İmam olarak vahyi yaşayıp yaşatma çabasındaki Hüseyin Kutlu, hattat olarak da vahyi gözle görülür hale getiriyor.
Fadime Türkölmez’in haberi…
"Çocukluğumdan beri cerrahlara özenir, onların kendilerine has rahatlıklarına ve sükûnet dolu hallerine imrenirdim. Lakin cerrahlara duyduğum bu imrenme, bir hattatın önüne yazı koyduğum gün geçti diyebilirim. Sükûnetin ve daha da ötesi mutmain bir yüz ifadesinin tarifiniKamış kalem ve hat o gün tekrar yaptım ve gördüm ki, hayatımda bir cerrahın dolduramadığı boşluğu, kamışından düşen bir noktayla, hattat çok daha rahatlıkla dolduruyordu. Yani boşluklar dolarken, hayatın boşluklarını görme imkânı da doğuyordu.
İşte o zaman kendime dediğim şuydu: ‘Cerrahın gözlerinde gördüğün son şey, narkozun etkisiyledir; ama hattatın gözlerinde gördüğün, görmekten korkacak kadar sahici yanın olabilir.’ Şimdi ise benim gözümden ‘rabbi yessir’ diyerek, bir hattatın sükûnetini dinlemeye çağırıyorum sizi."
Hocası tahtaya “Elif” yazdığında…
Kim ne derse desin, Hüseyin Kutlu, öncelikle bir imam. Çünkü ancak bir imam; yani imam olmanın bilincindeki biri, sorumluluğu “sevdiceğim” diye tarif edebilir. 1949 yılında Konya’da başlayan hayatı İstanbul’a, yani sanatın merkezine doğru gelmeden önce aslında şekillenmiştir. Zira onun nasıl bir dinî bakışını olduğunu, Kuran’ı Kerim’i bir bütün olarak, asla insan elinin değemeyeceği bir şey olarak düşünmesinden anlayabiliyoruz. İmam hatip lisesindeki hocası tahtaya “Elif” yazdığında zihninde bir şeyler değişiveriyor ve belki de o gün, seneler sonrasının düşünü kuruyor. Evet, bu kutsal kitap artık yazılabilir bir şey onun için. Ve yolu, takvimdeki imzaya doğru kayıyor.
Felsefe mi, imamlık mı?
Felsefe öğretmeni olmak isteyen bir adam, imam hatiplinin önündeki üniversite engeline rağmen, felsefe bölümüne girer. Ve o günkü şartlar gereği, eğitimini daha rahat tamamlamak için vaiz olur. Camiye tatmin olmuş insanların geldiğini düşündüğünden, haftada bir gün vaizlik yapmak onun için zor olmayacaktır; ama bu düşünce daha ilk gün değişir ve kafasındaki cami, cemaat ve imam kavramları ters düz olur. O artık vaizlikten imamlığa bir yol tutmuştur.
Bu arada takvimdeki imza bulunur ve Hamid Aytaç Hoca’nın talebesi olur. Hüseyin Kutlu, hocasının verdiği kamışı halen sakladığını belirtirken, ilk yazdıklarının hocanınkinden daha iyi olduğu düşüncesinde olduğunu ama bunun 4-5 hafta sonra değiştiğini de itiraf etmekten geri durmaz. Okulu, hat derslerinden dolayı seneler sonra bitirirken, diplomasında felsefe eğitimi olan bu adam, 27 yaşında artık bir imamdır.
Köroğlu mu olacaktım, Ferhat mı, Yûnus mu?
Takvimlere bakan, dedesinden dinlediği efsanelerle yetişen bir çocuk en nihayetinde böyle oluyor işte. Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde göreve başladığı ilk gün kendine bunu sormuş: “Ne olacaktım? Battal mı, Köroğlu mu, Ferhat mı; yoksa dövene elsiz sövene dilsiz Yûnus mu?” Bir medeniyetin izlerinin silindiği, üzerindeki hazinenin farkında olmadan yaşanılan bir dönemde “cami” anlamını yitirirken, eserlerimiz hoyratça yok ediliyordu. Caminin etrafına kurbanlıkların konulduğunu ve önce kendine bir sınır belirlemekle yola çıktığını söylerken, “Sen kimsin?” “İmam!” “O halde sorumlusun, yetkin var mı?” “Hayır; ama kendimi yetkili kılıyorum” diyerek, kolları sıvar.
Camide sergi olmaz mıymış?
Ali Paşa Camii ve külliyesi öyle bir durumdadır ki iş kolay değildir. Hele de İslam’ın ortaya koyduğu medeniyet telakkisinin farkında olanlar için, bu hiç de kolay değildir. Ama başlanır. Tek tek uğraşır burayı kurtarabilmek için. Destek bulur mu? Bakış açısına göre değişir; eğer onlar hazireyi düzenlerken gelen, mezar ev arayan polis gücünü sayarsanız, devlet bu mezar meselesine oldukça ilgilidir. Hoca bunu hazmedemese de anlamak zor değildir. İmam olmak, sizi zaten önemsiz, işine müdahale edilen biri kılmaktadır.
Sergiler düzenler caminin bahçesinde. Önce lalezar; daha sonra gül; ama peygamberin her yaşına bir gül amaçlayarak yola çıktıklarında, “camide sergi olmaz” mantığı ile karşılaşacaklarını bilmezler. Engel engeldir ama aşılmaz da değildir. Toplanıp, Cemal Reşit Rey’e giderler. Cami kavramının aslını bulması için çok çalışan Hüseyin Kutlu, devlet erkânından gördüğü her şeye rağmen kararlıdır. Sürgün bile yıldıramaz; ama kırılır. “Biz vakitsiz öten horoz gibiydik; ben öttüm diye fecir doğmuyor” sözü hissiyatını ele veriyor sanırım.
Üstadlar emekli olmaz
Ali Paşa Camii’ndeki görevinden istifasının ardından, evinde öğrencileriyle ihtisas dersleri yapmaya devam eder Kutlu. Yazının bizde bir medeniyet olduğuna ve onun bir ruhu olduğuna inanan Hüseyin Kutlu, öğrencilerine de bu ruhu aktarmak için çabalıyor. Yazıda her şeyin noktaya dayandığını; yani bir ölçüsünün olduğunu ifade edip, “yazıda zıtlık yok; yazıda tevhid var” diye vurguluyor. Hattın kıymetinin Kuran’ın yazısı olmasından kaynaklandığını dile getirirken; yazının bir lütûf olduğunu düşünerek yazan Hüseyin Kutlu zannımca yanında susmanın öğrenildiği insanlardan.