Hac istenilen şuurla yapılsa tarih değişir

İslam
Engin Dinç’in röportajı Tüm dünyadan insanları biraraya getiren, çok önemli bir ibadet hac. Müslümanlar, bu ibadetle dünyanın dört bir yanında kardeşleri olduğu hissini ediniyor. Böylesine öneml...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Tüm dünyadan insanları biraraya getiren, çok önemli bir ibadet hac. Müslümanlar, bu ibadetle dünyanın dört bir yanında kardeşleri olduğu hissini ediniyor. Böylesine önemli bir ibadetle ilgili ise Türkiye’de yeteri kadar bir bilinç olduğu söylenemez. Daha çok yaşlılık çağı geldikçe, “bir de hac yapayım” düşüncesiyle gerçekleştirilen bir ibadet. Fakat haccın Müslümanlar için önemi bundan çok daha fazla. Haccın Müslümanlar için ne ifade ettiğini, hacda nelere dikkat edilmesi gerektiğini ve hacla ilgili tüm merak edilenleri Dr. Şerafettin Kalay’la konuştuk.

HAC KIYMET VERİLEN MEKANA ULAŞMAK DEMEKTİR

Hac nasıl bir ibadettir, neden farz kılınmıştır? Umreyle farkı nedir?
Bismillahirrahmanirrahim. Biliyorsunuz Beytullah yeryüzünde kurulan ilk ibadetgâhtır. Ta Adem (as)’dan bize kadar geldiğine dair, ilk inşasının onun devrinde olduğuna dair haberler var ve ciddiye alınacak şekilde güçlü. Ancak Kur’an-ı Kerim’de olması hasebiyle biz ilk defa İbrahim (as)’dan itibaren inşasını biliyoruz. Dolayısıyla söz ederken de daha çok İbrahim (as)’ın zamanındaki inşasından başlayarak söz ediyoruz. Ancak Kur’an-ı Kerim’de yeryüzündeki ilk ibadet evinin orası olduğuna dair açık ve net ayet-i kerime var. Ayrıca İbrahim (as), Hacer validemizi bırakıp giderken yine Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği şekilde ‘Ehlimden, ailemden bir kısmını senin beytinin yanında bıraktım, gittim’ ifadesinden anlıyoruz ki İbrahim (as) orada Beytullah’ın olduğunu biliyor. O gün orada olmasa bile, Beytullah’ın varlığını biliyor. Bu da bizi geçmişe doğru götürüyor. Sadece bu kadarla değil, yine Beytullah’ı inşa ederken kazım sırasında inildiği, deve dişleri gibi sıralı temel taşlarına ulaşıldığı bilgisi de bize geliyor. Her halükarda, ister Adem (as) tarafından yapılmış olsun, ister İbrahim (as) inşa etmiş olsun, Cenab-ı Allah’ın orası evidir, kıblegahıdır, müminlerin namaz kılarken yöneldikleri merkezdir. Aynı zamanda İbrahim (as)’ın Cenab-ı Allah’ın emriyle oğlu İsmail’le birlikte dualarla inşa ettikleri ve arkasından da bütün insanları hacca davet ettiği mekandır. Dolayısıyla insanlar, müminler akın akın gelirler, gönüller oraya meylettirilmiştir, duada yer aldığı gibi. Gider orayı tavaf ederler. Dolayısıyla hac ibadeti Allah Rasulü’nden önce kesinlikle vardır, ama bu tarih gerçekten Adem (as)’a kadar uzanıyor mu, doğrusu bu konuyu da Rabbimiz bilir.

Kelime olarak Hac kelimesi ‘kendisine değer verilen, kıymet verilen, manevi değeri olan ve gönülde bu değerin hissedildiği bir mekâna ulaşmak, orayı ziyaret etmek, bu ulaşma ve ziyaret arzusunu tekrar tekrar taşımak’ manasını içerisine alır. Hac kelimesinin içerisinde ziyaret duygusu, varma duygusunu tekrar tekrar yaşamak vardır. Umre kelimesi ise kelime olarak ‘mamur, imar edilmiş’ kelimesinden gelir. O da mamur beldeyi ziyaret manasına gelir. İkisi birbirine yakın olsa da, ikisinin arasında böyle bir mana farklılığı vardır. Ama ibadet olarak Hac ile umre arasında ciddi farklar vardır. Her ne kadar mübarek beldeyi ziyaret şeklinde olsa da. Çünkü haccın belli bir mevsimi vardır, belli bir zaman dilimi vardır. O zaman diliminin içerisinde yapılır. Umrenin ise belli bir zaman dilimi yoktur. Sadece hacla çakıştığı günlerde yapılmaz, onun gayrısında senenin bütününde yapılır.

