bunu ispatlar nitelikte. O çocukluğundan beri hacca gitmek ister. Bu arzunun gönlünden hiç düşmediğini anlatan Türkan teyze, şartlar müsait olmadığından gençliğinde hacca gidemez. Kutsal topraklara kavuşmak için sekiz defa başvurur ancak son başvurusunda kabul edilir. O, ümidini hiç yitirmediğini, sürekli dua ettiğini anlatırken bu süreçte yaşadığı endişeye değinmeden edemiyor: "Mekke-Medine’yi göremeden ölmekten korkuyordum, şükür ki bu endişem yersizmiş." Onun hikâyesini dinlediğimizde ister istemez aklımıza "İnsan neden hacca gitmek ister?" sorusu takılıveriyor.
 
Öyle bir mekân ki milyonlarca Müslüman oraya akın etmek için can atıyor. Gidenlerin anılarına imrenir biz de bir an önce gitmek için can atarız. Ama haccı hakkıyla yaşayabilmek için öncelikle haccın ne demek olduğuna bakmakta yarar var. Hac kastetme, yönelme mânâsına gelir. Renk, dil, ırk, ülke, kültür, makam, mevki farkı gözetmeksizin aynı amaç ve gayeleri taşıyan milyonlarca Müslüman’ı bir araya getirerek eşitlik ve kardeşliğin çok canlı bir tablosunu oluşturur. Niitekim zenginiyle, fakiriyle, güçlüsüyle, güçsüzüyle bütün hacılar benzer kıyafetler içinde, aynı mahrumiyetleri yaşayarak, aynı güçlüklere katlanarak, aynı şartlarda hareket ederek fiili bir eşitliğin eğitiminden geçer. Trilyonlara hükmeden bir zenginle geçimini zor karşılayan bir fakire aynı kıyafet içinde Arafat’ta beraberce el açtıran Kâbe’nin etrafında yan yana tavaf ettiren hac ibadeti, bizlere makam, mevki, mal mülkle böbürlenmemeyi, İslâm kardeşliği içinde tanışıp kaynaşmayı ve mahşeri unutmamayı öğretir. Bu, Hocaefendi’nin de tabiriyle insanlığın ‘sifir’ noktasıdır. Çünkü herkes burada dünyanın tüm yüklerini omuzundan atıp sadece Allah’a yönelir. Belki de kutsal toprakların bize en büyük armağanıdır ‘sifir’e ulaştırma. Günlük hayatımızda o veya bu sebeple vazgeçemediğimiz ne varsa terk etmemiz kendimizi dahi unutup ona teslim olmamızı ister orası. Kâbe’yi dahi arkamıza alıp Arafat’ta el açtığımızda kendi başımıza bir değerimiz ve gidecek başka yerimiz olmadığına şahit olmaz mıyız zaten? İşte bu duygu belki de normalde yapamayacağımız birçok şeyden feragat etmemizi sağlıyor. Çünkü Rabbimiz öyle emrediyor. Zira defalarca kutsal topraklara gitmiş yazar Mehmed Paksu’nun da tespiti bu yönde: "Zaten ömrümüz boyunca orada olmayı ve o anı beklemiyor muyuz? Kimse bizi zorla götürmüyor, tamamen kendi isteğimizle gerçekleşiyor. Bunun temelinde Rabb’imizin evine gitme O’na ulaşmada bir adım daha atabilme isteği yatıyor." Paksu, aynı şekilde ibadetlerde ruh ve kalbimizin yön gösterdiğine, aklımızın çok fazla rol oynamadığına işaret ediyor. Seven kişi, sevdiğine ait olan her şeyi sever ve özler, Kâbe’ye Allah ‘evim’ dediğine göre O’nun evini özlememiz, ziyaretine can atmamız gayet doğal değil mi?

Kabe’ye adım adım yolculuk

‘Hac’ kelimesini duyduğumuzda heyecanlanır, iştiyak duyar ve kutsal topraklara bir an önce gitmek isteriz. Kafamızda mübarek beldeleri tasavvur etmeye çalışırız. Bir gün gelir kutsal topraklara gitmek nasip olduğunda ise tahayyül ettiğimizden çok daha etkileyici bir manzarayla karşılaşırız.

