Bir ilim/bilim olarak fıkıh

İslam
Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı… Fıkhı bir Kur’an-ı Kerim kavramı ve bir bilgi türü olarak anlatmaya çalıştık. Bir ilim/bilim olarak fıkha gelince, bunun tabiîn döneminde ve ...
EMOJİLE

Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı…

Fıkhı bir Kur’an-ı Kerim kavramı ve bir bilgi türü olarak anlatmaya çalıştık. Bir ilim/bilim olarak fıkha gelince, bunun tabiîn döneminde ve özellikle de Ebu Hanife (v.150/767) ile birlikte şekillenmeye başladığı söylenebilir. Böylece İslamî ilimlerde usulü’d-din ve furuu’d-din olarak iki temel alan belirmiş oldu. Birincisi dinin olmazsa olmazlarını, yani iman esaslarını, akideyi, ikincisi de böyle sağlam bir akide üzerine kurulu fiili sorumlulukları anlatır. Furuu’d-din kısaca ‘efâl-i mükellefîn’, yani sorumlu ve yükümlü sayılan insanın fiilleri olarak da bilinir. İlm-i hal de fıkıh bütünü içerisindedir.

Dinin akide boyutuna, Ebu Hanife fıkhın yine kelime anlamıyla ‘el-fıkhul-ekber’, yani en önemli konuların fıkhı/anlaşılması demiştir. Daha sonra sadece kulun fiilî sorumluluklarına, yani efal-i mükellefine fıkıh denecektir.

Bilahare tasavvuf da, fıkhın dışında olmadığını ihsas ettirmek için kendisine fıkh-ı bâtın; duygu eğitimi ve nefis tezkiyesi fıkhı, yani için fıkhı diyecektir. Böyle olunca fiillerin fıkhı da, dışın fıkhı, yani fıkh-ı zahir olmuş olur.

Mükellefin hiçbir eylemi fıkhın vereceği hükümler dışında değildir. Mükellefin her bir eylemi Şari’/şeriat koyucu tarafından ya istenen, ya yasaklanan, ya da serbest bırakılan/mubah olan bir fiildir. İstenen ve yasaklanan fiiller de siyah beyaz gibi tek boyutlu değildir. Mekruhtan harama, müstehaptan farza pek çok kademeleri vardır.

Bu ilim anlamındaki fıkıh kavramı ilk oluştuğu andan, modernleşme sürecine, yani Müslümanların Batı uygarlığı karşısında mağlubiyeti kabul edip onlara öykünmeye başladıkları 1900’lerin başlarına kadar ‘fıkıh’ olarak kaldı ve bütün mezheplerde fıkıh hem ibadet, hem ahlak ve temizlik, hem de hukuk konularını içeriyordu. Medresenin yerini fakülteler alınca bilimler daha alt dallara ayrıldı ve fıkıh ‘İslam İbadet ve İnanç Esasları’ ile ‘İslam Hukuku’ dallarına bölündü. Ömer Nasuhi Bilmen hocanın fıkhı, ‘İslam İlmihali’ ve ‘Hukuk-i İslamiyye Kamusu’ diye ayırması da bu parçalanmanın bir sonucudur. Ondan önce bütün ihtişamına rağmen Mecelle için de böyle bir eleştiri getirilebilir mi bilmiyorum. Oysa bizim geçmişimizde ‘İslam Hukuku’ diye bir bilim yoktur. Çünkü ahlak ve iman boyutu fıkıhtan ayrılırsa, onun hukuk kısmı tek başına İslam Hukuku olmaz. Kaldı ki, fakültelerimizde İslam Hukuku diye anlatılan konuların bütünüyle İslam’ın hukuku olduğunu da söyleyemeyiz. Çünkü bunlar, bugün adına doktrin denen beşeri içtihatlardır. İçtihatlar zamana ve zemine göre değişir. Bir Mecelle kaidesi olarak ‘ezmanın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz’ kuralı bunu anlatır.

Buna karşılık fıkıh verdiği her hükümde imanı ve ahlakı da hesaba katmak zorundadır. Çünkü din genel olarak, insanın yararına olanı ona kazandırmak, zararına olanı ondan uzaklaştırmak için vardır. Bunun her iki yönü de insan için maslahattır, ama zararı defetme maslahatı, yararı celbetme maslahatından önceliklidir. Mecelle bunu ‘def’i mazarrat celb-i menafi’den evladır’ diye kurallaştırmıştır. Merhum Sabahattin Zaim Hoca’dan duymuştum: “Hocamız Ebulula Mardin İslam Hukuku ile Roma Hukuku arasındaki en temel farkın bu kaide ile anlatılan şey olduğunu söylerdi.” Yani İslam’da zararın giderilmesi, Roma Hukuku’nda ise yararın elde edilmesi önceliklidir.

Yazının devamını okumak için…