Röportaj: Gizem Gül
Fotoğraflar: Zuhal Erkek
Fatih Çıtlak, araştırmacı, yazar, mesnevihan… Biz kendisini her ne kadar televizyon programlarından tanımış olsak da sadece televizyon programlarıyla değil kitapları, dergilerde yayınlanan yazıları ve tasavvuf sohbetleriyle her mecrada tasavvufa hizmet eden biri Fatih Çıtlak… Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf kültürünün içinde büyümüş olan Çıtlak, tasavvufu bize en güzel anlatan insanlardan biri. Mevlana’nın bizzat kaleme aldığı ilk 18 Beyit’in şerhinden sonra Mesnevî-i Manevi’nin ilk kıssası olan ‘Padişah ve Cariye Kıssası’nın şerhini yayınlayan yazar, kitabında günümüz gençliğinin anlayabileceği bir dil kullanmış. Fatih Çıtlak, anahtar kıssa mahiyetinde olan Padişah Cariye kıssası ile "Biz kapıdan içeriye giriş faslını anlattık, eğer insanlar orada edebi şekilde oturursa diğer kıssaları da anlar diye düşündük" diyor. Biz de On5yirmi5 olarak tasavvufu Fatih Çıtlak’la konuşalım istedik.
Öncelikle bize tasavvuf nedir? Bize biraz tasavvuf felsefesinden bahsedebilir misiniz?
Tabi biz tasavvufu konuşurken mecburen bugün günümüzün insanlarının kullandığı kelimelerle konuşmak durumunda kalıyoruz. Siz tasavvuf tefekkürünü ortaya koymak için soruyorsunuz ama malumaliniz bir kere diğer mistik düşüncelerden bariz şekilde tasavvufu ayıran şeylerden biri akıl değil vahiy kökenli oluşudur. Dolayısıyla felsefesi yoktur. Tefekkür boyutu vardır. Fakat günümüzde felsefeyi biz tefekkür manasında kullanır hale geldiğimiz için düşünceyi derinleştirmek manasında kullandığımız için bu manada tasavvufi düşünceyi şöyle açıklayabiliriz. İnsanın hayatında, yaşadığı alemde görünen alemlerin ötesinde bir alem olduğu ve bu alemlerin insanın çekim kuvvetinde bulundurduğu, cümle görünen alemlerin de o mananın üzerine oturmuş, sergilenmiş objeler olduğunu düşünen her varlık -insanı kastediyorum- insan bu derinliği yaşamak istemiş. Tarih boyunca din dışı veya dini açıdan bakıldığında hep ontoloji yani varlık bilinci, varlık hakkındaki görüşler insanlarda hep ilgi uyandırmış ve hep insanlar bunu merak etmiş. Tasavvuf Cenab-ı Hakk’ın kulu ile irtibata geçtiği ve aslında kulun da yine bu irtibat neticesi ortaya çıktığını kabul eden İslam inancında derinleşmek, bunu amel noktasında düşünce noktasında yaşamaktan ibarettir. Tasavvufun ayrıca ilmi saha olarak tarifi var. İnsanın nefsini teskiye etmesi, ruhunu tahliye etmesi yani ruhu hür bırakması, gitmek istediği menzile uçacak şekilde, yükselecek şekilde ona mani olan perdelerden ve bentlerden onu azat etmesi, kalbini tasfiye etmesi. Kalbi de Allah’ın cemaline ve Allah’ın yakınlığına mazhar olacak kalbi tasfiye etmek boşaltmak, temizlemek ve yaratıcısı ile irtibata geçmek, bu sayede olumlu oluşmak, tasavvufun ana noktası bu olmuştur. İslami açıdan da bakıldığında biliyorsunuz Hz. Adem’den bu yana Efendimiz’e gelinceye kadar ki Allahü Teala’nın gönderdiği dinlerin hepsi islam’dır. İnsanlar kendi anlayışlarını bunlara ilave ettiği için Musacıyız İsacıyız diye ayrılmışlardır. Ama Kur’an-ı Kerim’in ifadesine bakıldığında peygamberlerin ruhu toplaştığında hepsinin Müslüman olarak nitelendirildiğini yine Hz. Yakup a.s’ın evlatlarını toparladığında ‘Benden sonra nasıl haldesiniz siz?’ diye sorduğunda ‘Nasıl olacaksınız’ sualine karşılık ‘Müslümanlarız’ diye cevap verdiğini görürüz. Fakat İslam yani Efendimiz s.a.v.