İslam’a göre işçi ve işveren hakları

İslam
1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı, dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü. Dünya üzerindeki pek çok ülkede, resmî tatil olarak kabul edilmektedir. Türkiye&rsqu...
EMOJİLE

1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı, dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü. Dünya üzerindeki pek çok ülkede, resmî tatil olarak kabul edilmektedir. Türkiye’de ilk kez 1923′te resmî olarak kutlanmıştır. 2008 Nisan’ında, “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM’de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir.Günümüzde 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramına destek olan bir çok müslüman olduğu bir gerçektir. Çünkü Peygamber Efendimiz, "İşçinin ücretini alın teri kurumadan önce ödeyiniz" demiştir,

İslam’da zenginin de fakirin de, işverenin de, işçinin de yeri var. İslam tam bir adalet, bakın eşitlik demiyorum çünkü eşitlik her zaman adalet olmaz. Güçlü deveyle zayıf deveye 50’şer kilo yük vursan eşitlik olur ama adalet olmaz, zira zayıfa güçlü kadar yük vurulmaz. Herkes eline geçen her şeyi verirse o zaman işçi de bulunmaz, herkes ağa olur “Sen ağa ben inekleri kim sağa?!” derler. Sonra ve böylece dünyanın nizamı bozulur.

Rabbimiz:

“O en alçak (dünya) hayat(ın)da geçim (sebep)lerini aralarında Biz taksim ettik ve bir kısımları, diğer bir kısmı emre âmâde (bir şekilde hizmet eden) bir kimse edinsin diye Biz onların bazısını (zenginlik hususunda) diğer bir kısmın fevkinde farklı derecelere yükselttik” (Zühruf Sûresi:32’den) buyurarak bu hikmete işaret buyuruyor.

Yani kimi kulları kimini çalıştırsın da böylece hayat devam etsin diye herkesi zengin etmediğini bildiriyor. Başka bir ayette de:

“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Al-i İmran 26)

Allahu Teala Müslümanlara zekat ve sadaka müessesi getirip fakirlerin ihtiyacını bu şekilde gidermiştir.

“Sadakalar (zekatlar) -Allah’tan bir farz olarak- yalnızca fakirler düşkünler (zekat) işinde görevli olanlar kalbleri ısındırılacaklar köleler borçlular Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe / 60)

Peygamber Efendimiz işçinin ücretinin vaktinde ödenmesini emretmekte, işçiyi çalıştırıp ta ücretini ödemeyenlerin hasmı olduğunu beyan buyurmaktadır.

Bu hususla ilgili hadis-i şeriflere bakalım: Ebû Hüreyre (r.a.) Nebinin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Allah Teâlâ buyurur ki: Üç kimse vardır ki, Kıyamet günü ben onların hasmıyım. Ben, her kimin hasmı olursam, onu helak ederim. O üç kimse şunlardır:

“1. Bana karşı söz verip, sonra vaadinden dönen, ,
“2. Hür bir kimseyi (köle gibi) satarak parasını yiyen,
“3. Bir işçi çalıştırarak ondan istifade edip de ücretini vermeyen kimsedir.”

İbn Ömer (r.a.) Resûlullah’ın: “İşçinin ücretini alın teri kurumadan önce ödeyiniz.” buyurduğunu rivayet etti.

Bu hadis-i şeriflerde beyan buyrulduğu üzere İslâmiyet alın terine büyük ehemmiyet vermiştir. İslâmiyete göre çalışma hayatında emeğe saygı vardır. Karşılıklı anlayış ve işbirliği vardır. İşveren bir emanetçidir. Mülkün hakiki sahibi Allahu Teâlâ’dır. O patron denilen şahsın gerçek serveti “ameli”dir. Ne kadar zengin olursa olsun mezara sadece bir kefenle gidecektir. İşte onun için çalıştırdığı kişilere imkanları ölçüsünde en iyi ücreti verecek, onu muhtaç duruma düşürmeyecektir. İşçi de o işyeri sanki kendisininmiş gibi çalışacaktır.