Hacla çakıştığı derken şunu kastediyorum: İnsanların Arafat’ta olduğu anda, umre yapmak mekruh görülmüştür. Bayramın birinci, ikinci, üçüncü günü umre yoktur. Onun dışında yılın bütün günlerinde umre yapılabilir. Hac ise belli günlere mahsus bir ibadettir. İçerisindeki şiarı, yapılacak olan amelleri umreye göre çok daha fazladır. Umre sadece Beytullah’ı tavaf ile Safa-Merve arasında sa’y edip tıraş olarak ihramdan çıkmayla tamamlanan kısa bir ibadettir. Halbuki haccın Arafat’ı var, Müzdelife’si var, Mina’daki Cemarat taşlamaları ve nüsükleri var. Varıp da ilk tavaftan başlayarak son veda tavafına kadar gelen sürecin bütünü içerisinde yer aldığı bir ibadettir. Tek mevsimde olması hasebiyle dünyadaki bütün insanların da bir anda, aynı günlerde akıp bir ummanın içerisinde, bir vadinin içerisinde buluşması, Beytullah’ın çevresinde tavaf etmesi, pervane olması manasını taşıdığı için çok daha izdihamlı, dolayısıyla çok daha haşmetlidir.

ÜLKEMİZDE 60 YAŞINI AŞMADAN HACCA GİDİLMEZ DİYE BİR ANLAYIŞ VAR

Günümüz Müslümanları, haccın manasını tam olarak kavrayabilmiş değil. Bu anlamda hac Müslümanlar için nasıl bir önem arzediyor? Müslümanlar hacca gittiklerinde nasıl bir ortamla karşılaşıyorlar? Orada nasıl bir halet-i ruhiyede olurlar ya da nasıl olmaları, nasıl düşünmeleri gerekir?
İsterseniz cümleye şöyle başlayalım: Ben bazen Haccı yağmur damlalarına benzetiyorum. Yağmur damlalarının buluşmasına benzetiyorum. Yağmuru bir gözünüze getirin. Gökyüzünden damlalar süzülüyor. Ya bir evin çatısına, ya bir kayanın yamacına, ya bir ağacın dalına, ya bir çiçeğin yaprağına vuruyor, oradan aşağı doğru süzülüyor. Süzüldükten sonra diğer damlalarla buluşuyor. Oradan bir araya gelerek küçücük ırmaklar oluşturuyorlar. Sonra derelere ulaşıyorlar, dereler giderek kollar, dallar buluşarak giderek sesi ve çağıltısı da yükselerek nehirlere ulaşıyor. Nehir artık gümbür gümbür oluyor, daha sonra ummana, denize ulaşıyorlar. Denizin köpüren dalgalarına karışıyorlar. Müthiş bir haşmet, müthiş bir güç kazanıyorlar. O küçücük damlalar, ucu bucağı görünmez bir deniz haline geliyor, beraber kabarıp beraber köpürüyorlar. Beraber coşup beraber sakinleşiyorlar. Hac biraz buna benziyor.

Düşününüz, Türkiye’nin herhangi bir şehrindeki herhangi bir mahallesinin herhangi bir sokağındaki evde bulunan insan o evden süzülüp çıkıyor. Köylerde, kasabalarda bulunan insanlar oralardan süzülüyorlar. Şehirlerde, büyük şehirlerde bulunan insanlar, binlerce insan süzülüp çıkıyor, hepsi aynı istikamete, aynı ummana doğru akıyorlar. Havaalanlarında, eskiden yollarda otobüsler bir araya gelirdi, konvoylar oluşurdu, oralarda buluşurdu. Herkes tek bir merkeze doğru akmaya başlıyordu. Buluşup buluşup bir araya geliyorlar. Sadece ülkemizden değil, aynı şekilde Endonezya’dan, Fas’tan, Tunus’tan, Cezayir’den, Yemen’den, Mısır’dan, Pakistan’dan, Hindistan’dan, şehirlerinden, kasabalarından süzülüp geliyorlar ve Beytullah’ın çevresinde durmadan pervane olan, girdap oluşturan, dönen, çağıldayan, dualar, niyazlar eden bir kalabalık haline geliyorlar. Belki en büyük haşmeti Arafat’ta gerçekleşiyor ki, Allah Rasulü buna ‘El haccü Arafa’ diyor. Çünkü Beytullah’ın tavaf günleri insandan insana fark edebilir, varıştan varışa fark edebilir, fırsat bulmayla fark edebilir; ama insanlar Zilhicce’nin dokuzuncu günü öğle ile ikindi namazını birleştirerek kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar hep birden dünyanın her yerinden gelen insan Arafat’tadır. Arafat’ta gerçek bir umman güzelliğini yaşıyor, birlikte dua ediyor. Bu bulunulan mekân, binlerce enbiyanın gelip geçtiği bir mekandır, binlerce sahabenin gelip geçtiği bir mekandır. Allah Rasulü’nün yüzbinlerce sahabeyle çağıldadığı ve onlara Veda Hutbesi’ni irad ettiği mekândır. Birlikte dua edilen, gözyaşı dökülen, Mevla’ya yönelinen, ellerin semaya açıldığı bir mekândır. Bütün bunları düşünerek insan bilerek oraya gitse, kendisi gibi Habeşistan’ın, Somali’nin, Endonezya’nın, Hindistan’ın köylerinden gelen mümin kardeşi ile buluştuğunu ve aynı Rabbe yönelerek dua ettiğini hissettiği, aynı Beytullah’ın çevresinde pervane olduğunu hissettiği bir mekân olmanın şuuruyla gitse çok şey değişir. Maalesef biz bunu kaybettik, bu duyguyu, bu hasleti, bu inceliği, bu ince ruhu kaybettik. Bu da bize çok şey kaybettiriyor.