‘de teslim edilen ve temsil edilen İslam, Allahü Teala’nın hususi muhafazası altında bundan sonra insanların şahsi görüşlerinin karışmayacağı bir saha olarak ilan edilmiş, ne kitabı, ne peygamberi, bunu temsil eden insanı, ne de o manaya talip olan insanların yolu tahrif edilememiştir. Bir harf değişmediği gibi Kur’an’da o manadan hiçbir şey değişmemiştir. İşte tasavvuf dinin sadece metinden ibaret olmadığını, metin bir hakikati işaret eder. Kelimeler bir hakikate ayet, işaret durumundadır. Fakat o işaret edilen hakikati algılayabilmek metinden ileriye gidebilmektir. Metinsizliği fakat metinle beraber yürümektir. Bu ihtiyaç tasavvufu bir ilmi saha olarak da ortaya koymuştur. Çünkü bunu iddia ederek farklı yollara kaçınabileceği gibi bunu tahsil edenlerinde bulunacağı göz önünde bulunarak tasavvufu belli bir erkan, kalıp olarak, tarif, tanım, kapsam ve metod olarak ortaya koymuşlardır. Özetle tasavvuf İslam ahlakının muhabbetle, Yüce Yaratıcıyla irtibatı muhabbette olarak yaşanması demektir. Bunu yaşatırken insana ifrat ve tefrit den uzak bu sahanın ölçülerini koyan ilme denir. Ama tarifinden de anlaşıldığı gibi ancak yaşanarak anlaşılır. Hani herkesin dilindedir bu söz ama şöyle bir tabir vardır. Din anlaşılınca yaşanmaz, yaşanınca anlaşılır. Oradaki hissiyati ancak yaşayan bilir. Dolayısıyla tasavvuf bir bilgi aktarımı değildir. Hal paylaşımıdır.
İnsanın kendi bir metindir
Tasavvufu kitaplardan öğrenmek mümkün mü?
İnsan halini nasıl ifade eder sözünde barınıyor bunun cevabı. Ben halimi nasıl aktarabilirim? Sima ile yüzümle aktarabilirim değil mi? Yüzümdeki mimiklerden siz beni bir yere kadar anlarsınız. Veya uzaktaysam ve size ulaşamayacaksam size durumumu anlatmak için ‘geldim, seni bulamadım, çok üzüldüm’ diye bir metin hazırlarım. Siz benim üzüntü duyduğumu o metinden almazsınız. O metin benim üzüntüme işaret eder. Dolayısıyla metin bizim günlük hayatımızda halimizi ne kadar aktarabiliyorsak, bu tasavvufta da o hali gözetmek kaydı şartıyla kitapların çok büyük etkisi vardır. Ama takdir edersiniz ki eğer tasavvufun kitaplardan öğrenebilineceği kısmı ile bir kişinin iktifa edeceğini düşünürsek tıp, hukuk hangi saha olursa olsun hepsini kitaplardan tahsil eder ne üniversiteye ne de hocaya ihtiyaç kalmazdı. Hepsi o öğretinin içerisindedir. Çocuk okula gider, sıralamayı öğrenir, öndekine kol uzatır belli bir giriş için ikişerli sıra olur. Sessizce sınıfa girer. Hoca sınıfa girdiğinde susar. Bunların hepsi eğitime dahildir. O anda belki sosyal bilimlerden, fenden birşey öğretmiyor. Fakat o metni anlamak için onun hali ile hallenmeye başlıyor. O okul çevresindeki eğitim bir kişinin kendisini yetiştirmesi gibi olmaz hiçbir zaman başka şeyler öğretilir. İşte aynısı tasavvufta da vardır. Hatta biraz daha farklı tasavvufta metin çok azdır, insanın kendi bir metindir ve sen önce kendi metnini yaz derler. Bu İslam’a aykırı bir şey değil çünkü malumaliniz Kur’an-ı Kerim’de yanlış hatırlamıyorsam İslam suresinde yer alıyor. Allahü Teala ‘İkra’ kitabek’ diyecek. Hadi Kur’an’ını oku demeyecek, hadi kitabını oku diyecek. Bu anlamda tasavvuf insanın kendi defterine güzel şeyler yazmayı öğreten hal ilmidir.
