Engin Dinç’in röportajı
Hz. Muhammed (sav), 23 yıllık peygamberliği süresince İslam dininin mesajını çok zor şartlarda, büyük işkencelere maruz kalmayı göze alarak insanlara ulaştırmak için çalıştı. Önce doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Mekke’de, işkencelerin ve zulmün en ağırlarına katlandı. Ardından Medine’de ise bir İslam toplumu oluşturdu ve yeni bir medeniyetin temellerini attı. Ama sonunda tüm insanlığa İslam’ın tevhid ve adalet mesajını ileten, güçlü bir topluluk oluştu. Peygamber Efendimizin (sav) İslam’ın o kutlu mesajını iletirken, neler yaşadığını, hangi güçlükleri aştığını ve nasıl bir mücadele verdiğini Siyer Araştırmaları Merkezi Kurucusu Mehmet Emin Yıldırım Hoca’yla konuştuk. Merak edenler için belirtelim, Siyer Araştırmaları Merkezi Eyüp’te faaliyetlerine devam ediyor. Mehmet Emin Yıldırım Hoca‘nın etkileyici bir üslupla anlattığı siyer derslerini seyretmek için ise www.siyertv.com adresini ziyaret edebilirsiniz…
EFENDİMİZ (SAV) 35 YAŞINDAN 40 YAŞINA KADAR ÖMRÜNÜN BİR YILINI HİRA’DA GEÇİRDİ
Ramazan ayındayız, Ramazan ayı Kuran’ın nazil olduğu ay. Peygamberimize Kur’an ilk nazil olduğunda onun yaşadığı halet-i ruhiyesi nasıldı? Kuran nasıl bir nazil oldu? Peygamberimiz neler düşündü, neler yaşadı, neler hissetti?
Bismillahirrahmanirrahim.
Malumunuz Peygamberimiz (sav)’e 40 yaşında vahiy nazil oluyor. Yine Kuran’dan öğrendiğimiz bir hakikatle, Ramazan ayında bir Kadir Gecesi’nde Peygamber Efendimiz bir vahye ve nübüvvet müjdesine muhatap oluyor. Ancak efendimiz 35 yaşından itibaren Nur Dağı’na, Hira Mağarası’na gidip gelmeye başlıyor. Onun Hira’ya gidip gelmesinin zeminine baktığımız zaman, aslında bu geleneğin ta Hz. İbrahim’den beri bölgede var olduğunu görüyoruz. İnsanlar o zamanlar yine Ramad dedikleri bizim Ramazan olarak bildiğimiz ayda bir aylık uzlete çekilirler. Mekke’nin civar yerlerindeki mağaralarda Allah’la başbaşa kalma gibi bir hale bürünürler. Bu gelenek; özellikle Efendimiz (sav) nübüvvete doğru yürürken, Hanifler dediğimiz mevcut Mekke’nin dini yapısı olan şirk dininden yüz çevirip, puta tapmadan kendilerini İbrahimi dine nispet edenler arasında yaygın bir gelenek. Mesela Efendimiz (sav)’in Hira Mağarası’nı nereden bildiğine dair bizim kaynaklarımızda iki-üç farklı rivayet vardır. Onlardan bir tanesi Efendimiz (sav)’in o mağarayı dedesinden öğrendiğidir. Dedesi de aynı işi yapmaktadır. Bir başka rivayet Hz. Ömer’in amcası olan Hz. Zeyd ibn Amr ibn Nüfeyl’den öğrendiğidir ki, o da Hanif’tir. Bir diğer rivayet de çobanlık yaptığı yıllarda orayı keşfettiği yönündedir. Hangi rivayet doğru olursa olsun biz anlıyoruz ki, böyle bir gelenek var.
Efendimiz (sav) 35 yaşına kadar toplumun içerisinde çok aktif bir biçimde ticari sahada, gerek diğer alanlarda yer almış olmasına rağmen 35 yaşında, kendi ifadesiyle birden yalnızlık ona sevdirilmeye başlıyor. 35 yaşından 38 yaşına kadar yılın Ramad ayında yani Ramazan ayında, 3 aylık zamanı Hira Dağı’nda geçiriyor. Yaş 38 olunca, 38 yaşından 40 yaşına kadar 2 yıllık süreç içerisinde ise Efendimiz (sav)’in yaklaşık 6 ayını, yani o 2 yıllık kısmın üçte birlik bir bölümünü Hira Mağarası’nda geçirdiğine şahit oluyoruz. Demek ki 35 yaşından 40 yaşına kadar neredeyse Efendimiz (sav) bir yıla yakın bir zamanını Hira’da geçiriyor. Çünkü yüreğinde inanılmaz derecede mevcut dini yapıdan ve insanların din diye edindikleri şeylerden bir sıkıntı var. Efendimiz (sav) o sıkıntıyı Hira mağarasında bir şekilde teskin etmeye çalışıyor. Yıllar sonra Hz. Aişe anamız Efendimiz (sav)’e soruyor: Ya Resulallah, daha ortada Kur’an yokken, Allah sana ibadet alanında birçok şey öğretmemişken sen Hira’da o gecelerde ne yapıyordun? O uzun günlerde Rabbine nasıl yakarıyordun? Efendimizin söylediği söz şudur: Ey Aişe’m, ben tehannus yapıyordum. Tehannus, tefekkür anlamına gelir ama şöyle bir anlamı da içerir. Biraz da ibadet kastıyla aslında düşünmektir. Biz buna varlık sancısı da diyebiliriz. Yani bir yönüyle Efendimiz (sav) orada bir varlık sancısı çekiyordu. Mevcut hali sorguluyordu. Neler olacağına dair içinde bazı şeyler belirmişti ama tam anlamıyla bunun nasıl bir neticeye varacağını bilemiyordu.