Biz Müslümanlar olarak "Merkezinde insan ve insanlık olmayan, refahı topluma yayma amacından uzaklaşmış, sadece ülke ekonomisini büyütmeye kilitlenmiş bir iktisat politikasının uygulandığı, Vergi yükünün en ağır kısmının emekçilerin sırtına yüklendiği, işçilerin yarısına yakınının asgari ücretle çalışmaya mahkûm edildiği, Bir yanda yüksek işsizlik oranları, diğer yanda kadınların ve çocukların ucuz işgücü olarak görülüp sömürüldüğü, Yetersiz tedbirler ve elverişsiz çalışma şartları nedeniyle meydana gelen iş kazalarının her yıl arttığı, bu kazalar nedeniyle binlerce işçinin hayatını kaybettiği veya sakat kaldığı bir memlekette sosyal barış tesis edilemez." diyoruz.

 

İSLAM’A GÖRE İŞÇİ VE İŞVEREN İLİŞKİ VE HAKLARI

Hayreddin Karaman işçi hakları konusunda şunları yazıyor:

İŞÇİ VE İŞVEREN
İslâm’da işçi ile işveren, bir sınıf teşkil edecek ve birinden diğerine geçiş veya ikisini bir anda temsil mümkün olmayacak şekilde birbirinden ayrılmış değildir. Bu ayırım, ancak kapitalist sistemde, büyük iş kollarında, kapital ve teşebbüs sahibi ile çalışanların ayrı olduğu yer ve durumlarda bahis mevzûudur. İslâm’da iş akdi, "icâre"; yâni "kiraya verme" mefhumu içinde ele alınmıştır; işçi, emeğini kiraya verendir. Ayrıca sermaye-emek (mudârebe), toprak-emek (muzâraa, müsâkat) ortaklıklarında da emekten (amel) bahsedilmiştir. Buna göre herkese iş yapan zanaatkârlar, sanâyiciler, doktor, avukat gibi serbest meslek sahipleri bu vasıflarıyla işçidirler (ecir-i müşterek); işlerini yaparken başkalarının emeğinden de istifade ediyor, yani işçi kullanılıyorsa, bu vasıflarıyla da işverendirler? Buna mukabil, yalnız bir şahsa veya müesseseye çalışan kimse sırf işçidir (ecîr-i hâss); ancak bu işçi, emeği karşılığında ücret yerine, üretim ve gelirden pay alıyorsa, işçilik vasfına bir ölçüde işverenlik de katılmaktadır. İşte bu işçi-işveren anlayışı İslâm’da hem sınıf teşekkülü ve çatışmasını önlemiş, hem de işçinin işe sahip çıkarak üretimi arttırmasını, bir gün işveren haline gelme ümidiyle daha verimli olmasını sağlamıştır.

İslâm hukukuna göre iş akdi karşılıklı rızâ ve irade beyanı ile tamam olur. İşin meşrû ve mübah olması, işçinin yapacağı iş ve hizmetin -müddet veya iş ve eser şeklinde- belli olması, alacağı ücretin ve istifade edeceği hakların kesin olarak tayin edilmesi, iş akdinin sıhhat şartlarıdır. Mecelle, madde: 448-457).

Bugün işe ilk girişte genellikle ferdî sözleşme ve akit yapılırken, muayyen müddet geçtikten sonra, işçi ve işveren temsilcileri arasında toplu sözleşme yoluna gidilmektedir? Toplu sözleşmenin İslâm’ca meşrû olabilmesi için, sözleşmeyi yapanlara işçilerin ve işverenin, serbest irade ve rızâlarıyla temsil (vekâlet) selâhiyeti vermiş olmaları, selâhiyet verilmemiş mevzularda ise, tarafların kabul veya red muhayyerliklerinin bulunması gerekir. Tehdit, zorlama ve tazyik altında kalan taraf veya tarafların yaptıkları akit ve sözleşme meşrû ve sahih değildir.