Bu niyetle kitap okunursa daha evvel yaşanmış tecrübelerden istifade etmek için kendi kitabı ve kendi şahsiyetini terbiye için okursa ne ala ama oradan aldığı bilgilerle başkalarını şaşırtmak, oradan aldığı bilgilerle başkalarının sevgisini kazanıp da etrafına adam toplamak için bunları yapıyorsa İslam’ın öngördüğü ve İslam’da belirtilen en büyük günahlardan birini yapmış olur ki o da Allah rızasının haricinde bir ilim tahsili ve ilim talebinde bulunmuş olur. Bu sadece tasavvufta değil her ilim sahasında mezmun yani reddedilmiş çirkin görülmüş bir şeydir. Tasavvufun ön gördüğü haller bir kişinin bakış açısında olduğu müddetçe değil bir kitabı okuma, bir tasavvuf büyüğünün yürüdüğü yolu bile öğrenmek, ayağını bastığı taşı bile öğrenmek tasavvuf yolunda insanın işine yarar. Ama o halden uzaksa… Aynı İslam gibi, nasıl biri Müslüman olmadığında Kabe’ye de gitse bir işe yaramıyor, imanı bozuk olduktan sonra alnı secde de çürüse bir işe yaramıyor, Kur’an okusa da gırtlağından aşağı geçmese, sinesine inmese o Kur’an bir işe yaramıyor. Bir sürü hadis okuyan müsteşrikler, papazlar var. Vatikan’da hadis bölümü var, ayet bölümü var, Kur’an bölümü var. Bu insanlar okuyorlar fakat mümin olmuyorlar. İmana götürdükten sonra her metin, her taş, her kıl, her toz hepsi birer ilimdir. O bakış açısını kazanmak içinde ille de kitap lazımdır demiyoruz. Ama kitap faydalıdır ki Allah da zaten Kur’an’ı, ayeti göndermiştir.
Tasavvuf felsefesini günlük hayatımıza nasıl adapte edebiliriz?
Günlük hayatımızda bizi alakadar eden şeylere bakalım. Ben kendi nefsimden misal vereyim. İyi yemeği, iyi giyinmeyi, iyi çevrede bulunmayı, iyi evde yaşamayı gibi dünyevi şeyleri çok seviyorum, Bunlar bende ‘ben sahip olayım’ duygusunu uyandırıyor. Ben bunlara sahip oldukça benim sevgim artmıyor, saadetim artmıyor. Bir ev alıyorum daha iyisini almak istiyorum, bir elbise alıyorum ama eskiyor, güzel yemek yiyorum ama obez oluyorum şişmanlıyorum değil mi? Bir sıkıntı var orada istediklerimi tatmin ettiğimde sıkıntı duyuyorum. Başka, bunu isteyen başkaları ile çatışmalarım oluşuyor. Aynı dünyada yaşadığımız zaman çatışma oluyor. Başka, çocuğum var diyorum, arkadaşım var diyorum iletişim sıkıntısı çekiyorum. Sonra bir yandan da beni kemiren bir duygu var. Ben bu kadar sene yaşayıp toprağın altına girmek için mi yaşıyorum. Yani bu kadar bana özenilmiş, ben neticede toprak mı olacağım… Yani n’olucak benim halim? Ahiret desem acaba bana uzak mı yakın mı? İşte bunlar beni hiçbir zaman rahat bırakmıyor. Benim huzura ermem için bu soruların cevabını almam lazım. Neden? Çünkü hayvan değilim. Hayvanın böyle bir hikmet arayışı yoktur. İnsan hikmet aradığı zaman insan kabul edilir. Dinde de insan, derdi olan adama derler. Dertsiz olan insana insan denmez. O halde benim bu dertlerimi tatmin etmem ve bunların niceliğini, niteliğini öğrenmem lazım. ‘Ne kadar çok derdim var, ne kadar az dermanım var?’ İşte bunu kendisine soran her insan tasavvufun potansiyel bir talebesidir. Niye benim sevdiklerimle böyle oluyor, niye sevdiklerime ulaşamıyorum, niye nefret ediyorum, niye kıskanıyorum, niye merhamet ediyorum ya da edemiyorum, niye başkasının derdiyle dertlenemiyorum… Bu kadar telekomünikasyon ve iletişim ilerlediği halde niye ben hala aile içinde bile derdimi anlatamıyorum. Böyle bir sıkıntıyı çeken insan varsa zaten hayata tatbik edilir bir şey arıyor demektir. Tasavvufun talebesidir. İşte tasavvufun tatbik edilmeyiş kısmı benim hayatım, hayata tatbik edenler ise işte bu tasavvuf büyükleridir.
Namaz kıldıktan sonra yeri bile öper sufi, yer ile öpüşür. Secde ettikten namazı bitirdikten sonra hemen dönüp kalkmaz. Döner secde ettiği yeri öper öyle kalkar. Yerle bile helalleşir. Bu manayı düşündüğümüzde ne kadar ihtiyacımız var tasavvufa sorusunu sorduğumuzda, o zaman tasavvufun yaşanılabilir veya yaşanamaz olduğunu, günümüz insanına ne kadar hitap ettiğini bence öle anlamak daha doğru olur. İhtiyaca göre, yoksa soru şöyle olur tıbba benim ne kadar ihtiyacım var. Tıbba ihtiyacımız ne kadar vardır? En önce sadece hasta olduğumuz zaman zanneder insanlar, halbuki her noktada tıbba ihtiyacımız vardır. Ama bu sizin merak ettiğiniz ölçüde hayatınıza yansır. Sizin merak etmediğiniz sahalar hakkında acaba neler lazımdır, tıp neleri alakadar eder sorusunun cevabı yoktur. Her insanda değişir. Tasavvuf bu manada açlık çeken insanın, sevgiye ihtiyaç duyan insanın aldatmaması aldanmaması için yolda bulunması gereken, gönlünde fikrinde bulunması gereken bir hal ilmidir.