Yaşlı adam, hayatındaki ilk hac yolculuğu için Fransa’dan Mekke’ye gitmek üzere yola koyulur. Uzun süre tamirde kalan arabasını sürmesi için inatçı ve asi oğlunu da yanına alır. Genç adam bu yola çıkmak istemese de babasına karşı gelemediğinden ona eşlik eder. Bütün yolculuk boyunca oğlunun "Neden uçakla gitmedin?" sorusuna "Daha fazla sevap için" cevabını verir baba. ‘Büyük Yolculuk’ bir baba ve oğulun kutsal topraklara ulaşmada kendileriyle yaptıkları hesaplaşmayı, sıkıntılara göğüs gerebilmenin önemini anlatan güzel bir film. Her sene zamanı değişse de nihaî hedefi değişmeyen hac yolculuğu bu yıl da başladı. Kutsal topraklar milyonlarca Müslüman’ı bağrında misafir etmeye hazırlanıyor. Belki çekilen her sıkıntının sevaba dönüştüğü karayoluyla aylarca süren o seyahatler yok ama yolcular her geçen yıl artıyor.
 
Her sene bıkmadan usanmadan sıranın bir gün bize geleceğini umut ederek hacca kaydımızı yaptırırız. Önceki yıllarda gidemeyişimizi masumane şekilde talep yoğunluğuna bağlarız ama içimizde de neden gidemediğimize dair bir şüphe kalır hep. Vakit gelir kuralar çekilir, sonucu kimimiz internetten öğrenirken yakın olanlarımız çekilişi yerinden izlemeye gider. Kutsal toprakları görebilme heyecanı öyle sarmıştır ki bedenimizi bir an evvel ismimizi ve kafilemizi duymak isteriz. En nihayetinde hac için kabul olunduğumuzu öğreniriz. Sonrası şükür, sevinç gözyaşları, umudun gerçeğe dönüşmesinin tarif edilemez mutluluğu. Ancak komşumuz Ayşe Hanım ile Mehmet Efendi bizim kadar mesut değil, onların yüreği mahzun. Yedi yıldır başvurmalarına rağmen bu sene de nasip olmamış hacca gitmek. Bir yandan sevinirken diğer yandan da onları teselli etmeye çalışıp umutlarını diri tutmaları tesellisinde bulunuyoruz. Zira hac da bir nasip nihayetinde. 69 yaşındaki Türkan Çoruhlu’nun hikâyesi bunu ispatlar nitelikte. O çocukluğundan beri hacca gitmek ister. Bu arzunun gönlünden hiç düşmediğini anlatan Türkan teyze, şartlar müsait olmadığından gençliğinde hacca gidemez. Kutsal topraklara kavuşmak için sekiz defa başvurur ancak son başvurusunda kabul edilir. O, ümidini hiç yitirmediğini, sürekli dua ettiğini anlatırken bu süreçte yaşadığı endişeye değinmeden edemiyor: "Mekke-Medine’yi göremeden ölmekten korkuyordum, şükür ki bu endişem yersizmiş." Onun hikâyesini dinlediğimizde ister istemez aklımıza "İnsan neden hacca gitmek ister?" sorusu takılıveriyor.
 