 İŞÇİNİN HAKLARI
Bir başkası namına çalışmak veya hizmet etmek suretiyle onun üretim veya kâr yahut da refah ve huzuruna katkıda bulunan bir kimsenin, bundan dolayı kendisine de bazı menfâatler sağlaması tabiî hakkıdır; ancak, sistemler arasında da tartışılan ve pazarlık konusu yapılan husus, bu hakkın çeşitleri ve miktarıdır. Biz burada işçi haklarını; işten önce, işe girdikten sonra çalışırken ve işten ayrıldıktan sonra olmak üzere üç grup içinde incelemeye çalışacağız:

A) İşe girmeden önce
İnsanın şahsiyetinin gelişmesi, huzur ve mutluluğa ermesi büyük ölçüde, istediği işte, kabiliyetlerini geliştirebileceği sâhada çalışma imkân ve hürriyetine bağlıdır. İslâm, kişinin her hangi bir sosyal kesim veya sınıfa mensub olduğuna bakmaksızın ona, güç ve kabiliyetine uygun her işte çalışma hürriyetini tanımıştır. Hiçbir kimsenin, örf-âdete veya iktidara dayanarak belli bir işe öncelikle veya münhasıran girme imtiyazı yoktur; iş ve çalışmada tam fırsat eşitliği vardır; öncelik hakkı ehliyet ve kabiliyete bağlıdır:

Rasûlullâh (sav) "Emanet zâyi edilince kıyâmeti bekle" buyurmuş, "emânetin zâyi edilmesi nasıl olur?, suâline karşı da "iş ehline değil de, ehli olmayana verilince kıyâmetin kopmasını bekle" cevabını vermişlerdir. (Buhârî)
İslâm’ın "insanlar arasında eşitlik" prensibine yukarıda işaret etmiş, buna delil teşkil eden nassları göstermiştik.
Şüphesiz, çalışma hayatında fırsat eşitliği ve hürriyet -prensiplerin yürüdüğü ülkede- yeterince iş sâhasının varlığına bağlıdır. İstediği işi bulamayan veya ekmek parasını kazanacak işi bulamayan kimsenin iş hürriyetinden bahsedilemez. Bu sebeple İslâm, devlete, herkese iş bulma vazifesini vermemekle beraber, bunun için gerekli tedbirleri almasını ve iş bulamayan kimselerin geçimlerini sağlamasını ondan istemektedir.

B) İş ve çalışma hayatı içinde işçi hakları
İşçi ve işveren serbest iradeleriyle anlaşarak akit yaptıkları andan itibaren iş ve çalışma hayatı başlamıştır. Bu hayat içinde işçinin yaptığı iş ve hizmete karşılık, birtakım maddî ve manevî hakları vardır:

1. Maddî Hakları:
İş esnasında işçinin maddî hakları denilince, bugünkü tatbikata göre akla gelenler ücret, ikramiye ve çeşitli yardımlardır. Bunlar ve benzeri haklar ferdî veya toplu sözleşmelerde pazarlık konusu olduğuna göre, İslâmî açıdan bunların hepsini ücret içinde mütâlâa etmek zarûreti vardır; çünkü ücrete dahil olmayan bir yardım, bir bağış, bir ikramiye vb. pazarlık konusu olamaz.
Şu halde işçinin maddî haklarını "ücret" çerçevesi içinde toplamak gerekecektir. Burada işçinin hakkı olan ücret ile ilgili tafsilâta geçmeden önce üretilen mal ve hizmetlere temel teşkil eden unsurlar ile her bir unsurun üretimden hakkı ve âdil gelir dağılımı üzerine genişçe bir parantez açmamız gerekecektir:
Üretim ve gelir dağılımı:

Bilindiği üzere üretim, işbirliği ve işbölümü ile ve çeşitli unsurların iştiraki ile yapılır. İşte bu müşterek üretimin hâsılasını bölüşmeye inkısam (dağılım) denir. Bölüşülen millî gelirdir; yani muayyen bir devrede milletçe meydana getirilen ve para ile ifâde olunan mal ve hizmet toplamıdır. Millî gelirin paylaşılması "gelir dağılımı" meselelerini ortaya çıkarır; bu meseleler hukukî, ekonomik ve sosyal müesseselerle sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır.
Kapalı ekonomide, aile ekonomisinde ve müşterek mülkiyet rejiminde dağılım meselesi oldukça basittir; burada hak ölçüsü, ihtiyaç ve örf-âdettir. Ferdî mülkiyet rejiminde paylar, üretime iştirak nisbetine göre tayin edilir.
Dağılım, bir yandan da üretim şekline bağlıdır. Emek ve sermayenin müteşebbise ait olduğu basit ve müstakil üretimde gelir de müteşebbise aittir. Ancak, emek ve sermayenin dışarıdan temin edildiği büyük teşebbüslerde, üretilen malların bedelinden emeğe, sermayeye ve sermayeyi temin ederek üretimin yapılmasını üzerine alan müteşebbise ve devlete paylar ayırmak icap etmektedir. Ekonomi kitaplarında emeğin gelirine "ücret" sermayenin gelirine "faiz", toprak sahibinin gelirine "kira" (rant), müteşebbisin muhtemel gelirine de "kâr ve temettu" denilmektedir. Kapitalizmde devletin aldığı pay vergidir. Dirijizm’de devlet ücret, faiz, fiyat ve kâr sınırlarını tesbit ederek gelirlere müdahale eder. Kollektivist rejimlerinde husûsî mülkiyet hakkı bulunmadığından, paylaşma daha basittir; üretimi ve üretime katılanların payını devlet tesbit eder, kâr ve faiz bahis mevzûu değildir.

Sanayileşme, işçi sınıfının teşekkülü ve teşkilâtlanması, halkın devleti idaresine katılması, devletleri, inkısam meseleleriyle meşgul olmaya sevketmiştir. Bir yandan gelir paylarının ekonomik prensiplere göre tesbiti, diğer taraftan adâletin gerçekleşmesi problemleri vardır. Bazı iktisatçılar, üretimde olduğu gibi dağılımda da tabiî kanunlar bulunduğunu ve buna uyulması gerektiğini ileri sürerken, diğerleri gelirin insan iradesiyle daha âdil bir şekilde paylaştırılabileceğini ve bu arada üretime katılamayacak halde olan hasta, yaşlı ve sakatlara millî gelirden yardım edilmesi gerektiğini iddia ederler.
Aslında bu iki iddia âdil ve ekonomik paylaştırma işini tamamen insan aklı ve iradesine bırakmakta birleşmiş oluyor; çünkü dağılımın tabiî kanunlarını bulacak ve değerlendirecek olan da yine insandır.

İslâm, insan aklı, tecrübe ve iradesi yanında bunlara yön veren, hatâ payını asgarîye indiren, tabiî yoldan sapmaları önleyen vahiy rehberine, Kur’ân ve Sünnet’in ışığına tâbîdir. Ona göre, emeğin gelirden payı olan ücret ittifakla meşrûdur, helâldir, işçi ve emekçinin hakkıdır. Ayrıca emek mülkiyetin temel kaynağıdır. Sermayenin payı denilen faiz ittifakla haramdır, gayr-i meşrûdur. Sahibinin emeği devreye girmeden yalnızca toprağının geliri, ziraî ortakçılık yoluyla olursa, müctehidlerin çoğuna göre helâldir ve meşrûdur. Toprağı kiraya vermek sûretiyle olursa, ancak bazı müctehidlere göre meşrûdur. Teşebbüs ile sermaye aynı elde olursa kazanç (kâr, temettu’) meşrû ve helâldir; teşebbüs ile sermaye ayrı ayrı ellerden olursa, sermayenin payı ancak kâr ve zararda ortaklık, teşebbüs ve emeğin payı ise kârda ortaklık şeklinde caiz olabilir. İşte İslâm’ın kendine mahsus bu paylaştırma sistemi içinde hemen bütün üretim unsurlarının meşrû, mâkûl ve âdil payları bulunmaktadır. Bu payların ekonomik ölçülere ve adâlet prensiplerine göre tesbit ve takdiri ise nassların getirdiği sınırlar içinde müslümanlar ve onların meydana getireceği tarafsız kuruluşlarca yapılacak, devlet de bunun yürütülmesinden sorumlu olacaktır.