Üç tip insan-ı kamil vardır
Tasavvufi bir kavram olarak insan-ı kamilden bize bahsedebilir misiniz? Kamil insan olma mertebesi ne demektir?
İnsanlık tarihine bakın, insanlık tarihinde birçok fikir zuhur etmiştir. Birçok inanç vardır, din adına insanların kabul ettiği. Ve Allahü Teala’nın beyan ettiği hakikatler vardır. Fakat dikkat edin insanlar bu fikirlerin arkasından gitmezler, bu fikri temsil eden insanların arkasından giderler. Yani insan-ı kamil demek, birinci tasavvufta kullanılan mana insanlar hep fikirlerinde, insanların arkasından gider dedik ya Allahü Teala terbiyenin sahibidir. Fakat terbiye etme işini insana vermiştir. İnsan insan ile terbiye olur. O sebep ile peygamber göndermiştir. Hayatta sevdiğiniz ve nefret ettiğiniz şeylerin hemen hemen hepsinin altında ya insani algılamanız ve insandan onu öğrenmeniz vardır. İnsandır sizi terbiye eden aktaran.
Tasavvuftaki insan-ı kamil de odur. İşte bu Cenab-ı Hakk’ın rızasını tahsil eden, mahlukata sevgisini ve merhametini oluk oluk veren, kendi nefsi için paye istemeyen fakat herkesin ihtiyaç duyduğu ve insanlar arasında diğer insanlar gibi olan- bunun da altını çizmek istiyorum- insanlar arasında gökten ışınlanarak gelen değil de senin, benim gibi olan fakat kullukta böyle göründüğü halde gönlü daima Allahü Teala’nın kendisine verdiği dersi okumak için etrafta uyanıkça ve o dersi tahsil etmek için her şeyde Hakk’ın dersini ve müfredatını gören bir insandan bahsediyoruz. Bu kamil insan, bir, peşinden gidilen kamil insan olduğu gibi bir de şahısların her birinin kamil insan oluşu vardır. Şöyle ki, mükemmel bir insan modeli, örneği karşısında durur insanın fakat aynısı olma şansı herkeste olmayabilir. Hatta bunu Efendimiz olarak düşünürsek, Efendimiz’in s.a.v misli gibi yoktur. O ekmel-i mahlukattır. Kamilin de üstünde ekmeldir. Peki ne olabilir? Benim kabım nispetinde, ben kendimdeki kabiliyeti ortaya koyabiliyorsam ben de kamil insanım. Ne kadar çapım var benim, 30. 30’luk yaptığım zaman ben bir kamil insanım ama benim kamil insan oluşum bir başka kişinin 30’luk yapması veya 20’lik oluşu onun nafiz olduğunu göstermez. Çünkü o kişinin belki 15’lik potansiyeli vardı, onu aştı. Allahü Teala hepimize aynı dereceden sual etmeyecek. Sorduğu soruların hepsini idrakımıza göre isteyecek. Benim 100 olma kapasitem vardı ben bunu 90’ını kullandıysam, ben eksik bir insanım. Sizde 200 olma kabiliyeti varsa siz 180 kullandıysanız, beni geçmiş olabilirsiniz ama siz de eksik olabilirsiniz. Buradaki ölçü budur.
İnsan-ı kamil tasavvufta 3 manada kullanılır. Birincisi Efendimiz s.a.v, tek, yegane. O’nu konuşmayalım bile, o zaten kategori dışı. İkincisi, bu yolda, insanın gidebileceği yolda takip etmesi gereken kamil, mürşid veya pir. Üçüncüsü de bunların yolunda giderken bir insanın kapasitesini doldurması, o da insan-ı kamildir. Bu kadar yapıyorum diyebilmesi fakat onu yapıncaya kadar da her şeyini ortaya koyması. Herhangi bir lise talebesi veya ilköğretim talebesi bile ancak ben bu kadar çalıştım sözünü kendi kendine muhasebe edebilir. Eğer çalışmadığı bir şeyler varsa onun da muhasebesini hocasından evvel verebilir. Biraz daha çalışabilirdim der, vicdani muhasebede. Allah bu oto kontrol sistemini muhasebe yapmamız için bize yerleştirmiştir.