Ben tekrar dönüp şöyle diyeyim: Bir yılda milyonlarca insan hacca gidiyor. Bir arada buluşuyor, inanın bunun onda biri istenilen şuuru hissederek bu ibadeti yapsa, bu şuuru taşısa, bu duyguyla yan yana gelse dünyanın tarihi değişir, coğrafyası da değişir. Dünyada yaşanan hadiseler de değişir. Şeytan çalışıyor, batıl zihniyet çalışıyor, el altından ve üstünden her türlü imkânı kullanarak çalışıyor; ruhumuzu, duygularımızı, hassasiyetlerimizi boşaltmaya gayret ediyor. Ön kapıdan giremeyince yan kapıları deniyor, bacaları deniyor, pencereleri deniyor. Bunu şunun için söylüyorum: Ne yazık ki, birçok insanımız sırf adet yerini bulsun diye gidiyor. Ömürde bir defa hacca gitmek gerekiyormuş, ben de gideyim, bak falan komşu, falan dost gitti, bizim akranımız olan falan kimse gitti. Artık sakalını da bıraktı, herkes ona hacı diyor, ben de gideyim artık bana da hacı desinler. Ne yazık ki bu duygularla gidiliyor. Özellikle bizim ülkemizde neredeyse 60 yaşını aşmadan veya yaşlanmadan hacca gidilmez diye bir anlayış gelmiş çöreklenmiştir. O yaştan sonra hacca giden insanın cemiyete ne kadar faydası olur. Faydası olmaz demiyorum veya o yaşlarda hac farz olmuşsa, imkân o zaman bulunmuşsa ona da bir şey söylemek istemiyorum ama haccın yapısına baktığımızda bütünüyle; yoruculuğuyla, gidilen kalınan yerleriyle tek kelimeyle bir genç ibadetidir. Hazzını genç olan, dinç olan insan alır. Yorgun insanın zaten sağlık problemleri vardır, sıkıntıları vardır, acıları, ağrıları vardır, tahammülsüzlükleri vardır.

Bir de biz rahat hayat tarzına alıştık. Bu hayat tarzı içerisinden yorucu bir hayat tarzı içerisine gidiyoruz. Bütün bunları göğüsleyeceksiniz, ibadetten zevk alacaksınız, mümin kardeşlerinizi görmenin şuurunu yaşayacaksınız, gerginlik yaşamayacaksınız, belli bir şuurla orayı görmenin azmiyle, şevkiyle dolu dolu geri geleceksiniz. Bütün bunları yaşlılık yıllarında gerçekleştirmek mümkün değildir. Bize, imanını güzel amellerle dışarıya aksettirecek, cemiyete fayda verecek insan lazımdır. Hac bunu ateşlemenin en güçlü yanlarından bir tanesidir. Biz onu gider de sadece alışkanlık gereği, nitekim namazlarımızda olduğu gibi yaparak gerisin geriye gelirsek, üzerimizde hiçbir tesir bırakmazsa veya biz bu imanın bize kazandırdığı güzelliği dış dünyaya hayırlı amellerle aktarmazsak, caddelerimiz sokaklarımız, iş yerlerimiz ve dış dünyamız güzel amellerle dolmazsa o zaman bizim kalbimizdeki iman meyve vermezse ne işe yarıyor demektir. Ağaçlar bile meyvesiyle hizmet ederler, temizlediği oksijenle hizmet eder; havadan topladığı tozlarla hizmet eder, verdiği güzellikle hizmet eder, gölgesiyle hizmet eder. Biz bütün bunlardan hiçbirini yapmazsak o ağaç ne işe yarar? Hele de çevremize zehir saçıyorsak, başka türlü zararlar da veriyorsak o zaman ne işe yarar. Hac esasen bütün bunların görüldüğü, bu ummanın hissedildiği, ben dünyada yalnız değilmişim, köyümdeki Müslüman Ahmetle, Fatma’yla, kardeşimle yalnız bir dünyada yaşamıyormuşum, benim gibi ülkemizde yaşayan binlerce mümin kardeşim orada dualar ettiğini, ağladığını, Rabbine secde ettiğini gördüm.