Diğer rejim ve sistemlerde ya emek devleştirilerek diğer üretim unsurlarını yutmasına, insanın tabîi duygu ve eğilimlerini hiçe saymasına meydan verilmiş, yahut da emeğin hakkına riayet edilmeyerek, emekçiye haksızlık edilerek önce sömürme ve ezmeye, sonra da sınıf çatışmasına, sosyal krizlere, anarşi ve hattâ ihtilâllere yol açmıştır. İslâm ise -yukarıda özetlenen tablo içinde- herkese hakkını vererek, zulmün yollarını tıkayarak, sınıfların teşekkül ve çatışmasını önleyen köklü tedbirleri alarak, işçisi, köylüsü, tüccarı, zanatkârı, idare edeni ve edileni birbirini kardeş bilen, bu duygu içinde çatışma değil, sosyal dayanışma yolunu seçen insanların oluşturduğu bir sosyal dayanışma yolunu seçen insanların oluşturduğu bir sosyal ve ekonomik düzen kurmuştur. Bu düzen içinde herkes gibi emekçi de hakkını alır. İşsiz, yaşlı, hasta ve benzeri ise çalışmadan, ortalama refah ölçüsünde yaşama imkânını bulur. (İçtimâî adâlet ve sigorta mevzûu ileride tekrar ele alınacaktır.)

Ücret:
Gelirden ve üretimden emeğin payı olan ücret üzerinde İslâm’ın ana kaynakları titizlikle durmuş bir yandan ücretin en temiz, en hayırlı kazanç olduğuna işaret ederken, diğer taraftan, işçiye haklarının ve özellikle ücretinin tam ve zamanında ödenmesini teşvik etmiş, bunu teminat altına almıştır:
"…Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir, kendilerine haksızlık yapılmaz." (Ahkâf: 46/19)
"…Ölçü ve tartıyı tam yapın, insanlara vereceğiniz şeyleri eksik vermeyin, düzelttikten sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin; inanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için hayırlıdır." (A’râf: 7/85)
"Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını eksikliğe uğratılmadan veririz." (Hûd: 11/15)
"İnanmış olarak yararlı iş işleyen kimse, haksızlıktan ve hakkının yeneceğinden korkmaz." (Tâhâ: 20/112)
"Doğrusu inanıp yararlı iş işleyenlere; onlara kesintisiz bir ecir vardır." (Fussilet: 41/8)
Eşit işe eşit ücret vermek ne kadar âdil ise, eşit olmayan işe ve emeğe eşit ücret vermek de o kadar haksızlıktır. Adâlet herkese hak ettiğini ve lâyık olduğunu vermektir. Gerek emek ve gerekse değer bakımından her iş ve her hizmet aynı değildir; verimin arttırılması ve teşvik faktörünün varlığı "farklı işe ve emeğe farklı ücret ve karşılık" esasına bağlıdır:
"İşlediklerinden ötürü herkesin bir derecesi vardır…" (Sâffât: 37/39)
"…Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun iş yapanın işini boşa çıkarmam." (Âl-i İmrân: 3/195)
Şu hadîsler, işçi hakları ve özellikle ücret mevzûunda levhalık sözlerdir:
"İşçiye, teri kurumadan ücretini veriniz." (İbn Mâce)
Kudsî hadîs: "Üç kimse kıyamet gününde, karşılarında beni (Allah’ı) bulacaklardır: 1. Benim namıma verip haksızlık eden, 2. Hür bir kimseyi satıp parasını yiyen, 3. Bir işçi tutup çalıştırdıktan sonra ücretini vermeyen." (Buhârî)
Bir başka hadîste Hz. Peygamber (sav) tarihten şu örneği veriyor: "Bir yere gitmekte olan üç kişi, yolda yağmura yakalanıp bir mağaraya sığınıyorlar, yağmurun getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapadığı için içeride mahpus kalıyorlar ve aralarında konuşarak "Allah nezdinde en değerli olması muhtemel amellerini öne sürerek kurtuluş için duâ etmeye" karar veriyorlar. Bunlardan birisi (üçüncüsü) şöyle niyaz ediyor: Ya Rab! Ben üç işçi tutmuş, bunlardan ikisinin ücretini ödemiştim; üçüncüsü ücretini almadan bırakıp gitmişti. Onun hakkını işletip artırdım, birçok malı oldu. Bir müddet sonra bana geldi ve: "Ey Allah’ın kulu, ücretimi ver!" dedi. "Gördüğün deve, sağır, koyun ve hizmetçiler hep senin ücretinden hâsıl oldu" dedim. "Benimle alay etme" diye mukabele etti. "Seninle alay etmiyorum" dedim, bütün malını alıp gitti, hiçbir şey bırakmadı. "Rabbim, bunu sırf senin rızân için yaptıysam, bizi kurtar!" Bunun üzerine mağarayı kapatan kaya yuvarlanıyor ve kurtuluyorlar." (Buhârî)
Bu hadîs işçi hakkını korumanın, -Allah’ın izniyle- mucizeler meydana getirecek kadar büyük bir ibadet olduğunu ifade etmektedir.
Bu nassların ışığı altında ictihad eden İslâm hukukçuları, iş akdi geçerli olmasa dahi, çalışan kimsenin ücretinin zâyi olmayacağını ve emsâl işlerde çalışan kişilerin ücretine hak kazanacağını hükme bağlamışlardır.