Öyle bir mekân ki milyonlarca Müslüman oraya akın etmek için can atıyor. Gidenlerin anılarına imrenir biz de bir an önce gitmek için can atarız. Ama haccı hakkıyla yaşayabilmek için öncelikle haccın ne demek olduğuna bakmakta yarar var. Hac kastetme, yönelme mânâsına gelir. Renk, dil, ırk, ülke, kültür, makam, mevki farkı gözetmeksizin aynı amaç ve gayeleri taşıyan milyonlarca Müslüman’ı bir araya getirerek eşitlik ve kardeşliğin çok canlı bir tablosunu oluşturur. Niitekim zenginiyle, fakiriyle, güçlüsüyle, güçsüzüyle bütün hacılar benzer kıyafetler içinde, aynı mahrumiyetleri yaşayarak, aynı güçlüklere katlanarak, aynı şartlarda hareket ederek fiili bir eşitliğin eğitiminden geçer. Trilyonlara hükmeden bir zenginle geçimini zor karşılayan bir fakire aynı kıyafet içinde Arafat’ta beraberce el açtıran Kâbe’nin etrafında yan yana tavaf ettiren hac ibadeti, bizlere makam, mevki, mal mülkle böbürlenmemeyi, İslâm kardeşliği içinde tanışıp kaynaşmayı ve mahşeri unutmamayı öğretir. Bu, Hocaefendi’nin de tabiriyle insanlığın ‘sifir’ noktasıdır. Çünkü herkes burada dünyanın tüm yüklerini omuzundan atıp sadece Allah’a yönelir. Belki de kutsal toprakların bize en büyük armağanıdır ‘sifir’e ulaştırma. Günlük hayatımızda o veya bu sebeple vazgeçemediğimiz ne varsa terk etmemiz kendimizi dahi unutup ona teslim olmamızı ister orası. Kâbe’yi dahi arkamıza alıp Arafat’ta el açtığımızda kendi başımıza bir değerimiz ve gidecek başka yerimiz olmadığına şahit olmaz mıyız zaten? İşte bu duygu belki de normalde yapamayacağımız birçok şeyden feragat etmemizi sağlıyor. Çünkü Rabbimiz öyle emrediyor. Zira defalarca kutsal topraklara gitmiş yazar Mehmed Paksu’nun da tespiti bu yönde: "Zaten ömrümüz boyunca orada olmayı ve o anı beklemiyor muyuz? Kimse bizi zorla götürmüyor, tamamen kendi isteğimizle gerçekleşiyor. Bunun temelinde Rabb’imizin evine gitme O’na ulaşmada bir adım daha atabilme isteği yatıyor." Paksu, aynı şekilde ibadetlerde ruh ve kalbimizin yön gösterdiğine, aklımızın çok fazla rol oynamadığına işaret ediyor. Seven kişi, sevdiğine ait olan her şeyi sever ve özler, Kâbe’ye Allah ‘evim’ dediğine göre O’nun evini özlememiz, ziyaretine can atmamız gayet doğal değil mi

Kabe’ye adım adım yolculuk

‘Hac’ kelimesini duyduğumuzda heyecanlanır, iştiyak duyar ve kutsal topraklara bir an önce gitmek isteriz. Kafamızda mübarek beldeleri tasavvur etmeye çalışırız. Bir gün gelir kutsal topraklara gitmek nasip olduğunda ise tahayyül ettiğimizden çok daha etkileyici bir manzarayla karşılaşırız.

Yaşlı adam, hayatındaki ilk hac yolculuğu için Fransa’dan Mekke’ye gitmek üzere yola koyulur. Uzun süre tamirde kalan arabasını sürmesi için inatçı ve asi oğlunu da yanına alır. Genç adam bu yola çıkmak istemese de babasına karşı gelemediğinden ona eşlik eder. Bütün yolculuk boyunca oğlunun "Neden uçakla gitmedin?" sorusuna "Daha fazla sevap için" cevabını verir baba. ‘Büyük Yolculuk’ bir baba ve oğulun kutsal topraklara ulaşmada kendileriyle yaptıkları hesaplaşmayı, sıkıntılara göğüs gerebilmenin önemini anlatan güzel bir film. Her sene zamanı değişse de nihaî hedefi değişmeyen hac yolculuğu bu yıl da başladı. Kutsal topraklar milyonlarca Müslüman’ı bağrında misafir etmeye hazırlanıyor. Belki çekilen her sıkıntının sevaba dönüştüğü karayoluyla aylarca süren o seyahatler yok ama yolcular her geçen yıl artıyor.
 