EFENDİMİZ (SAV) VARAKA BİN NEVFEL’LE GÖRÜŞÜNCE NÜBÜVVETLE GÖREVLENDİRİLDİĞİNİ ANLADI
Böyle bir zeminde Efendimiz (sav) miladi 610’da bir Kadir Gecesi’ne yürüyordu. Kadir Gecesi dediğimiz o muhteşem günde ki, o günü Efendimiz (sav) biliyordu, unutması mümkün müydü? Bir insan güzel bir rüya gördüğünde dahi unutamazken Peygamberliğinin ilan edildiği, nübüvvet tacının giyildiği, risalet hırkasının giyildiği ve Cebrail’le ilk buluşmanın unutulması mümkün değildi. Zaten Efendimiz (sav) dikkat buyurursanız gününü unutmamıştı. Günü bir pazartesi günüydü. Ramazan’ın hangi gecesine denk geldiğini unutmuştu. Aslında unutmamıştı da unutturulmuştu. O da başka bir hikmete bağlıdır. Bir Kadir Gecesi ve günü, artık Ramazan’ın 17’si midir, 19’u mudur, 21’i midir, 23’ü müdür, 27’si midir… Öyle bir günün pazartesi gününde, gecesinde semanın emini olan Cibril-i Emin ile buluşmuştu ki, o günler Efendimiz (sav) de arzın eminiydi. O iki Emin, en büyük emniyetin ve güvenin kaynağı olan ilahi kelamın o gece doğumuna şahitlik ediyorlardı. Çünkü Kerim olan Rabbimiz, Kerim bir elçi olan Cebrail’le Kerim kitabının ilk beş ayetini gönderiyordu. Efendimiz (sav) o ana kadar hiçbir zaman peygamberliği beklememişti. Eğer böyle bir beklenti içerisinde olsaydı, Cebrail’i karşılardı. “Evet, ben de seni bekliyordum” der, ona bağrını, sinesini açardı. Ama bizim kaynaklardan öğrendiğimize göre çok derin bir şok yaşamıştı. O şokun üzerinden de Cebrail getirdiği ayetleri ona daha okutmadan, daha söylemeden -çünkü yazılı bir evrakla filan geldiği yoktu Cebrail’in- ilk emri ‘oku’ olmuştu. Tabii Cebrail’in o emirle kastı başkaydı, Efendimiz (sav)’in emirden anladığı başkaydı. Onun için Efendimiz (sav), “ben okuma bilmem” demişti. Zaten ortada yazılı bir metin yoktu ki Cebrail ondan yazılı bir metni okumasını istesin. Emir üç kez tekrar edildikten sonra, her seferinde de Cebrail’in, Efendimiz (sav)’in kemiklerini sızlatırcasına sıkmasından sonra -ki bunlar çok önemli, çok hikmetler barındırır içlerinde, özellikle Efendimiz (sav)’in ruhen Kuran’ı algılayacak, Kuran’ı taşıyacak bir hale getirilmesine bir zemin hazırlıyordu Cebrail- ilahi kelamın ilk beş ayetini orada Cebrail Efendimiz (sav)’e nazil ediyordu.