Ücretin Miktarı:
İslâmî kaynaklar ücret üzerinde bu kadar titizlik göstermiş, çalışanın hakkını korumayı topluma ve devlete görev olarak vermiş olmakla beraber ücretin miktarı üzerinde durmamıştır ve bunda haklıdır; çünkü, âdil ücretin miktarı işe, zamana, bölgeye, sosyal ve ekonomik şartlara göre değişik olmaktadır.
Batıda ücret ve miktarı üzerine bir takım nazariyeler ortaya atılmıştır. Tabiî ücret nazariyesine göre, emeğin birim fiyatını, emeğin istihsal masrafı tayin eder. Tabiî ücret, işçinin ve ailesinin artmaksızın ve eksilmeksizin yaşaması ve çalışması için zarûrî olan maddeleri temin eden ücrettir ve bu ücret zarurî maddelerin fiyatına bağlıdır. Ücret sermayesi nazariyesine göre vasatî ücret, emeğin arzı ve talebi arasındaki nisbete bağlıdır. Ücret, emeğe tahsis olunan sermayenin işçi adedine bölünmesinden çıkan miktara eşittir. Verim nazariyesine göre ücretin sınırını, işçinin verimi, işçinin teşebbüse temin ettiği fayda belirler; bu da marjinal işçinin temin ettiği faydadır. Marjinal işçi: Teşebbüsün kullanmakta fayda gördüğü işçidir. Sosyalistlere göre, değer emeğe göre tayin olunur ve gelir yalnızca emeğin hakkıdır…
Bütün bu nazariyeler tenkid edilmiş, uzun uzadıya tartışılmış, eksik ve tutarsız yanları tesbit edilmiştir. Bugün ücretin tesbitinde üç düşünce hâkimdir:
a) Ücret emeğin fiyatıdır; emeğin verimine uygun olmalı, emeğin vasfına, miktarına ve verimine göre değişmelidir.
b) Emek de sermaye gibi, üretim unsurlarından biridir; emek sahibine sabit bir ücret vererek onu teşebbüsün dışında tutmak doğru değildir. Teşebbüsün kazancından, emek sahibine de pay ayırmak ve onu kâra ortak etmek gerekir.
c) Ücret emek sahibini yaşatacak bir gelir olmalıdır. Cemiyetin menfâati, işçinin husûsî ve ailevî durumunu gözönüne alarak ücret verilmesini âmirdir. Emeğin miktar ve verimi dışında verilen pay, sosyal düşüncelerden kaynaklanır. Bu düşüncelere, İslâmî açıdan bakılınca, şunları eklemek gerekir:
a) Ücretin emeğe göre olması meselesine yukarıda temas edilmiştir.
b) İslâm, mudârebe, muzâraa, müsakât vb. şirketleri teşvik ederek emeğin istihsal unsuru olarak da değerlendirilmesi ve buna göre gelirden pay alması yolunu açmıştır. Ancak bu, emeğin âdil ücretle değerlendirilmesine de mânî değildir.
c) "Ücret emek sahibini yaşatacak bir gelir olmalıdır" düşüncesini olduğu gibi uygulamak bir takım mahzurlar doğurur: Evvelâ bu, "emeğe göre ücret" prensibine aykırıdır ve ücret adâletini zedeler. Sâniyen, teşebbüslerin ayakta kalması ve verimli olmasına ters düşebilir. Bu sebeple İslâm, işverene, adâletle ve zamanında işçiye ücretini vermesini emretmekle yetinmiş, bu ücret -husûsî durumları bakımından- bazı işçilerin geçimini karşılamıyorsa bunun için, "sosyal adâlet" bahsinde ele alacağımız başka tedbirler getirmiştir.
d) İslâm toplumu, adâleti ayakta tutmakla mükelleftir; devlet de bu mevzûuda toplumu temsil eder. Buna göre İslâm cemiyetinde, işçi ile işveren arasında, her iki tarafın da meşrû menfâatlerini korumak ve adâleti gerçekleştirmek için toplum vardır, devlet vardır, bunun için teşkil edilmiş tarafsız kuruluşlar vardır. Bu kuruluşlar her zaman ve zeminde âdil ücreti tesbit ve hak sahibine ulaşmasını temin ederler.