Muhasebe yapmamız için bize yerleştirmiştir. Bunun Hakk’a çalışan kısmına vicdan denir. Vicdan ‘vecede’ kökünden gelir. Vecede bulmak demektir. Hakk’ı bulan adamın vicdan olur, Hakk’ı bilmeyen adamın vicdanı olmaz. Taklidi ahlaki olur, başkasını düşünüyormuş gibi yapar. İşte Amerika, işte Rusya süper güçler… Uzaylara gidip insanlara yeni yeni hayat yerleri aranırken soruyorum size, Afrika’da niye insanlar aç acaba? Niye insanlar bombalanıyor? Gerçekten mi bunu istiyorlar? Hakk’a yakın olan insanda vicdan olur, ötekisi taklittir. Vicdanım var diyen insanın Hakk’ı tanıması lazımdır yoksa vicdansızdır. Hakkı tanıyan bir insan o güzelliği fark eden bir insan düşündüğünde şunu da yapabilirdim der veya ancak bunu yapabiliyorum der. Allahü Teâlâ’nın öğrendikten sonra başkalarından bu ilmi alamaya çalıştıktan sonra bu kadarını yapabiliyorum Yarabbi deyip de Allahü Teâlâ’nın gel de şimdi ben seni o zaman bu menzile çıkartayım dediği zaptlarda insani kamillerdir.
Yani bu yolda ilerleyene kayıp yoktur o yüzden tasavvuf yolcuları kainat kullananı beri her zaman daha çoktur. En çok zümre en kalabalık zümre bu zümredir çünkü burada zarar etme diye bir şey yoktur, terk etmedikten sonra Hak için bulunduktan sonra şöyle bile bakana rahmet vardır.
Bir Mevlana’dan önce var bir de Mevlana’dan sonra
Mevlana’nın Mesnevi’sini okurken içinde neler buluyorsunuz?
Bir M.Ö. ve M.S var. Milattan önce ve Milattan sonra diyorlar. Bir de Mevlana’dan önce, Mevlana’dan sonra, benim hayatımda da var bu. Ben Hz. Mevlana’ya gittiğim sıralar, ben ona gidiyorum ve onu okuyorum zannettiğim sıralarda Hz. Mevlana benim için çok güzel sohbet eden insandı, çok güzel hikayeler anlatan, insanı şaşırtan bir insandı. Fakat o zamanlarda ben 60, 70, 80 sayfa Mesnevi okuyordum. Fakat bir zaman sonra Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi Efendimiz’in anlattıklarının hikaye olmadığını ve insanın ta kendisi olduğunu seyid üsluptaki durakları tek tek anlattığını görünce bendeniz hali hazırda şuan Mesnevi’den 30-40 beyitten fazla okuyamıyorum bir oturuşta. Bazen iki beyitte takıldığım oluyor ama en fazla okuduğum 30 beyit bu da iki sayfa tutmuyor. Yani öyle çiğneyip tükürülecek bir şey değil Mesnevi beyitleri. Çok dehşet şeyler birebir menzili anlatıyor birebir sizi anlatıyor.
Onun şerhiyle beraber içine girdiğinizde siz orada lazım olan benliğinizi, hiç sevmediğiniz benliğinizi, şahsiyetinizi, egonuzu, enaniyetinizi, hüviyet-i hakkınızı anlattığını fark edince ki hüvviyeti hak şu anlama gelir, benim nüfus cüzdanım olduğu gibi bir de Hakk’a gösterebileceğim hüvviyetim var. Başka hüvviyet kabul etmiyorlar, örneğin havalimanına gittiğinizde öğrenci kimlik kartınızı kabul etmiyorlar nüfus cüzdanını istiyorlar. Orda geçen bir kimlik var ona hak hüviyeti deniyor. Yani Allahü Teâlâ’nın senden istediği, ben alemleri bilinmeklik için yarattım, bilebilecek olarak da seni yarattım. Sen bu bilginin neresindesin diye sorduğunda, bilemedim demek için bile söz hakkının olabilmesi için bir hüviyetin olması lazım. İşte tüm bunları anlattığını fark edince Hz. Mevlana’nın, senelerce tartışan, onunla bununla çekişen, tartışma dosyaları münakaşa dosyaları hazırlayan ben Hz. Mevlana’dan sonra ne kadar elimde buna benzer delil varsa, bunları yok etme ve altındaki belgesiz, delilsiz, huccetsiz, onlar acaba bana ne giydirecek diye beklediğim zamanlardır ki bu M.S’dir, Mevlana’dan sonraki kısmı.