Efendimiz (sav) çok derin bir şok yaşıyordu. O şoku, o yüreğinde esen fırtınaları dindirebilmesi için bir limana ihtiyacı vardı. Hira’nın aşağısında Efendimiz (sav)’i bekleyen limanlar vardı. Mesela Efendimiz (sav) direkt 20 yıldır tanıdığı ve çok güvendiği, 20 yıldır gecesi gündüzü beraber olan dostu Ebu Bekir’e gidebilirdi. Ama Efendimiz (sav) Ebu Bekir’e gitmedi. Aile büyüğü olan Ebu Talip’e gidebilirdi, ona halini arz edebilirdi ve ondan yardım isteyebilirdi, ona da gitmedi. Mekke’de tanınan ve bilinen bir din alimi olan ve bu işleri çok iyi bilen Varaka ibni Nevfel’e gidebilirdi, ona da gitmedi. Gideceği liman Hz. Hatice anamız olacaktı. Çünkü ancak Hz. Hatice Efendimiz (sav)’i teskin edebilirdi. Vardı ona, hiçbir şey demeden ‘Beni örtün, beni örtün’ dedi. Hatice anamız da onu örttü. Nice sonra başından geçeni anlatınca Hz. Hatice orada, “Allah seni mahcup etmeyecek, çünkü sen yoksulu doyurursun, akrabalık haklarına riayet edersin, sözün doğrusunu söylersin, hakkın yanında yer alırsın…” gibi Efendimiz (sav)’in nübüvvet öncesindeki ahlakını resmedecek cümleler söyledi. Böylece de Efendimiz (sav)’i teskin etti. Sonra da Varaka ile buluşarak bu meselenin ne olduğuna dair bilgileri de alınca artık risaletle, nübüvvetle görevlendirildiğini fark etti.
MEKKE’DEKİ SİYASAL YAPI BUGÜNKÜ DEMOKRATİK YAPIYI ANDIRIYORDU
Peygamberimiz Kur’an ilk kez nazil olduktan sonra, bu mesajı topluma iletti. Mekke’de çok sert bir tepkiyle karşılandı. Peygamber Efendimiz’in getirdiği Kur’an’ın mesajı o toplumdaki yerleşik geleneklere ve o toplumun ileri gelenlerini neden bu kadar rahatsız etti ki, hem Peygamberimize hem o dönemin Müslümanlarına inanmayıp, onlara zulüm ettiler?
Mevcut siyer kitaplarımızdan kaynaklanan yanlış bir algıyı da bu sorunuz üzerinden düzeltmek gerekiyor. Şöyle bir algı var bizim siyer kitaplarımızın birçoğunda; Efendimiz (sav)’in söz söylemeye başladığı zaman ve mekan miladi 6. yüzyıl, çok karanlık bir zaman. İnsanlık dışı birçok uygulama var. O insanlık dışı uygulamalar içerisinde birçok sıkıntılar var. Efendimiz (sav) böyle bir zamanda ve zeminde söz söylemeye başlıyor. Bu söz bir yönüyle doğrudur ama bir yönüyle de yanlıştır. Neden doğrudur ve yanlıştır diye bir nitelendirmede bulunuyoruz? Sebebi şu: Evet Mekke’de Miladi 6. yüzyılda kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, köleler var sömürülüyor, bazılarına insan muamelesi de yapılmıyor. Ancak biz miladi 6. yüzyıldaki o zemini ve Mekke’yi, etraftaki yerlerle kıyas ettiğimiz zaman, mesela bir Roma’yla, mesela bir Sasani toprağıyla, İran’la, mesela Yahudilerin hakim olduğu Medine’yle, mesela Hindistan’la, Bahreyn’le, hatta Çin’le kıyas ettiğimiz zaman şu hakikati çok rahat bir biçimde görüyoruz; miladi 6. yüzyılda Mekke aslında bu adını andığım coğrafyaların en aydınlık yeridir. Allah rahmet eylesin Muhammed Hamidullah hocanın çok isabetli bir tespiti var; Mekke’deki siyasal yapı aynen bugünkü demokratik yapıyı andıran bir yapıdır. Hiçbir yerde böyle özgürlükçü bir yapı yoktur. Siyasal bir hegemonya mesela Mekke’de hakim değildir. Hiçbir yerin alışık olmadığı Darü’n Nedve dediğimiz ve bugünkü parlamentoya denk gelen siyasal bir oluşum vardır Mekke’de. Bütün ailelerin o ailelerin o Darü’n-nedve’de temsiliyet hakkı vardır. Seçme ve seçilme yaşı vardır. Bu tarz kurallar üzerinden yürür Mekke. Dolayısıyla Efendimiz (sav) aslında demokratik yapının var olduğu bir coğrafyada söz söylemeye başlamıştır. Öyle demokratiktir ki Mekke, o gün için Kabe’de 360 put var, Kabe’nin çevresinde bir tek Hristiyan olmamasına rağmen Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in figürleri, putlarını andıran bazı şeyler var. Mekke mevcut dinlerin hiçbir tanesine karşı değil.