2. İşçinin Manevî Hakları:
İşçi herşeyden önce bir insandır, insan olmanın getirdiği şeref, haysiyet ve haklara sahiptir, her insan gibi o da ruh ve beden sağlığını korumakla mükelleftir. Bu sebeple işçi haklarını, yalnızca ücret ve onun içine giren diğer maddî haklardan ibaret saymak mümkün değildir.
Allah Teâlâ kullarını bazı vazifelerle mükellef kılarken -iş hayatına da ışık tutan- şu prensipleri koymuştur:
"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler…" (Bakara: 2/286)
"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez." (Bakara: 2/185)
"İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister." (Nisâ: 4/28)
Rasûlullah’ın (sav) aynı mevzûudaki irşadları daha husûsi ve daha açıktır:
"Kimin elinin altında bir kardeşi bulunuyorsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara kaldıramayacakları işleri yüklemesin, eğer yüklerseniz kendilerine yardım ediniz." (Buharî)
Hadîs, işçiyi ve çalışanı işveren ve çalıştıranın kardeşi kılmakta, aralarındaki karşılıklı ilişkinin kardeşçe olmasını istemektedir. Ayrıca yiyecek ve giyecek bakımından, işverenden daha aşağı bir seviyede tutulmaması hedefini göstermektedir.
Yine bir hadîste Rasûlullah (sav):
"Vücudunun sende hakkı vardır, gözünün sende hakkı vardır, eşinin senin üzerinde hakkı vardır, müsafirinin senin üzerinde hakkı vardır" buyurmuşlardır. (Buhârî)
Bu ilâhî tâlimatın ışığında işçinin başta gelen manevî haklarını şöyle sıralamak mümkündür:
a) İşçiyle işveren arasındaki insanî ilişkiler ve beşerî münasebetler kardeşçe olacaktır.
b) İşçinin beden sağlığını korumak için iş ve işyeri şartları iyileştirilecek, mesâi müddeti buna göre tesbit edilecek, dinlendirme, muâyene, gerektiğinde tedâvi gibi bütün tedbirler alınacaktır.
c) İşçinin ruh sağlığını korumak için haftalık, aylık izinler ve inancı istikametinde ibadet fırsatı verilecek, gerekli diğer tedbirler alınacaktır…

C) İşten ayrılan işçinin hakları
İşçinin işten ayrılması, neticeleri ve hükümleri birbirinden farklı sebeplerle olacağı için, bunları ayrı maddelerde ele almak gerekecektir:

1. Akit müddetinin sona ermesi:
İş akdi gün, ay, hafta, yıl, mevsim gibi belli bir zaman veya belli bir iş üzerine yapılmış olursa, zamanın dolması veya işin bitmesiyle iki taraf da serbest olur; işveren, işçinin emeğinden istifade etmiştir, işçi de buna karşı ücretini almıştır.