Türkiye’den giden olduğu gibi Endonezya’dan gidenin orada secde ettiğini gördüm. Müslüman olmayan ülkeden de gönlünü İslam’a vermiş insanların da akıp geldiğini, orada gözyaşı döktüğünü gördüm. Siyah bir kardeşimiz vardı, orada gözünü Kabe’ye dikmiş, gözyaşı döken, onu görmenin hazzını yaşadım. O benim kardeşimdir, diyebilmenin şuurunu hissetmek çok farklı bir şeydir. Keşke bunu hisseden kardeşlerimiz çoğalsa, o zaman tekrar ediyorum özlemimizin, hasretimizin çoğu diner ve çok şey kazanırız. Ama biz ne yazık ki hala yeterli bilgi almadan, yeterli şuuru hissetmeden o duyguyu gönlümüzde yaşamadan Kabe’ye gidiyor, gerisin geri dönüyoruz. Orayı kara türbe olarak adlandıranlar, o türbenin etrafında döndüm diyen hacılara rastlıyoruz. Oranın ne olduğunu dahi bilmeden gelenlere rastlıyoruz. “Arafat, Arafat dediğiniz yer işte birkaç çadırdan ibaret” gibi sözlerle ifade edenleri görüyoruz. Peygamber Efendimizin huzuruna varıp da, onun bu dünyadan neler yaparak gittiğini hissetmeden gelen insanlarımızı görüyoruz. Basit bir ifadeyle şunu söylemek istiyorum: İslam’a inanan, gönlünü İslam’a veren hatta yaptığının yanlış olduğunu Allah Rasulü’nün veya Rabbimizin yasakladığını bilen insanı hatasından döndürmekte zorluk çekiyoruz. Komşu ne der diyor, eller ne der diyor, yaşadığım iş çevresi buna müsait değil diyor. Biz inanan ve yanlış olduğunu bilen insanı yanlıştan döndürmekte zorluk çekiyorsak, tamamen batıla akan bir nehri Allah Rasulü Hakka çevirmeyi yalnız başına başarmıştır, onu yapanın yanına varıyorsun. Onun merkezi olan mescidinde Allah’a, onun ettiği gibi ibadet ediyor, namaz kılıyorsun. Bu şuuru tazelemeden bir insan buraya geliyorsa geçmişin hatalarını silip de, yeniye gönül berraklığıyla yönelemiyorsa, ciddi bir muhasebeden geçmemiz lazım. Ne yazık ki insanların çok azı bu ibadeti hakkıyla, duygusuyla yaşananları gördükleriyle ve bildikleriyle yoğurarak yerine getiriyor, geri dönebiliyor. İnşallah Mevla sayılarını yükseltir, hac da gerekli verimini verir. Bu konuda söylenecek çok söz var.

KOKU, EN ÇOK İŞLENEN İHRAM HATASIDIR

Hacda uyulması gereken birtakım kurallar var. Yapılması gereken birtakım farzlar, yasaklar var. Fıkhi anlamda biraz bilgi verir misiniz?
Hac ile ilgili tam anlamıyla anlatan bir kitap yazılsa, yaklaşık bin sayfalık bir kitap oluşturacak bir bilgi birikimi vardır, bunu bilesiniz. Evvela Hac üç çeşittir. Üç çeşit hac vardır. Yapılış itibariyle üç çeşit hac vardır. Bunlardan birincisi Hacc-ı İfrat’tır. Bir hac mevsiminde sadece hac yapmanın adıdır. Yani niyet edersiniz hacca, gider haccınızı yapar dönersiniz. Bu hacc-ı ifrattır. Dolayısıyla bunda kurban kesmek üzerimize vacip değildir. Bu zenginlikle, fakirlikle ilgili de değildir. Dileyen şu söyleyeceğim üç hac grubundan dilediğini seçer.

İkincisi Hacc-ı Temettü’dür. Aynı hac mevsiminde… hac mevsimi deyince şöyledir: Ramazan ayı biter, şevval ayı başlar. Şevval ayı hac mevsiminin birinci ayıdır. Sonra Zilkade ayı ikinci ayıdır. Zilhicce’nin ilk on günü de yine hac mevsimidir. Yani hac mevsimi Ramazan bayramıyla başlar, Kurban bayramıyla biter. Bayramdan bayrama 2 ay 10 günlük bir süredir. Bu zaman diliminin içerisine bir insan buradan giderken umreye niyet eder, varır umresini bitirir. Sonra Arafat’a çıkmadan bir gün evvel, yevm-i tevriye denilir, o gün hacca niyet ederek ihramını giyer, haccını yapar. Aynı mevsimde farklı ihramlarda umre ile haccı birleştirdiği için buna hacc-ı temettü denmiştir. Temetta kelimesi, lezzet aldı, haz aldı demektir. İki ibadeti birleştirmenin hazzı yaşandığı için bu isim verilmiştir. Kur’an-ı Kerim’den alınma bir isimdir. Ayette ‘temetta’ kelimesi geçtiği için o ismi almıştır. Bu ibadeti aynı mevsimde birleştiren insan bunun şükranesi olarak kurban keser. Bu kurban vaciptir.