Efendimiz (sav)’e yıllar sonra yaptıkları tekliflerden bir tanesi de odur: “Sen de gel, tanrılarından bir tanesinin putunu koy buraya. Biz böyle bir şeye karşı değiliz” diyorlar. Ancak Efendimiz (sav)’in çağrısı, yani Tevhid dini, “La ilahe illallah” çağrısıyla başlar. Onun için Efendimiz (sav) 13 yıl boyunca ‘Gûlû; lâ ilahe illallah tuflihû’ demiştir. “La ilahe illallah deyin, kurtulun”. Bu cümle öyle önemli bir cümledir ki “La ilahe” dediğiniz anda artık siz mevcut putların hepsini yok ediyorsunuz. Kendiniz, yüreğinizde Allah’a ait alanları başkalarıyla paylaştığınız bir şey varsa bunları izole ediyorsunuz, bunları imha ediyorsunuz, yetmiyor “La ilahe” dediğiniz zaman aynen İbrahim gibi elinize bir balta alıp etrafta da Allah’a ait alanları gasp eden her ne varsa onları yıkıyorsunuz. O zamanlar bunun adı Lat’tı, Uzza’ydı, Menat’tı, İsaf’tı, Naile’ydi, Hubel’di bugün artık başka şeyler. Onların da yıkılması gerekecek, onlar yıkıldığı zaman ancak tevhid inşa edilecek.
EFENDİMİZ (SAV)’İN ÇAĞRISI BİR HAKİKAT ÇAĞRISIYDI
Hal böyle olunca Efendimiz (sav)’in çağrısı bir hakikat çağrısıydı, bir hakkın ikamesi çağrısıydı. Hakk’ın ikamesi ise batılın izalesiydi. Hakk inşa edilmeye başladığı zaman batıla ait ne varsa yerle bir olacaktı. Böyle olduğu zaman da Mekke’deki mevcut dini yapıyı düşününce, onlar bundan rahatsız oldular. Başkalarına gösterdiği tahammülü Efendimiz (sav)’e göstermediler. Göstermelerini beklemek de mümkün değildi. Çünkü başkaları onların dinine karışmazken Efendimiz (sav) Hakkı ikame etmeye başladığı zaman birilerini rahatsız etti. Birilerinin dünyalarına ait bazı şeyleri sarsmaya başladı. Birilerinin din üzerinden elde ettikleri rantları kesmeye başladı. Birilerinin din adına yaptıkları sömürülere “dur” demeye başladı. Bu tarz şeylerde başkalarını rahatsız ederek İslam’ın çağrısının önüne geçmesine sebep oldu. Öyle olunca da 13 yıl boyunca Efendimiz (sav) ve ona inanan Müslümanlar gerçekten çok büyük imtihanlarla baş başa kaldılar. Düşünebiliyor musunuz nübüvvetin 5. yılı ve Müslümanlar Mekke’de yaşam hakkı elde edemedikleri için, öyle bir zemin bulamadıkları için Habeşistan’a, denizaşırı bir ülkeye hicret etmek durumunda kaldılar ve bir yıl sonra Nübüvvetin 6. yılında, o gün için Müslüman olanların neredeyse üçte ikisi -çünkü Hz. Ömer Müslüman olanların 129.’sudur- Habeşistan’a hicret edenlerin sayısı 101’dir. Üçte ikiden bile fazla bir kısmı Mekke’de yaşam hakkı bulamadıkları için hicret ettiler. Bu her zaman için tevhid mücadelesi veren bütün dinlerin karşılaşacağı bir durumdu. Aslında biz Hz. Adem’den Hz. İsa’ya, bütün peygamberlerin hayatlarına baktığımız zaman aynı şeyi görürüz. Efendimiz (sav)’in hayatında da bundan başka bir şey olmamıştır. Hakkın ikamesi, batılın izalesi olduğu için batılın taraftarları rahatsız oldular ve o mücadele o gün başladı. Aslında o gün başlamamıştı, ta Habil ve Kabil’le başlamıştı, son Adem’e kadar da devam edecekti. Dolayısıyla bu manada ortaya çıkan o sonuç aslında hak-batıl mücadelesinin tabii bir sonucuydu. Efendimiz (sav) ona inanan müminler de onun mücadelesini verdiler.
MEKKE’DE EFENDİMİZ (SAV) DAHİL İŞKENCEYE MARUZ KALMAYAN HİÇBİR MÜSLÜMAN YOK
İlk Müslümanların dinlerini yaşamak ve yaygınlaştırmak için Mekke’li müşriklerin işkenceleri altında büyük bedeller ödediklerini biliyoruz. Mekkeli müşrikler Müslümanlara nasıl işkenceler yaptılar? Bize birkaç örnek verir misiniz?