Her sene bıkmadan usanmadan sıranın bir gün bize geleceğini umut ederek hacca kaydımızı yaptırırız. Önceki yıllarda gidemeyişimizi masumane şekilde talep yoğunluğuna bağlarız ama içimizde de neden gidemediğimize dair bir şüphe kalır hep. Vakit gelir kuralar çekilir, sonucu kimimiz internetten öğrenirken yakın olanlarımız çekilişi yerinden izlemeye gider. Kutsal toprakları görebilme heyecanı öyle sarmıştır ki bedenimizi bir an evvel ismimizi ve kafilemizi duymak isteriz. En nihayetinde hac için kabul olunduğumuzu öğreniriz. Sonrası şükür, sevinç gözyaşları, umudun gerçeğe dönüşmesinin tarif edilemez mutluluğu. Ancak komşumuz Ayşe Hanım ile Mehmet Efendi bizim kadar mesut değil, onların yüreği mahzun. Yedi yıldır başvurmalarına rağmen bu sene de nasip olmamış hacca gitmek. Bir yandan sevinirken diğer yandan da onları teselli etmeye çalışıp umutlarını diri tutmaları tesellisinde bulunuyoruz. Zira hac da bir nasip nihayetinde. 69 yaşındaki Türkan Çoruhlu’nun hikâyesi bunu ispatlar nitelikte. O çocukluğundan beri hacca gitmek ister. Bu arzunun gönlünden hiç düşmediğini anlatan Türkan teyze, şartlar müsait olmadığından gençliğinde hacca gidemez. Kutsal topraklara kavuşmak için sekiz defa başvurur ancak son başvurusunda kabul edilir. O, ümidini hiç yitirmediğini, sürekli dua ettiğini anlatırken bu süreçte yaşadığı endişeye değinmeden edemiyor: "Mekke-Medine’yi göremeden ölmekten korkuyordum, şükür ki bu endişem yersizmiş." Onun hikâyesini dinlediğimizde ister istemez aklımıza "İnsan neden hacca gitmek ister?" sorusu takılıveriyor.
 
Öyle bir mekân ki milyonlarca Müslüman oraya akın etmek için can atıyor. Gidenlerin anılarına imrenir biz de bir an önce gitmek için can atarız. Ama haccı hakkıyla yaşayabilmek için öncelikle haccın ne demek olduğuna bakmakta yarar var. Hac kastetme, yönelme mânâsına gelir. Renk, dil, ırk, ülke, kültür, makam, mevki farkı gözetmeksizin aynı amaç ve gayeleri taşıyan milyonlarca Müslüman’ı bir araya getirerek eşitlik ve kardeşliğin çok canlı bir tablosunu oluşturur. Niitekim zenginiyle, fakiriyle, güçlüsüyle, güçsüzüyle bütün hacılar benzer kıyafetler içinde, aynı mahrumiyetleri yaşayarak, aynı güçlüklere katlanarak, aynı şartlarda hareket ederek fiili bir eşitliğin eğitiminden geçer. Trilyonlara hükmeden bir zenginle geçimini zor karşılayan bir fakire aynı kıyafet içinde Arafat’ta beraberce el açtıran Kâbe’nin etrafında yan yana tavaf ettiren hac ibadeti, bizlere makam, mevki, mal mülkle böbürlenmemeyi, İslâm kardeşliği içinde tanışıp kaynaşmayı ve mahşeri unutmamayı öğretir. Bu, Hocaefendi’nin de tabiriyle insanlığın ‘sifir’ noktasıdır. Çünkü herkes burada dünyanın tüm yüklerini omuzundan atıp sadece Allah’a yönelir. Belki de kutsal toprakların bize en büyük armağanıdır ‘sifir’e ulaştırma. Günlük hayatımızda o veya bu sebeple vazgeçemediğimiz ne varsa terk etmemiz kendimizi dahi unutup ona teslim olmamızı ister orası. Kâbe’yi dahi arkamıza alıp Arafat’ta el açtığımızda kendi başımıza bir değerimiz ve gidecek başka yerimiz olmadığına şahit olmaz mıyız zaten? İşte bu duygu belki de normalde yapamayacağımız birçok şeyden feragat etmemizi sağlıyor. Çünkü Rabbimiz öyle emrediyor. Zira defalarca kutsal topraklara gitmiş yazar Mehmed Paksu’nun da tespiti bu yönde: "Zaten ömrümüz boyunca orada olmayı ve o anı beklemiyor muyuz? Kimse bizi zorla götürmüyor, tamamen kendi isteğimizle gerçekleşiyor. Bunun temelinde Rabb’imizin evine gitme O’na ulaşmada bir adım daha atabilme isteği yatıyor." Paksu, aynı şekilde ibadetlerde ruh ve kalbimizin yön gösterdiğine, aklımızın çok fazla rol oynamadığına işaret ediyor. Seven kişi, sevdiğine ait olan her şeyi sever ve özler, Kâbe’ye Allah ‘evim’ dediğine göre O’nun evini özlememiz, ziyaretine can atmamız gayet doğal değil mi?