Üçüncüsü Hacc-ı Kıran’dır. Daha buradan giderken mikad sınırlarını geçmeden hacca ve umreye, ikisine birden niyet ediyorsunuz. Birlikte ihrama giriyorsunuz. Varıyorsunuz, önce umrenizi yapıyorsunuz. Bitirdikten sonra ihramdan çıkmıyorsunuz. O ihramla bir de haccınızı yapıyorsunuz. Bir ihram içerisinde iki ibadet bir arada yapıldığı için buna da hacc-ı kıran deniliyor. Hacc-ı kıran, birbirine yakınlaştırmak ifadesidir. Bunda da aynı mevsimde iki ibadet yapıldığı için yine kurban vaciptir. Bunlardan dilediğinizi yapabilirsiniz. Hacc-ı kıran ve hacc-ı temettü yapanın üzerine kurban vaciptir, hacc-ı ifrat yapana kurban vacip değildir. Kurban yoktur ifadesi yanlıştır, dilerse keser. Kardeşlerimiz kendi durumlarına uygun olanı seçmeliler. İlk önce bununla mükellefiz.

Sonra ihram kelimesini de yanlış anlıyoruz, onu da belki üzerinde durmakta fayda var. İhram, daha önce yasak olmayan bazı fiillerin kişinin niyeti ile üzerine yasak olması haline denilir. İhram şu zannediliyor: Erkeklerin üzerine giydiği o beyaz havlular, peştemallar zannediliyor. Onun alt tarafına izar, üst tarafına rida denilir. O ihram değildir, ihram yasağa uymak için giyilen kıyafettir. Çünkü aynı şeyi hamamda giyseniz ihram denmiyor. Kadınlar onu giymiyorlar, kadınlar ihrama girmiyorlar mı? İhram, belli hürmet ve yasaklar çerçevesi içerisine girişin adıdır. Bunu şöyle diyelim: Namazda da biz böyle bir çerçeveye giriyoruz. Allahu Ekber diyoruz, ellerimizi bağlıyoruz, artık konuşmuyoruz, gülüp oynamıyoruz, yiyip içmiyoruz. Namaza ait bir hürmetler, yasaklar çerçevesinin içerisine giriyoruz. Her ibadetin yasağı ve hürmeti kendine göredir. Bu yasak olsun diye değildir, ibadetin ruhuna uygun olsun diyedir. Bunda da niyet edip telbiye getirince yasaklar çerçevesinin içerisine gireriz. Bu durumdayken iş yapabiliriz. Bu durumdayken yükümüzü taşıyabiliriz, gülüp konuşabiliriz, bu durumdayken yemek yiyebiliriz. Ama ne yapamayız? Tırnaklarımızı kesemeyiz, güzel kokular sürünemeyiz, erkekler dikişli, şekillendirilmiş elbiseler giyemezler. Bu ibadetin ruhuna bu uygun, bu mahşerin canlandırılışıdır, insanların bir araya akışıdır. Farklı bir ibadet ruhu gönüllere vermek içindir, yapısı da ona uygundur. Kendiliğinden büyüyen otları koparmamız doğru değildir. Bu haldeyken ava gidemeyiz, avlanamayız. Yani kara avı yasaktır.

Bunun gibi yasak çerçeveleri vardır. Ama mesela pratik hayatın içerisinde kardeşlerimize hangi konularda ikaz etmek istersiniz bu yasaklardan diye sorsanız hemen kokuyu söylemek isterim. Çünkü koku, en çok işlenen ihram hatasıdır. Günümüzde içerisinde esans taşıyan madde çoğaldı. Deterjanlarda bu madde var, şampuanlarda bu madde var, el sabunlarında var. En çok unutulan ve en çok işlenilen hata budur. Mesela tırnağınızı kesiyor olsanız birisi sizi ikaz eder. Saç tararken saç kopmuşsa bu saçların beş tanesi bir hurma tanesiyle hesap edilir. Bir insan tıraş olursa o ayrı, onu kolay kolay unutmaz. Ama tıraş olurken kullandığınız sabun veya kullandığınız şeyler içerisinde esans taşırlar. En çok hacıların işlediği hata koku yönünden işlediği hatadır. Özellikle kokulu sabunlardır. Ama ihram yasakları dünyevi kaygıları unutma, belli bir mahşerin içerisine akarak gitme ruhuna uygun bir yasaklar çerçevesine giriştir. Kardeşlerim de bu konularda dikkatli olmalıdırlar.