O gün iman edip de işkenceye maruz kalmayan hiçbir Müslüman yok, Efendimiz (sav) dahil. Şöyle bir zihnimizi yokladığımız zaman; Hz. Ebubekir Darü’n Nedve’de çok büyük bir konumu olan bir insan, tüccar olduğunu söyleyebiliriz. O bile Utbe ibni Ebu Muay tarafından bayıltılıncaya kadar dövülmüştür. Efendimiz (sav)’i Mekkeliler araların alıp hakaret etmeye başladıkları zaman, Hz. Ebubekir bundan haberdar olunca Kur’an’a, Hz. Musa’ya inanan müminlerin diliyle gelen bir cümleyi haykırarak gelmiş, ‘Etektulûne raculen en yegule Allah’ diyerek gelip kendisini Efendimiz (sav)’in üzerine atmış, “Rabbim Allah’tır dediği için birini mi öldüreceksiniz?” demiştir. Mekkeliler Efendimiz (sav)’i bırakıp Hz. Ebubekir’i almışlardır. Öyle dövmüş, öyle dövmüşlerdir ki en son Utbe ibni ebu Muay isimli Mekke’nin bilinen bir müşriği oturmuştur Hz. Ebubekir’in göğsünün üzerine, eline ayakkabısını almıştır, yüzüne vura vura Hz. Ebubekir’i bayıltmıştır. Hz. Ebubekir bu işkenceler altında bayılarak ancak elinden kurtulmuştur. Kan revan içerisinde kendi kabilesi mensupları tarafından eve taşınmıştır.
Hz. Ömer bir dağ gibidir. Gerçekten cahiliye döneminde de insanların ödünü koparacak bir konumu vardır, o bile işkencelere maruz kalmıştır. Hz. Osman, Beni Ümeyye mensubudur, büyük bir ailenin çocuğudur, büyük bir tüccardır, o pazara inene kadar pazarın kapıları açılmaz, ilk o ticaret yapar, rayiç bedelini o belirler ve Mekke öyle ticarete başlar. Ama Hz. Osman Efendimiz (sav)’in kızlarından olan Rukiye validemizle evlendiği için kendi ailesi tarafından tecrit edilmiştir ve ondan dolayı ilk Habeşistan hicretine katılmak durumunda kalmıştır.
Bu işkenceleri çoğaltmak mümkün, ama biliyorsunuz Yasir ailesi İslam’ın ilk şehit ailesidir. Öyle işkencelere maruz kalmışlardır ki Yasir ve Sümeyye, İslam’ın ilk şehitleri olarak o günlerde bu dünyadan çekip gitmişler, Ammar bin Yasir de o işkenceler altında inlerken onları hoşnut edecek sözler söyleyerek kurtarmıştır hayatını. Yine Beni Mahzum’un azatlı köleleri olan Amr ibn Rebia ve onun hanımı Leyla binti Ebi Hasme, Hz. Ömer’in işkenceleri altında neredeyse 4-5 yılı geçmiştir. Hz. Ömer’in dayıları olduğu için Beni Mahzum, Hz. Ömer daha o zaman Müslüman olmaması sebebiyle onlara öyle işkenceler yapmıştır ki, artık onları dövmekten yorulmuş, öyle bırakmıştır elindeki kamçıyı. Hatta “sakın size acıdığım için dövmekten vazgeçtiğimi zannetmeyin, yorulduğum için sizi bu halde bıraktım” demiştir Hz. Ömer.
Müslümanların o günler çektikleri sıkıntılar, Talha ibn Ubeydullah için, Zübeyr bin Avvam için, Sad ibni Ebi Vakkas için… Saatlerce konuşacağımız tablolar var. İmanın bedelini en üst düzeyde ödediklerine gerçekten şahit oluyoruz.
Bilal-i Habeşi, Habeşli bir köledir. Gerçekten Mekke’de insan değeri görmeyen, insan olarak görülmeyen bir haldeyken, Efendimiz (sav)’in çağrısına icabet edip Müslüman olmuştur. Ümeyye ibni Halef’in kölesiyken işkencelerin en ciddi, en sıkıntılı düzeyine muhatap olmuştur. Kızgın çöllerde bırakılmıştır, göğsünün üzerine taşlar konmuştur. Ama Bilal’in dilinden dökülen cümle yine ‘ahad, ahad’ olmuştur. Yıllar sonra o işkenceler bitip, Bilal-i Habeşi Hz. Ebubekir tarafından 200 dirhem karşılığı para ödenerek satın alınıp, azat edildikten sonra Medine’ye hicret edip Hicret’in ikinci yılında Bedir gazvesine katıldığı zaman, Efendimiz (sav) Bedir’e yürürken bana Bilal’i getirin diye çağrıda bulunur. Hz. Bilal, Efendimiz (sav)’in huzuruna geldiği zaman “Ey Bilal bilir misin Bedir’in sloganı ne olacak?” diye sorar. Bilal de, “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediğinde Efendimiz (sav), “Bedir’in sloganı senin dilinden düşürmediğin” kelimedir, der. “Ahad, ahad” kelimesini Bedir’in sloganı yapar. Efendimiz (sav)’in o anda o sözü söylemesi aslında Bilal’in çektiği sıkıntıların ne kadar büyük olduğunun da bir göstergesidir. Çünkü iman dediğimiz dava gerçekten çok büyük bir davadır. Büyük davalar büyük bedeller isterler. O ilk iman davasının halkasını oluşturan sahabe efendilerimiz de bunu en üst düzeyde yaşamış ve bunun bedelini ödemişlerdir.