Hz. Mevlana, söylenmemiş söz bırakmamıştır. Bugün herhangi dünyevi bir mevzu alın, siyasi bir mevzu alın veya Kur’an’dan bir mevzu alın, gelin getirin konuşalım, ben size Mesnevi’den cevap veremezsem bu hususta, bu söylediklerimin hepsini yalan kabul edebilirsiniz. Ama bu hususta da iddia ediyorum, bugün kimin tartışılan mevzusu varsa Mesnevi’de onun cevabı vardır.
Hz. Mevlana insanlık için Allah tarafından gönderilmiş bir lütuftur
Neden? Bir okudum oradan biliyorum, iki Kur’an-ı Kerim’in tefsiridir. Kur’an-ı Kerim’de küçük büyük hiçbir şey eksik değildir diyor Hz. Allah. Hepsi mevcuttur diyor. ‘Göre nedir görene ? Köre nedir köre ne?’ diye bir söz vardır. Hz. Mevlana’nın Mesnevi’si şiir değildir. Zaten kendisi de söyler, “Ben şiiri hiç sevmem, nefret ederim ama insanlara aktarmak için bu şiiri kullanıyorum” der. Hz. Mevlana şair değildir bu mutasavvıf da değildir. Mutasavvıf, tasavvufu hayatında yaşamak için değil, öğrenmek için tahsil eden adamlara derler. Hz. Mevlana sufidir. Felsefeci, feylosof değildir, velidir.
Allah’ın ulema-i muhakkikin denilen alemlerindendir ve hali hazırda 700-800 sene evvel hali hazırda insanları ruhen irşad eder, kendisi hakkında yazılan eserlere bile bizzat müdahale eden, edebilecek bir Allah velisidir. Görünmedikten sonra olabilir, Efendimiz’le aynı yerde yaşadığı halde Efendimiz’in mürvetinden haberdar olmayan bir alay insan vardı. Başkalarının bunu bilmemesi onun öyle olmadığını göstermez ama bir gerçek vardır ki yetiştirdikleri eserleri ortadadır. Bugün hala bizim 70-80 senelik tarihimizde araştırma konumuz istenmez, sanata model istenmez bizde. Ama hala Hz. Mevlana istenir. Biz kürsüsünü kurmamışızdır, şuan yurtdışında 30’dan fazla Mevlana kürsüsü vardır. Hangi bakış acısıyla bakılırsa bakılsın birazcık derinleştirildiğinde Hz. Mevlana’nın insanlık için Allah tarafından gönderilen bir lütuf olduğu anlaşılır.
Mesnevi’nin ilk kıssası olan padişah-cariye kıssasının şerhini yayımladınız. Kitabınızdan biraz Bahsedebilir misiniz? Bu kitap nasıl bir ihtiyacı karşılayacak?
Padişah Cariye Kıssası, anahtar kıssa mahiyetindedir. İnsanlar Mesnevi okusun diye konuşuluyor fakat günümüz insanına hitap edebilecek bir mesnevi metni bulmak zor, bilhassa gençlere. Mesnevi okudum, anlamadım, acayip bir hikaye anlatmış diyor. Orada da kuyumcuyla cariye falan var, ‘ne iştir bu’ tarzında bir algılamaya yol açıyor
Yani iki üç farklı tip çıkıyor ortaya. Mesnevi’ye yönlendiriyorsunuz hiç anlamıyor, bakıyor, bakmıyor bazısı lirik kısmına şiir kısmına takılıyor, bazıları hikayelerine bakıyor. ‘Hz. Pir dindar adammış ama bayağı da teferruat vermiş, roman yazmış, dizi filmi tarzında mübarek’ gibi alaylar oluyor, bazıları da çok abartıyor. Nasıl abartıyor? İslam fikrinden ayrıymış gibi onu incelemeye kalkıyor. Böyle bir şeyi yapmayın etmeyin demek yerine fiilen bir hizmette bulunmanın uygun olduğunu epeydir düşünüyordum. Etrafımın ve hocalarımın teşvikiyle bu eseri kaleme almak mecburiyetinde kaldım. Bir çok şerhten bir süzmedir ama aynı zamanda günümüz gençliğinin kullandığı lisanda yakın ifadeler vardır. Tabi bazı paragraflar ağır gelebilir, onun da sebebi anlattıklarımızın hikaye olmadığı belli olsun ve ilmi kaynaklara da indiğimiz anlaşılsın diyedir.