HACCA GİTMEDEN EVVEL NE YAPACAKLARI İLE İLGİLİ BİR OKUMA YAPILMALI

Hacca giden Müslümanlar Mekke ve Medine’de kutsal mekanları ziyaret ediyorlar. Buraları ziyaret eden insanlarımıza neler tavsiye edersiniz?
Bir kere okumayı unuttuk artık. Gözlerimiz ekranda, zamanımız çalınıyor, ömrümüzün bereketi kayboluyor. Kardeşlerimiz okumalılar. Okumayı unutunca hazmetmeyi unutmuş mideler gibi artık okumayı istemiyor. İsyan ediyor, elindeki kitabı bırak diyor, okuyunca ne olacak diyor. Ben okuyorum, okurken kafam ağrıyor. Ağrır çünkü okumaya alışmamış, bu ruhu kaybetmiş. Yeniden millet olarak bu alışkanlığı kazanmalıyız. Dış dünyada okuduğu şeyler beş para etmeyen, boş olan insanlar bile okuma kabiliyetleri ve ifade güçlerini yükseltmek için okuyorlar. Sıradan işçi bir kadının tramvayda giderken çantasından kitap çıkararak okuduğunu görüyoruz. Bu kadının kesinlikle uyurken masasının başında da, yatağının yanında da kitabı vardır, okuyordur. Bu kültürüne tesir ediyor, yürüyüşüne tesir ediyor, hadiseler karşısında tavrına tesir ediyor. Hadiseleri değerlendiriş için ufkuna tesir ediyor. Bunu şunun için söylüyorum: Hacıların gitmeden evvel gittikleri yerde ne yapacakları ile ilgili bir okuma yapmalılar.

Cebel-i Sevr’in önüne varacaklar, orada ne yaşandı bir okusunlar. Arafat’ta ne yaşandı, okusunlar. Hira’da ne yaşandı okusunlar. Bu mukaddes yerde neler yaşandı, bunu okusunlar. Oraya varınca mekan duygusuyla okuduklarını bir araya getirsinler, öyle okusunlar. Okuyan insanın, gördüğü yerle ilgili iştiyakı artar, bilgisi arttığı için bir başkasından daha farklı olarak o hadiseye bakar. İnsanlar kelime hazineleri ve kabiliyetleriyle düşünürler. Şöyle diyeyim: Ben senin köyünü bilmiyorum, senin köyüne gitsek senin köyüne bakış açın, köyündeki derelere, ağaçlara, pınarlara, herhangi bir oraya mahsus bitkiye bakış açın farklıdır, benimki farklıdır. Köyde her zaman durup da bunları yüz yüze gelen insanınki de farklıdır. Dolayısıyla insan hassas olduğu ön bilgisinin olduğu, hasletini duyduğu, sevgisini duyduğu şeylere karşı daha fazla bakar. Ben Karadenizliyim. Akdenizli bizim bölgeye ait bir derenin içerisinde bir ağaç gördüğünde kırk yıllık bir hemşehrimi görmüş gibi oldum. Niye, nadirattan. Oralarda görülmüyordu, demek ki o dere boyu ona uygundu, o derede yetişmişti. İnsan bunu hissediyor. Bilen insanlar da oraya bilgisiyle gördüğünü yan yana getirince diğerlerinden farklı bakar, farklı değerlendirir ve şuur gelişimine katkı sağlar. Oraya varınca ayrıca biz insanımız daima şuna meyilli: Yatacağımız yer keyifli mi? Otobüse bineceğiz, en erken biz bineceğiz, otobüsten en erken biz ineceğiz. Binaya önce biz yerleşeceğiz, bütün bu kaygılarla yarışmakta ve kendi menfaatimizi hesap ediyoruz ama gönlümüzü dolduracak şeylerin hesabını çok fazla yapmıyoruz. Biz oraya dost kazanmaya gidiyoruz. Biz oraya ecir kazanmaya gidiyoruz, biz oraya Cenab-ı Allah’ın üzerimize farz kıldığı bir ibadeti ki, belki ömrümüzde bir kere yapabileceğiz, gerçekleştirmeye gidiyoruz. Bunun şuurunda olmalı, hazzını duymalı, hakkını vererek gelmeli ve hacdan dönerken hem sevap hanemiz dolu olmalı hem dostlarımız çoğalmalı. Bunun için adım atsınlar, bunun için gayret etsinler. Amel etsinler, yaşasınlar ve güzel dönsünler.

KURBAN FITRATEN BUNA UYGUN YARATILMIŞTIR

Kurban kesmeye nasıl bir anlam yükleniyor? Ayrıca kurban kesmek Türkiye’de özellikle basın tarafından çok istismar edilen bir konu. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Şöyle diyelim isterseniz: Kurban Cenab-ı Allah’ın yarattığı var ettiği, gökten yağmurlar yağdırıp, yerden otlar büyüttüğü, kendisini yaratarak beslediği ve büyüttüğü kurban olmaya uygun olan bir hayvanı Allah rızası için kesmenin adıdır. Fıtraten de hayvan buna uygun yaratılmıştır. Nitekim İbrahim (as)’la, İsmail (as) birisi kendi canını, birisi de canından çok sevdiği oğlunu kurban etmeye harekete geçiyor, niyet ediyor, kast ediyor ve fiile döküyor. Bu en zor olan hadisedir. Cenab-ı Allah insan fıtratının, insanın kurban olmaya uygun olmadığını, kurban olmaya uygun olanın bu hayvan olduğunu, koçu göndererek bildiriyor. O hayvan fıtraten uygun. O hayvan kesileceğini bilmiyor, kesileceğini bilse hiçbir deveyi, hiçbir öküzü, hiçbir hayvanı kurban kesildiği yere götüremezsiniz. O direnç göstermesi de yeri yabancıladığı içindir. Yoksa asla her şeyini ortaya koy, bu sefer gitmez, gücü de insanın gücünden çok daha fazladır.