HİCRET YENİDEN DİRİLMEK İÇİN BİR MEKAN DEĞİŞİKLİĞİDİR
Hicret’e gelmek istiyorum. Hz. İbrahim, Hz. Musa ve başka birçok peygamberin de hicret ettiğini biliyoruz. Hz. Muhammed’in hicretinin ise sonuçları itibariyle çok farklı bir tarafı var. Hicret Müslümanlara nasıl bir kapı araladı?
Hicret bütün Müslümanların, bütün peygamberlerin ortak bir kaderi. Hz. Adem bile cennetten dünya hicretine gelerek işe başladı. Peygamberlerin hayatlarına baktığımız zaman hepsinin hayatlarında hicreti görebiliriz. Hicret aslında imkanların bittiği bir yerde yeniden imkanların üretilebileceği bir mekana, bir toprağa geçiştir. Dolayısıyla hicret bir kaçış değil aslında; yeniden dirilmek, yeniden ayağa kalkmak için bir mekan değişikliğidir. Yeryüzü Allah’ındır, Allah’ın mülküdür ve yeryüzü Müslümanlar için hicret mekanıdır. Yeryüzü bir mescittir. Hal böyle olunca yeryüzünün herhangi bir yerinde Müslümanlar imanlarını koruma noktasında sıkıntıya düştükleri zaman, imanlarını yaşama noktasında, temsil etme noktasında bir sıkıntıya düştükleri zaman, Allah’ın başka bir yeryüzü parçasına hicret ederler. İmkanlar orada bitmiştir, yeni gidilen yerde imkanlar yeniden üretilecektir.
Efendimiz (sav) de 13 yıl Mekke’de buna çok gayret etti. İstedi ki doğup büyüdüğü topraklar imana yatak olsun. Risaletin davasına bağrını Mekke açsın, ama olmadı. Nübüvvetin 10. yılında, Taif dönüşü, Efendimiz (sav) Akabe’de Hac maksadıyla dışarıdan ticaret için gelen çadırları dolaştı. Birçok çadır dolaştı ama hiçbirinden olumlu bir yanıt alamadı. En son, o günkü adıyla Yesrib’den gelen Hazreçli 6 delikanlının,-başlarında Esad ibni Zürare isimli bir delikanlı vardı ki tarih yazacak bir insandı- bulunduğu çadıra girdi ve o insanlar Müslümanlığı kabul ettiler. 6 kişiyle başlayan Yesrib’deki iman hareketi bir yıl sonra 20’leri zorladı. Birinci Akabe biatı dediğimiz o biatta 12 kişi Efendimiz (sav)’e gelip biat ettiler. Bir sene sonra, yani nübüvvetin 13. yılında ise sayı 75 oldu. 73’ü erkek, ikisi kadın, bu insanlar Efendimiz (sav)’e biat ettiler ki, bunlar Müslümanların sayısı değildi. Sadece biat için Efendimiz (sav)’le buluşmak için gelenlerin sayısıydı. Musab bin Umeyr’in Medine’ye varmasıyla öyle bir hale gelmişti ki, hicretten önce Medine’de imanın girmediği ev kalmamıştı. Efendimiz (sav), Medine’nin böyle bir şekilde imana kucak açtığını görünce Müslümanlara hicret için izin vermiş, herkes gitmiş, kendisi de hicret etmişti.