ÖN HAZIRLIK ELZEM

Eve döndüğünde o topraklara gitmeden yolculuğa çıkma heyecanı kaplıyor insanı. Nitekim hacca ruhen ve bedenen çok iyi hazırlanmak gerek. Ruhi hazırlıkların başında ihlâslı olabilmeyi sayabiliriz. Çünkü ihlâssız olarak yapılacak hac, her ne kadar bizi bu yükümlülükten kurtarsa da kendisinden beklenen yararları sağlamama tehlikesini doğuruyor. Paksu, bu noktada önemli bir hususa temas ediyor: "Hacca gitmeye karar veren Müslüman, kesinlikle gösterişten kaçınmalı. Bütün varlığı ile Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmeli." Yani çoğumuzun düşündüğü gibi hacdan döndükten sonra hayatımıza çekidüzen verme anlayışını aslında gitmeden zihnimize oturtmak lazım. Bu sebeple gerekli bilgileri önceden öğrenmekte yarar var. Müftülüklerce düzenlenen hac, sağlık ve yolculukla ilgili her türlü bilgiler ‘Hacı Adayları Eğitim Seminerleri’nde ayrıntılı bir şekilde veriliyor. Kutsal toprakları anlatan kitap, broşür ve benzeri yayınları dikkatle okumak da gerekiyor. Böylece bedenen, ruhen ve ilmen hazırlıklı olarak yola çıkmak mümkün oluyor.

Kutsal beldeleri görmeyi biraz da dinî duygularımızı güçlendirmek ve İslâm’a bağlılığımızı artırmak için istemiyor muyuz? Hac ibadetiyle Yüce Allah’ın lütfettiği sağlık, yetenek, mal, mülk gibi dünyevî nimetlerin şükrünü eda etmiş oluruz. İslâm’ın, çeşitli hikmetlere, dünya ve âhirette elde edilecek faydalara bağlı olarak getirdiği ibâdetler, mal ve beden ile yapılışı bakımından üç gruba ayrılır: Yalnız beden ile yapılanlar (namaz), yalnız mal ile yapılanlar (zekât) ve hem beden, hem de mal ile yapılanlar (hac). Bazı müelliflere göre maddi gelir haccın farz olmasının bir şartıdır, malı yeterli bulunup hac farz olunca kişi bunu malı ile değil, bedeni ile yerine getirir; bu sebeple hac da bedenî bir ibadet olarak geçer.
 
İNSANIN KENDİNE YOLCULUĞU

İslâm dininin doğup yayıldığı, vahyin indiği, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabının bin bir güçlük içinde mücadeleler verdiği kutsal topraklar Hz. Âdem’den (as) beri bazı peygamberlerin uğrak yeri olmuştur. "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke’deki Kâbe’dir. Orada apaçık nişaneler (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur." ayet-i kerimesi haccın tarihinin çok eskiye dayandığını gösterir. Aslında ‘hac ibadeti’ tüm dinlerde yer alır. Bu noktada "Neden bütün dinlerde hac var?" sorusu kafamızı kurcalayabilir. Dinlerde kutsal kabul edilen yapılar diğer yapılardan maddî olarak pek farklı olmamakla beraber mânâ itibariyle bir ayrıcalığa sahip. Zira bütün semavi dinlerde Yaratıcı’nın onuruna ziyaret yolculuğu olması bu farklılığın sebebi. Dolayısıyla tarih boyunca insanlar bazı yerlere çeşitli gerekçelerle kutsallık atfetmiş. İslam’da Mekke (Kâbe), Yahudilikte Kudüs, Hıristiyanlıkta Kudüs ve Roma. Ancak burada önemli bir noktayı da gözden kaçırmamak gerek. Bütün dinlerde haccın Kâbe olduğu notunu düşen yazar Paksu’ya kulak verelim: "İbrahim aleyhisselamdan önceki peygamberler de Kâbe’ye gelmiştir. Hıristiyanların, Yahudilerin değişik yerlerde hac yapmaları daha sonradan kendilerinin uyguladığı bir yöntem. Yoksa bütün semavî dinlerde hac yeri Kâbe’dir. Diğer dinlerin de atasının Hz. İbrahim olması bunun delili."
 