Hayvanı yatırdınız, eğer bıçağınız keskin ise ve ilk anda hamlelerde biliyorsunuz elimizi keserken de kesmeyi hissetmeyiz. İlk hamlelerde beyne iki damarı, şah damarına ulaşmayı başarırsanız beyinden kan çekilir. Dolayısıyla hayvan acıyı hissetmez. İliğe müdahale ayrı bir hatadır, bu doğru bir davranış değildir. Erken ölmek acıyı azaltıyor manasına değildir. Yani beyne kan gitmediği andan itibaren zaten o hayvancağız o acıyı hissetmiyor. Yapısı da buna uygundur.

Bunun daha acısı her gün Afrika çöllerinde yaşanıyor, sahralarında yaşanıyor. Aslanlar nice ceylanları yakalıyorlar, mandaları, filleri yakalıyorlar. Denizlerde her gün binlerce balık yakalanıyor, belki milyonlarca kere yaşanıyor. Şimdi bütün bunlara acımayan ama Cenab-ı Allah için besmele çekilerek kurban niyetine ve Allah rızası kaydıyla kesilen ‘Namazım da bütün ibadetlerim de Allah içindir’ duygusunu taşıyarak kesilene acıyor. Kurban et yüzü görmeyen insanlara da dağıtarak, insanların da istifadesine sunmanın adıdır. Bu yerli yerinde bir ibadettir ve Allah için cana kıymak kolay bir şey değildir. En çok acı veren ve aynı zamanda en çok istifade sağlayan ibadettir. Bunun elbette ki manası vardır, elbette ki onun manasında et bekleyen, kurban ayını bekleyen nice fakir vardır. Onlara da böyle bir eti ve böyle bir gıdayı ulaştırmanın alt yapısını hazırlayan farklı bir ibadet türüdür.

HAC MÜMİNİ DAHA DA BİR ŞUURLANDIRMALI

Haccı tamamlayıp gelen bir mümin bundan sonraki hayatında nelere dikkat etmeli?
Haccını tamamlayıp gelen bir müminin sadece önceki hayatından daha dikkatli olmalı, hac onu daha geliştirmeli, daha şuurlandırmalı ve bir hamle yukarı çıkarmalıdır. Yapması gereken ve sakınması gereken şeyler önceden de yapması ve sakınması gereken şeylerdir. Hızını çoğaltmalı, azmini çoğaltmalı, yeniden roketlenmelidir. Roket atılır bir yörüngeye oturur, belli bir yörüngede dönerken bir ateşleme daha yaşanılır ve oradan başka bir hedefe gider. Bu ikinci ateşleme görevi görmelidir. Yoksa hacca gitmeyen insan şunu yapacak şunu yapmayacak diye bir şey yoktur. Hacca giden insanın kenara çekilmesi, insanlarımızın ifade ettiği gibi ticari hayata karışmaması, cemiyetten geri çekilmesi gibi bir hatadır. Ben seni cemiyetten geri çekildikten sonra ne edeyim. Cemiyetin içerisinde cemiyetin varlığıyla mecrasında yürüyen bir insanın terazi tutuşu, ticari anlayışı, helal harama riayeti, Allah korkusu taşıması bana lazım. Seksen yaşına gelmişsin, evine kapanmışsın… Birisi ifade ediyor annesiyle ilgili olarak: ‘Annem seksen iki yaşında hacca gitti, döndüğünde haccı kendisinden başka kimseye yaramayacak herhalde’ diyordu. Böyle değil, herkese yarayacak bir hac olmasını arzu ediyoruz. Bunun için de cemiyet hayatına karışmalı ama Allah korkusunu daha derinden hissetmeli, cemiyette de bunu paylaşmalı, bu ruhu örnek olarak taşımalı, kuru söz söyleyerek değil. İnsanın yaptığı, yaşadığı ve amel ettiği şeyin tesiri söylediğinden çok daha fazladır. Bunu gerçekleştirmeli, güzel bir örnek olmalı, dikkatli bir örnek olmalı. Yaptığı şeyin güzelliğini de başkalarına hissettirmelidir.