Bu kıssa ile biz giriş faslını anlattık
Padişah cariye hikayesinde anlatılan insanda, normal olarak pek dış etkiye maruz kalmamış, normal bir hayat sürmüş, çok kötülüğe maruz kalmamış, nispeten fıtraten orta halli bir insanda bulunan kalp, ruh, nefis havas-ı hamse dediğimiz beş duyu organı ve bu beş duyu organın altındaki yine mütefekkire gibi kuvveti vahime gibi kuvvetler korku, heyecan, nefsi emare, heva heves, şehvet, akıl, bunlar bir insanda nasıl bir halde bulunuyor ve nelerle temasa geçince harekete geçiyor, Padişah Cariye hikayesi bunu anlatıyor. Oradaki padişah aklı maadı, diğer sahte hekimler aklımı maaşı yani hayvani aklı, cariye nefsi, gerçek hekimin kalbi anlatıyor. Şimdi koskoca bir esere var ve ilk kıssa anahtar mahiyetinde de bu.
Hz. Mevlana burada anlatılan, kıssa da geçen remizleri idrak edersek, onun üzerine ilave edilecek şeyleri getiriyor. Hepsi remizdir bunların, padişahtan kasıt nedir, saray nedir, sarayın dışı nedir. Semerkant diyor mesela, niye Semerkant demiş? Bunu bile boşa kullanmamış. Semerkant’ta bir kuyumcu derken neyi kastetmiş? Nefsi emmare şehrini kastetmiş, neden, hepsini remizlerle kastediyor. Peki neden bunu dosdoğru anlatsa da anlamasak? Hangi şey dosdoğru hayatımızda… Siz sofraya oturduğunuzda 300 karbonhidrat, 200 protein, 500 yüz de vitamin verir misin diyor musun? Hayır, kendin şekle, forma soktuğun şekilde istiyorsun, bu da bir estetik meselesidir. O estetiğe uyduğunuzda gayri ihtiyari oradan geçebilecek bir kıvama geliyor vücudumuz. O sadece bilgi olarak alındığında işinizi görmüyor. Çünkü siz estetikle yaratılmış bir dünyada yaşıyorsunuz. Kendi estetik duygunuz da var onu o şekilde gösteriyor. Bir de evinizin bir kapısı vardır, tülü vardır, sizin kendinizi göstermek istediğiniz kişiye bile giyindiğiniz bir elbise vardır. Derece derecedir. Yabancıya karşı duran yanınız vardır, orta halli bir de daha özelinizde yaptığınız tefli şat veya giyim kuşamınız vardır. Aynı bunun gibi Arapça da beyit ev demektir. Beyitlerle anlatıyor Hz. Pir, ev ev… Bu eve mahrem olabilmek için kapıyı usulcacık tıklatmanız lazım, içeri dahil olmanız lazım. Mesnevi şerhinin ilk kıssasında, biz kapıdan içeriye giriş faslını anlattık, eğer insanlar orda edebi şekilde oturursa diğer kıssaları da anlar diye düşündük.
Tasavvuf felsefesini anlamak isteyenler için hangi kaynakları okumalarını önerirsiniz?
İlk önce ilmihal okumalarını tavsiye ederim. Yani Allah nedir? Hangi Allah’a inanıyoruz? Meleklere inandılar da meleklere dişili erkekli zanneden insanımız çoktur. Bir kere Amentü’yü çok iyi bilmesi lazımdır. Yani tasavvufu öğrenmek isteyen bir kişi tüm ilmihali bilecek. Sonra da kendisine Cenab-ı Hakk’a iman ettiği zaman mükellef olduğu ibadetler hakkında bilgisi olacak. Hiç olmazsa tasavvufu hakikaten sinesinde, içinde hissedebiliyorsa o sevgiyi zikretmesi lazım, sevdiğiyle beraber olacak şekilde, onları öğrenebilecek amelleri yaşaması lazım. Çünkü neden? Sevgiliyle yakınlaşmanızı sağlayan ameller olduğu gibi sevgiliden uzaklaştıran ameller de vardır. Sevmediği bir şeyi sevdiğiniz birisine yaparsanız, vurup masadan kalkabilir mesela, sevdiğini bilmek zorunda olduğunuz gibi sevmediğini de bilmek zorundasınız. O zaman sevgiyi, sevgiliyle tasavvufta anlatılan Hakk’la arasında perde olabilecek ve o sevgiye sekte vurabilecek amelleri de bilmesi lazım. Bir kere bu tahsili yapmak için lazım olan kitapları alması lazım. Fıkıh bilgisinden sonra Kimya-yı Saadet’i okuyabilir, Mantıku’t tayr, Müzekkin Nüfus Eşrefoğlu Rumi’nin, Abdülkadir Geylani’nin El Fethü´r Rabbani’sini ve bu arada Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sine başlayabilir. Ama bunlarla beraber daima okuması gereken, Efendimiz’in ve hayatı sahabenin hayatıdır. Bir de ilaveten rahatlamak için Nefahatü’l Üns’ü veya Tezkiretü’l evliya’yı okuyabilir. Bunların hepsinin tercümesi vardır Türkçe’ye. Bunları okuduğu zaman hem merakı artacak hem bilgisi artacak. İlim insanın manevi açlığını artırmıyorsa o ilim değildir, ona başka bir şey karışmışıdır. İlim tatmin olmayan bir insanların girebileceği sahadır ve bilmiyorum dedikçe açılan bir sahadır derler.