2. İşten çıkarma:
Müddet ve iş bitmediği, işçide bir kusur bulunmadığı halde işveren, işçiyi işten ayırmak isterse, işçi bir müddet işsiz kalacak ve bundan dolayı zarara uğrayacaktır. İslâm’ın sözleşmelere riâyet ve her türlü zararı önleme prensibi gereği, bu durumda işçinin zararını tazmin bahis mevzûu olacaktır. Verilecek tazminatın takdiri, tarafsız, âdil, ehliyetli bilirkişi heyetince yapılacaktır.
3. Hastalık ve sakatlık dolayısıyla işten ayrılma:
Hastalık ve sakatlık ya işverenin bir kusuru, tedbirsizliği ve hatâsı ile meydana gelir, yahut da bunda işverenin bir dahli olmaz. Birinci halde işveren, sebebiyet verdiği zararı tazmin etmek, hastalık veya sakatlığın durumuna, işçi üzerinde yapacağı tesire göre bir meblağ ödemek mecburiyetindedir. İkinci halde ise, işçiye bakmak -son merci olarak- devletin görevidir.

4. Emeklilik:
İşçi, hasta ve sakat olmadığı halde yaşlanma ve yıpranma sebebiyle verimsiz hale gelebilir ve bu durumu devam edeceğinden işi bırakmak zorunda kalır. Zamanımızda işçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri için emeklilik diye bir sistem getirilmiştir. Ancak bu sistemin İslâmî esaslar bakımından bazı sakat ve aksak tarafları vardır; şöyle ki:
a) Gerek işveren ve gerekse işçi ve esnaftan alınan primlerde, keseneklerde mecburîlik vardır; yani ilgililer bu sisteme girmeye kanunla mecbur edilmişlerdir. Eğer emeklilik bir yardımlaşma müessesesi ise, cebir olamaz; devletin muhtaçlara yardımı ise, sistemin buna göre kurulması, gerekiyorsa vergi alınması ve muhtaçların, ihtiyaçlarına göre maaş almaları gerekir.
b) Prim ve kesenekler, hem zenginden, hem de fakirden (geliri geçimini ancak karşılayan veya kısmen karşılayan dar gelirlilerden) alınmaktadır. Emekli olup bu paralardan maaş alanların içinde ise hem fakir (dar gelirliler) hem de zenginler vardır; dolayısıyla, fakirden alıp zengine vermek gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Dar gelirliden prim ve vergi alınmamalıdır.
c) İşverenden alınan primi ertelenmiş ücret olarak kabul etmek uygun değildir; çünkü ileride kimin ne kadar ücret alacağı belli olmadığı gibi ücretin birbirine karıştığı da bir gerçektir.
d) Devletin katkısı vergilerden oluştuğuna göre, geçimini başka yerden sağlayabilen kimselerin devletten yardım görmeleri caiz değildir.
e) Emeklilik müesseselerinde biriken para ve mallar üzerinde yapılan tasarrufların bir kısmı İslâmî açıdan caiz olmayan tasarruflardır…
Bu durum karşısında emekli olan müslüman için çıkar yol şu olabilir:
a) Karşılıklı rızâ ve anlaşmaya göre belirlenen ücretinden kesilerek ve işverenin de ilâvesiyle biriken parasını -kısmen ayrılırken ve kısmen de üç aylıklar halinde- alır; bu kendi hakkıdır ve helâldir. Bu hakkının tamamını aldıktan sonra iktisadî duruma bakar: Eğer başka bir kaynaktan geçimini temin edemiyorsa emekli maaşını almaya devam eder. Başka bir kaynaktan geçimini sağlayabiliyorsa; meselâ birikmiş parası, serveti, akarı vb. varsa, bu takdirde emekli maaşını almaya devam edemez; çünkü bundan sonra alacağı kendi parası değildir; ya vergilerden biriken veya başkalarından (zengin, fakir işçilerden) cebren kesilen paradır. Yapması gereken şey, bu maaşı alıp fakirlere ve dar gelirlilere vermektir.
İslâm’ın kendi sistemi içinde emeklilik, ya sandığa dahil olanların karşılıklı rızâlarıyla kuracakları bir yardımlaşma ve dayanışma müessesi ile olur, yahut da -bu olmadığı takdirde- zaten bütün vatandaşların, geçimden aciz oldukları zaman ihtiyaçlarını karşılamak devletin vazifesidir; bu mânâda bütün vatandaşlar İslâm devletinin sigortası altındadır.

Timetürk