EFENDİMİZ VEDA HUTBESİ’NDE CAHİLİYE ADETLERİNİ AYAKLARININ ALTINA ALDI

Peygamber Efendimiz Veda Hutbesi’ni hacda verdi. Çok önemli mesajlar verdi. Veda Hutbesi’ni dikkate aldığımızda, hac bu anlamda Müslümanlara ya da İslam dünyasına ne mesajlar verir?
Esasen Arafat iki şeyin mekanıdır. Birincisi duadır. Mevlana yönelip dua etmenin mekanıdır. İkincisi belli bir şuuru, duyguyu, bilgiyi paylaşma mekanıdır. Dolayısıyla orada ilim ehli olan insanlar, gerçekten insanları yönlendirici, onları şuurlandırıcı, azmini artırıcı konuşmalar yapmalıdırlar, haddini geçmemek şartıyla. Bu Allah Rasulü’nün sünnetidir. Çünkü Veda Hutbesi’nin büyük bir kısmı oradadır. Veda Hutbesi denmesinin veya Veda Haccı denmesinin birçok sebebi var. Birincisi Allah Rasulü bir daha hac edememiştir. Biliyorsunuz sekizinci yıl Mekke fethedilmiştir, peşinden Ebu Bekir gönderilmiştir. Arkasından hacca da Allah Rasulü hazırlıkları yaparak 100 bin sahabeyle gelmiştir. Bir daha da hacca gelememiştir, günleri sayılıdır. İkincisi, konuşmasındaki üslubudur. ‘Bir daha sizinle bu vadide bir araya gelecek miyim, bilemiyorum.’ diyor. Bu bir daha gelmememin ön işaretleridir, habercisidir. Nitekim üslubu da öyle. Ey insanlar, ey ashabım şeklinde hem bütün insanlığa seslenişi, hem zaman zaman orada bulunan ashabını vurgulayışı, duyanların duymayanlara haber vermesi ve tavsiye etmesi, tebliğ ettim mi vurgusu, arkasından ilanı ve haykırışı bütün bunların habercisiydi. Bütün bunlara ‘bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için din-i mübin-i İslam’ı seçtim’ ayeti nazil olunca, Ebu Bekir de Allah Rasulü’nün görevini tamamladığını hissedince gerçekten veda manasına da gönlünde duyunca gözyaşını tutamamıştı. Ama Allah Rasulü dikkat ederseniz sadece orada ashaba hitap etmiyor, ashabın duyduklarını ulaştırmasını, hatta tarih sonrasına ulaştırmasını istiyor. Bunun bir merkezidir aynı zamanda hac. Bu imkanın var olduğu bir yerdir. Keşke böyle bir imkanla bütün ümmeti duyuracak, besleyecek, şuurlandıracak bir mesaj ümmete bütün dünyadan damlalar gibi birleşerek sel olup akıp gelen insanlara ulaştırılabilse, insanlar da ülkelerine bu duygu ve bu şuurla dönebilselerdi. Bunu arzu ederdik, o makam bunun makamıdır.

Efendimiz orada bütün cahiliye adetlerini ayağının altına aldığını ilan ediyor, biz hala cahiliye adetleriyle iç içe yaşamak gafletini gösteriyoruz. Üstelik üç tanesini dillendiriyor. Birincisi kan davasıdır. İnsanın can emniyetidir. Ülkemizde anarşi yıllarında ne sıkıntılar yaşadığımızı biliyoruz. Bugün başkalarının emelleri, açık ifadeyle söyleyeyim, İsrail’in, Amerika’nın ve kör dünyanın emelleri uğruna bizim insanımız doğuda birbirini öldürüyor. Doğuda bir Kürt ölünce İsrail için kârdır. Amerika için kârdır. Kim ölürse ölsün… Ama arada bir Mossad ajanı ölürse, Ermenistan’dan gelen biri ölürse zararı odur. İnsanımız birbirini kırıyor, kimin uğruna? İblis’in uğruna, İblis’in uşaklarının uğruna. Doğudaki insanı düşünün, Filistin’deki, Irak’taki insanı düşünün. Yarınından, bugününden emin değil, ne olacağını bilemiyor, ona göre yatırım yapamıyor. Geleceğe yönelik ciddi hayaller kuramıyor. İnsanların hayali ölüyor. Biz hala ders almadık galiba.

Arkasından dile getirdiği faiz belasıdır. Günümüzde faizsiz bir ekonomik hayat neredeyse düşünülemiyor. Nasıl bir duruma geldik ki bizim insanımız da yatırıyor. Halbuki bugüne kadar faiz mi vardı? 1400 küsur yıl bu ülke faizsiz olarak geldi de ne kaybetti ki şimdi faizsiz bir dünya düşünülemiyor! Faiz neler getiriyor, kimin elinde parayı topluyor, üzerinde ayrıca düşünülmelidir, Allah ikaz ediyor.

Üçüncüsü de ‘kadınlarınız, kızlarınız hususunda Allah’tan korkun. Siz onları Allah’ın adını anarak helal edin’ buyruluyor. Kadınlara dikkat çekiyor. Birincisi nikahın Allah’ın adını anarak yapılacağına vurgu yapmış oluyor. İkinci bir şey daha var; ‘kadınlarınız, kızlarınız hususunda Allah’tan korkun’ ifadesinin detayına girmek istemiyorum. Ama şunu söylemek istiyorum: Ekrana bakanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Okullara bakanlar, ilim irfan yuvası olması gereken kurumlara, üniversitelere, sokaklara, caddelere, barlara, pavyonlara, gazetelere, magazin dergilerine bakanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Orası gerçekten irşadın, ikazın makamıdır. Bunlardan hakikaten ibret alabilsek de hayatımıza aktarabilsek. Şüphesiz günlerimiz daha güzel, ahretimiz de daha aydınlık olacaktır.
 

on5yirmi5.com