EFENDİMİZİN (SAV) MEDİNE’YE HİCRETİ ASLINDA KOCA BİR MEDENİYETİN İNŞASININ DA BAŞLANGICIYDI
Aslında Efendimiz (sav)’in Mekke’den Medine’ye hicreti bir devletin de temellerinin atılmasının işaretiydi. Sadece bir devlet değil aslında. Koca bir medeniyetin inşasının da başlangıcıydı. Efendimiz (sav), Medine’ye hicret eder etmez, bir devletin olmazsa olmaz zeminini orada kurmuş ve neler gerekiyorsa onları yapmıştı. Şöyle bir bakarsak Efendimiz (sav) Medine’ye gider gitmez öncelikle kendisine bir menzil, yani bir ev edinmişti. Sonra bir mescit, Müslümanların toplanacağı, bizim cami dediğimiz İslam toplumunun kalbi olan mescidi inşa etmişti. Sonra mescidin hemen arka tarafında mektebini, suffa mektebini inşa ederek risalet davasını omuzlayacak yiğitlerin yetiştirileceği potayı kurmuştu. Bu iş potasız olmazdı, Efendimiz (sav) bu işi Mekke’de Darü’l-Erkam’da yapıyordu. Medine’de de mescidini inşa eder etmez hemen arkasından orada Suffa mektebini inşa ederek, devam ettirdi. Mektebin hemen arkasından menzil, mescit, mektep. Bunun arkasından Efendimiz (sav)’in yaptığı şey muahhattır. Muahhat, Ensar Muhacir kardeşliğidir. Kardeşlik bu işin en temelidir. Efendimiz (sav) iman adına yurtlarını barklarını terk edip gelen muhacirleri, iman adına onlara kucak açan Ensar’a kardeş kıldı. Kardeş kılınmayı da öyle sıradan bir şekilde yapmadı. Aslında durumları gözeterek, konumlara dikkat ederek Efendimiz (sav) o kardeşliği inşa etti. Muahhattan sonra Efendimiz (sav)’in yaptığı şey, Medine vesikası diye tarihe geçen ve insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası olan o vesikayı yaptı. O vesikada Efendimiz (sav) Medine’de Müslümanlar arasında var olan hukuku yazılı bir hale getirerek, o hukukun dayanaklarını belirlediği gibi Medine’de var olan Yahudileri, yani Müslüman dışı unsurların da hukukunu belirledi. Hatta 52 maddelik olan o Medine vesikasının 8 maddesi Müslüman olmayan Yahudilerin kendi aralarındaki hukuktur. Efendimiz (sav) tabir caizse tam bir devlet başkanı gibi davranmış, kendi tebaası sayılan ve o gün için inanmadıkları halde artık mecbur kalıp o siyasal otoriteye teslim olan Yahudilerin hukukunu da belirlemiştir. Bu 5 şeyden sonra Efendimiz (sav)’in yapmış olduğu 6. şey Medine çarşısıdır. Çarşıyı inşa ederek Müslümanların ekonomik anlamda, iktisadi anlamda birilerine bağımlı olarak yaşamalarını engellemiştir. Öncelikle su kuyularını, bunların başında gelen Rumes kuyusudur, onu Yahudilerden satın alarak Müslümanların hayati anlamda önem arz eden bağımlılıklarını önlemiştir. Arkasından da bağımsız bir çarşı inşa ettirerek bir şekilde Müslümanların ekonomik anlamda kendi güçlerini toparlayabilecekleri ve birilerine bağımlı olarak yaşamaktan kurtulabilecekleri bir zemini hazırlamıştır. Yedinci basamakta Efendimiz (sav), askeri birlik oluşturmuştur. O birliğin de iki basamağı vardır, birincisi istihbarat ağı, Efendimiz (sav) hemen bir istihbarat ağı oluşturmuştur. Başına Talha İbni Ubeydullah ile Sait ibni Zeyd’i getirmiştir. Bir diğer tarafta da askeri birlik oluşturarak başına Hz. Hamza’yı getirip, bölgede bir anda devlet olmanın gereğini yerine getirme adına Mekke’nin gelip geçen kervanlarını gözetleme, Medine’nin savunması için ortaya bir şeyler koymaya yönelik çalışmalar yapmıştır. Böyle bir süreçle birlikte çok geçmeden 2 yıllık bir süre zarfında, özellikle Bedir Gazvesi’nden sonra da Medine’deki İslam devleti kökleşmiş, artık bölgede tanınan, bilinen, herkesin bir şekilde itibar ettiği, sözüne değer verdiği bir hale gelmiştir. Bu kadar kısa bir zaman zarfında Efendimiz (sav)’in böyle bir medeniyeti inşa etmesi, böyle bir devleti inşa etmesinin altında hep hicret vardır. Hicret olmasaydı böyle bir netice de olmayacaktı.
MEDİNE’YE HİCRET EDEN MUHACİRLERDE İNANILMAZ DERECEDE İZZET-İ NEFİS VARDI
Medine’de ensar ve muhacirler malını paylaştı, ekmeğini paylaştı ve daha birçok şeyini paylaştı. Hiç mi birbirleri arasında tartışmalar olmadı, sorunlar olmadı? Peygamber Efendimiz Müslümanlar arasındaki bu kardeşliği nasıl sağladı?
