Bir Cübbeliye Karşı Üç Cübbesiz

İslam
Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı… Dün bir hadis ve bir de tefsir hocası dost fakiri beraberce arayıp, üç malum zatın bir televizyon programında, adetleri üzere hadislere ve öz...
EMOJİLE

Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı…

Dün bir hadis ve bir de tefsir hocası dost fakiri beraberce arayıp, üç malum zatın bir televizyon programında, adetleri üzere hadislere ve özellikle de fıkha verip veriştirdiklerini söylediler, arkasından da hoca, bu insanlara cevap vermeyecek misin diye bizi tahrik etmeye çalıştılar. Aklıma hemen şöyle diyesim geldi; şimdiye kadar bu zevat hadisleri ‘tarihin çöplüklerindeki bilgiler‘ olarak niteliyorlardı, hadisçi olarak ses çıkarmadınız. Şimdi fıkha da saldırınca, hoca bak senin alanına girdiler, konuş demeye getiriyorsunuz. Espri tabii.

Bu arada kavis içinde şunu söyleyeyim: Allah’ın Rasulü’ne nispet edilen bir söz, zayıf ise, elbette onunla amel edilmez ama birazcık edebi olan birisi onu çöplükteki bilgi olarak da niteleyemez. Şems’le Mevlana’yı hatırlayın, ona üstadın geldi demişler, müjde olarak çıkarıp cübbesini vermiş. Bir başkası, bu haberin yalan olduğu açık, neden cübbeni verdin diye sormuş, böyle bir haberin yalanına bile ben cübbemi veririm, doğru olsaydı varın siz hesaplayın, demiş. Umarım bunu da menkıbeyle hadis savunması olarak almazlar, sadece ifade ettiği nükte için söyledim.

İki aydır İstanbul’dan da televizyon ve gazeteden de uzağım, bu zevatın ne söylediklerini izlemedim, hala da söylenen bir iki cümle dışında bir şey bilmiyorum, ama önceden beri söyledikleri belli, söylesinler, çok da kale almamak lazım. İki sebepten dolayı: Birincisi böyle zatların sorumsuzca sözleri o kadar çok ki, hangi birisine cevap verebilirsiniz? Bunu yapmaya kalkarsanız ömrünüz kırılanları tamirle geçer, yeni bir şey yapamazsınız. İkincisi, bu biraz da normal bir durumdur. Tarihte de hep böyle olmuş. Müslümanların zayıf düştükleri ve nasla aklı birleştirme becerisi gösteremedikleri zamanlarda birileri aklı nassın önüne geçirmiş ve kendilerince samimi olarak bu vartadan çıkış yolu aramışlar. Şimdi bu insanların da bendeniz samimi olduklarını düşünüyorum. Ne var ki, bazen enaniyet, ucub ve kişisel zaaflar samimiyeti gölgeler.

Yunan felsefesinin İslam dünyasını istilası karşısında Mutezile ve İslam falasifesi/felsefecileri böyle doğmuş. Bunun aksülameli olarak da yine İslam mütefekkirleri nasla aklı birleştirme ihtiyacı duyup onlara gereken cevabı vermişler. Yani süreç tabii cereyan etmiş, fikir fikirle giderilmiş. Şimdi de olacağı budur. Yani bu çıkışlar hakikatin ortaya çıkması için bir bakıma olumlu bir tahrik olarak da görülebilir.
Ne var ki, seçilen platform da anlamlı. Oraya önce Cübbeli çıkartılıp alaylı tahriklerle aklına geleni söylemesi sağlanıyor, sonra da bunun tam öbür ucundaki cübbesizler konuşturuluyor ve izleyenlere, evet bunların söylediği daha makul dedirtilmeye çalışılıyor gibi. İşin bu tarafını da değerlendirmeye almak lazım.

Tarihte bu işi en iyi İngilizler yapmış. İslam Dünyasındaki aykırı fikirleri sürekli desteklemiş ve Müslümanlar arasında kavgayı körüklemişler. Şu Kızılderili atasözü ne kadar da anlamlı değil mi: ‘Bir gölde iki balık kavga ediyorsa oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir‘. Şimdilerde DAİŞ de bu politikanın bir ürünü. ‘Kuran İslamı’ ucubesinin mucidi olan Sör Ahmet Han’ın da ilk çıkışında samimi olduğunu sanıyorum. Sonra İngilizler onu emelleri için kabiliyet görüp Sör unvanına kadar yükseltmişler. Bizimkileri de İngilizler destekliyor paranoyası yaşamıyorum elbet. Zaten onlar da hep belli bir kabiliyetten sonra meseleye el atarlar. Ama bu işin böyle bir ucu da var demek istiyorum.

Enaniyet, ucub ve kişisel zaaflar‘ dedik, bir örnek vereyim; yetkili hadis hocalarımızın bu zevat ile cebelleşmeyi belki de zül saydıkları için olacak, bunlar hadisleri ‘çöpe atıyorlar’ da buna ses çıkarılmıyor. Bunu hadislerin beşer bir peygamberin sözü olduğu için değil, tevsiklerine güvenilemeyeceği gerekçesiyle yapıyorlar. Ama bunu yaparken de Hz. Ömer’in, hadisler gibi bir senedi dahi bulunmayan ‘bize Kur’an yeter, başka kitaba gerek yok‘ sözünü mesnet alıyorlar. Menâkıp, megâzi ve tarih kitaplarındaki bilgilerin tevsik bakımından hadislerden çok gerilerde olduğu ve bunlardaki bilgiler üzerine hüküm bina edilemeyeceği her ehli ilmin malumu iken bu kabil kitaplarda Ebu Hanife’ye ya da Buhari’ye yapılan hakaretleri mesnet alıp, bakın bugün bizler eleştiriliyorsak biz de Ebu Hanife ve Buhari gibi büyük olduğumuz için eleştiriliyoruz demeye getiriyorlar. Çok çirkin. Daha da çirkini, meselâ Ebû Hanife’ye, akılcı yaklaşımı sebebiyle can simidi gibi tutunan bu zevat, akılcılıkta o kadar ileri gidiyor ki, yeri geldiğinde “Ebû Hanife ne anlar Kur’an’dan!” diyebiliyor. Yani bunlar “büyük”leri sadece üzerlerine basarak yükselecekleri basamaklar olarak görüyorlar.

Bütün mesele usulsüz ve mesnetsiz konuşma meselesi, yazdıklarını çizdiklerini önce ilmi mahfillerde tartışıp ‘rusûh’ elde ettikten sonra konuşabilme sabrı ve tevazuu gösterememe meselesi, enaniyet meselesi. Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Peygamber’in ve Sünnet’in yerini ve kadrini hakkıyla takdir edememe meselesi.

Şunu da söyleyeyim, fıkhın ne olduğunu bilmeyen insanların onu DAİŞ’in mesnedi olarak göstermeleri de bir cehli mürekkeptir. DAİŞ fıkhı ve mezhepleri reddediyor, Kur’an-ı Kerim ayetlerini fıkhetmeden doğrudan anladığını sandığı için bunu yapıyor. “Müşriklerin tamamını öldürün, onları gördüğünüz yerde boyunlarını vurun‘ anlamındaki ayetleri yanlış anladıkları için yapıyor. Fıkıh ‘Kelamı anlamaktır‘ efendiler, bunu anlamayanların hali de budur.
Pazar günü Sünnet ile başlayalım inşallah.