Batılılar bizden daha evvel Mevlana’yı keşfettiler
Son yıllarda Mevlana, Mesnevi ve Şems gibi unsurların toplumda çok öne çıktığını görüyoruz. Bunlarla ilgili kitaplar, sosyal paylaşım sitelerindeki paylaşımlar ya da TV programlarında sohbetlere çokça rastlanır oldu. Bundan hareketle toplumumuzun günümüzde tasavvufa ilgisinin fazlalaştığını söyleyebilir miyiz?
Biz batılıların, yaşadığı iflası çok sonraları yaşamaya başladık. Sanayi devrimiyle yaşadıkları ahlaksızlık boyutunu biz daha geç sanayileştiğimiz için daha geç yaşadık. Onlar daha erken yaşadıkları için bu iflası bizim kaynaklarımıza bizden daha evvel müracaat ettiler ve onlar Mevlana’yı keşfettiler. Biz keşfetmek hususunda da onları taklit ettiğimiz için Mevlana’yı keşfederek başladık. Batılı bir keşif var burada, bu insana mahsus bir keşif yok henüz. Ve en önce onların keşfettiği Mevlana’dan yola çıktık. Kolay çünkü, hazırlanmış birçok şey ortada, bir kere hadiseyi böyle görüyorum. Bu birincisi, iki, daha önce de belirtmiş olduğum gibi hayatında belli sıkıntıları çeken insanlar tasavvufa daha çok mehil edeceklerdir dedik ya, işte o çıkıyor.
İinsanların ailesindeki yaşlı sayısı azaldı, ihtiyar insanla oturma sayısı azaldı. Eskiden 10 nüfuslu aileden iki kişi çalışıyordu, 10 nüfusa bakıyordu. 10’u birden çalıştığı halde para yetmez oldu, bereketsizlik oldu. Her şeyi elimizle yapıyorduk, ben 10 sen filan evde cam sildim, evi temizledim erkek çocuğu olarak fakat biz yine ailecek oturup konuşabiliyorduk. Her şeyimiz otomatik oldu, temizlikçi kadın da var şuanda ama biz oturup konuşamıyoruz… İnsanlar insanlığını kaybetti. İnsanlar hiç bu kadar hakaret görmedi bu asırdaki kadar, hiç bu kadar kan dökülmedi, hiç bu kadar hastalık olmadı, hiç bu kadar birbirine karşı düşmanlık olmadı. Manayı kaybetti çünkü…
Bu ne ki… Bunlar son zamanlarda falan değil. Bu çok mühim elzem bir ihtiyaç olarak karşıya çıkacak. En önce keşfedilmişlerden ortadaki olanlar bakıncaklar bu da bir müddet sonra gidecek, bunlar da bir müddet dünyevileştirilecekler size söyleyeyim. Bunlar da materyalist ve kapitalist sistem içerisinde bir müddet öğütülecek. Ama sonradan Hz. Mevlana’nın esas temsil ettiği insan tipi ortaya çıkacak. Hz. Mevlana değil, onun temsil eden insan tipi. Çünkü Hz. Mevlana tasavvuf sahasına yeni hiçbir şey getirmemiştir, sadece olanı farklı şekilde sunmuştur. İnsanlar Cenan Pir’in yaptığı şekilde o gününün insanını kurtarmıştır o günün insanının, siyasetçisinin, tüccarının hatta sefil arzular üzerine peşinden koşanların bile ihtiyaçlarını görecek şekilde onları düzenleyecek bir sistem ortaya koymuştur Hz. Pir. Günümüz insanı bunu da taklitle yaptığı için öteye geçemiyor. En sonunda onlar da Hz. Pir gibi bir icat etme bu aşkla insanına yarayan, vatanına yarayan, insanlığa yarayan bir muhabbet teessüs etme gayretine girecekler. İşte asıl o zaman tasavvuf kendisini gösterecektir diye düşünüyorum. Şu anda senelerdir akmayan nehirden bazı sular akıyor akmakta… Ama elbet sular hem mecranı bulacak, hem de mecrayı temizleyecek ve esas orda anlatılmak istenen şey, güzellik ortaya çıkacak diye düşünüyorum.
on5yirmi5