Bugünün dünyasında kaybettiğimiz kardeşlik meselesi sahabeyle bizim aramızdaki en önemli farklardan bir tanesi… Onlar Kur’an’ın ya da Efendimiz (sav)’in sözlerini duydukları zaman anında “biz bu sözün, bu mesajın neresindeyiz” diye o söze kendilerini muhatap sayar ve onun uygulamasını yaparlardı. Bugünün insanları olarak biz bu sorgulamayı tam anlamıyla yapmadığımız için bazı sözleri ve mesajları üzerimize alamıyoruz ve hayatlarımızda istenilen oranda diriltemiyoruz. Efendimiz (sav) ne diyor? Birbirinizi sevmedikçe asla iman etmiş olamazsınız. Yani Müslümanların birbirlerini sevmelerini, birbirleriyle olan kardeşlik hukukunu imanın bir parçası olarak görüyor. Bunu duyuyor sahabe, ensar ve muhacir. Böyle olunca da onların birbirlerine olan sevgi bağları sadece bir yardımlaşma ya da bir tasadduk ya da evlerini barklarını terk edip gelen kişilere sinilerini açmalarının ötesine geçiyor. İş iman derecesinde algılanıyor. Öyle olduğu için de ensarda inanılmaz derecede bir fedakarlık, inanılmaz derecede coşku ve heyecan görüyorsunuz. Ama işin bir tarafında göz ardı edilen bir hakikattir bu, muhacirlerde de inanılmaz derecede izzet-i nefis görüyorsunuz. Ensar kardeşleri, onlara evlerini barklarını açtıkları zaman hiçbir muhacir, “tamam yapacaktınız, biz tabii ki iman adına bu kadar işi göze aldık, siz de iman adına bize sahip çıkacaksınız” dememişlerdir. Bütün muhacirler ensar kardeşlerine tarlada, bahçede yardım etmişlerdir. Birçoğu, kardeşlerinin verdiği şeyleri almamışlardır. Mesela çok meşhur bir örnektir, Abdurrahman ibn Avf ile Sad ibni Rebia arasındaki örnek… Kardeş kılındıkları o günün gecesinde Sad ibni Rebia kardeşi Abdurrahman ibni Avf’ın elinden tutar, “Kardeşim, kardeşlik laf ile olmaz. Allah Rasulü seninle beni birbirimize kardeş kıldı. İşte bu benim evim, tam ortadan ayırıyorum, yarısı senin, yarısı benim” demiştir. “İşte şu benim tarlam, tam ortadan ayırıyorum, yarısı senin yarısı benim” demiştir. Algılamakta zorlanacağımız bir şey… Daha tesettür ayeti nazil olmamış, perdeyi kaldırmış, iki eşi var; “işte bu iki eşim, hangisini beğenirsen onu ben boşayacağım, o senin diğeri benim” demiştir. Abdurrahman ibni Avf’ın oradaki sözü aslında muhacirlerin nasıl bir halde olduğunu bizlere gösteriyor. O bir örnektir sadece. Orada söz şudur: “Kardeşim, Allah senin evini de eşini de tarlanı da sana mübarek kılsın. Sen bana pazarın yolunu göster, bir de ip ver” demiştir. Yani onun emeğiyle geçinmektense, ona yaslanıp yük olmaktansa kendi alnının teriyle geçinmeyi tercih etmiştir.
Böylece muhacirler kardeşlerine yük olmama adına çok büyük gayretler ortaya koymuşlardır. Yani kardeşliği bir yönüyle süistimal etmemişlerdir. İki yönüyle de hassasiyet en üst düzeyde olduğu için oradaki kardeşlik bir destana dönüşmüştür. Her zaman için ensar tarafı kendisine yakışanı yapmıştır, muhacir tarafı da gerçekten bu manada olması gereken duruş, kamet ne ise onu ortaya koymuşlardır. Oradaki o kardeşlik, Kur’an’ın övdüğü, Kur’an’ın taltif ettiği bir hale dönüşmüştür. Efendimiz (sav), toplum içinde bu kardeşliği en üst düzeyde sergilettiği için belki Medine’deki İslam devleti ve İslam medeniyeti o kardeşliğin üzerinde zemin bulmuş ve gerçekten de kısa bir zamanda cihanı titretecek bir hale gelmiştir. Sorunlar olmamış mıdır? Olmuştur ufak tefek. Bunlar da insan olmanın bir gereğidir. Zaten biz sahabe efendilerimizden bahsettiğimiz zaman meleklerden bahsetmiyoruz. Onlar da insandılar, bazı hataları da olmuştur, bazen sıkıntılar da yaşamışlardır. Ama hiçbir zaman o sorunlar kardeşliklerini zedeleyecek, İslam toplumunun vahdetini bir şekilde bozacak, tefrika tohumlarını ekip, münafıklara, Yahudilere fırsat verecek bir hale dönüşmemiştir. Hatalar olmuşsa da o hatalardan hemen dönülerek kardeşlik hukuku yeniden işletilmiş, o hukukun gereği ne ise o ortaya konmuştur.
YARIN: PEYGAMBER EFENDİMİZ (SAV) BAYRAMLARI NASIL KUTLARDI?
on5yirmi5.com