İnsanın ruhunu tamir ettiği, her zerresinden nasiplendiği o kutsal topraklarda hacılar, ‘ihram’ denilen kefene benzer dikişsiz bir elbise ile örtünürler. Aslında bu hareket insanın ölmesini ve dünya ile alâkasını kesmesini temsil eder. ‘Arafat’ mahşer gününün küçük bir numunesi. ‘Müzdelife’ bayram yeri. ‘Şeytan taşlama’ şeytanın hile, desise ve vesveselerine karşı nefret duymanın bir remzi ve tezahürü. ‘Kurban kesme’ ise Allah yolunda canımızı vermeye hazır ve âmâde olduğumuzun göstergesi. Şüphesiz bunlar hac için kelimelerle yapılabilen sınırlı tasvirler. Herkesin kutsal topraklara dair bir anısı var elbette. Araştırmacı yazar Talha Uğurluel’in tebessüm ettiren bir anısını dinleyelim: "Şeytan taşlarken müthiş bir atmosfer olur. Şeytandan ömrü boyunca insanı oyuna getirmesinin intikamı alınır adeta. Taşlar bitince kimileri terlik, cep telefonu dahi atar. Yanımdaki amca bu esnada o kadar hiddetlenmişti ki ‘Taramalı tüfeğim olacaktı ki gösterecektim gününü sana!’ diye bağırıyordu." Kâbe’nin etrafında yaşadığı bir olayı hâlâ unutamayan Mehmed Paksu’nun hatırası ise insanın kendine yolculuğunu gözler önüne seriyor: "Kâbe’nin kenarında bir kadın kendinden geçercesine Arapça dua ediyor. Arapça bildiğimden kadını anlayabiliyordum. O kadar çok şey istiyordu ki kendi duamı bırakıp onunkine âmin demekle yetindim."

Anılar biter ve bir daha hacca gitme hasreti düşer gönlümüze. Tabii artık hayatımızın da farklı olacağını düşünürüz. Çünkü bu ibadet pek çoklarımız için günahlarından arınmak, sırtımızdaki dünyalık yüklerden kurtulmak adına bir milad. Hac ibâdeti bizi manen temizlediği için sadece bunu korumaya çalışma, tekrar günah ile kirlenmekten kaçınmamız söz konusu. Aslında hac öncesi ve sonrası farklı iki hayatımız olmaz. Zira hayatımızı kutsal diyara gitmeden önce de aynı hassasiyetle yaşamaya çalışmak büyük önem arz ediyor. "Hacdan sonra kendimi düzeltirim nasılsa…" anlayışıyla hareket etmek ise bizi gaflet kuyusuna düşürebilir. Ayrıca diğer ibâdetler gibi haccın da makbul olup olmadığını bilmek biz kullar için mümkün değil. Allah kabûl ettiği kulunu sever, sevdiği kulunu korumasına alır ve onda sevgisinin işaretleri görülür. Bunu anlayabilmek de kulun kendini yoklamasıyla gerçekleşebilir. Ama en sağlıklı yöntem, sağlam bir niyet ve hazırlık ile sadece Allah rızasını gözeterek kutsal topraklara gitmek sanırız. Özellikle orada yaşanabilecek her sıkıntıya sabırla karşılık vermek de şüphesiz biz kulların vazifesi Rahmet-i Rahman’a karşı.