Güncel Meselelere İslami Fetvalar

Dinler
Seher Kadıoğlu’nun röportajı İslâm bilimle çelişir mi? Helal ve haram etvalardaki farklıllıklar neden kaynaklanıyor? Söylentilerle bir maddenin veya mamülün haram olduğuna inanmak doğru mu...
EMOJİLE

Seher Kadıoğlu’nun röportajı

İslâm bilimle çelişir mi? Helal ve haram etvalardaki farklıllıklar neden kaynaklanıyor? Söylentilerle bir maddenin veya mamülün haram olduğuna inanmak doğru mu? Peygamber kadın dövdü mü?

Diyanet İşleri Başkanlığı  Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Uzmanı ve Hatay Emekli İl Müftüsü Mustafa Varlı, İslamiyette haram ve hellaller konusunda yıllar süren araştırma ve bilgi birikimini Ensar Yayınları’ndan çıkan, İslam’a Göre Haram Davranışlar  adlı çalışmada topladı. Helâl ve haram davranışları mercek altına alıyor Mustafa Varlı ile sohbetimiz hayli uzun oldu. Ancak dolu dolu ve her cevabında farklı hikmetler bulunan bu röportajın sizleri sıkmayacağına inanıyoruz.

“İslâm’a Göre Haram Davranışlar” adlı eseriniz karşımda duruyorken ilk aklıma gelen helâl ve haramı işleyen diğer çalışmalar, değişik söylemler. Sanırım helâl ve haram fetvalarındaki zıt yorumlar zaman zaman problem oluşturuyor. Alıntı yapılan kaynaklar mı bu farkı oluşturuyor?

Hayır. Farklı kaynaklar değil, farklı yorumlar ve kişisel eğilimler bu farkı oluşturuyor olabilir. Hemen her dönemde helâl ve haram konusunda benzeri çalışmalar yapılmıştır. Fakat her nedense, uzman bir gözle bakıldığı zaman dışarıdan görüldüğü gibi, şu elli senelik yakın geçmişe kadar, konuyu toparlayıcı ve tüm haram davranışları kapsayan müstakil bir eser yazılmamıştır. İslâm hukuku konusunda zaman zaman yazılan geniş eserlerin arasında “haramlar”, sadece bir bölüm olarak ve hatta çoğu kitapta dağınık bir biçimde yer almıştır. Son elli yılda da konu ile ilgili olarak ancak bir iki eserden söz edilebilir. Onlar da zamanın ve ihtiyaçların değişip gelişmesiyle yeniden gözden geçirilmelidir kanaatindeyim.

Sizin de sözünü ettiğiniz ve hemen herkesin hayretle izlediği değişik söylemler ve özellikle helâl ya da haram konusundaki birbirine zıt yorumlar, kaynak farklılığından değil, daha çok kişisel görüş farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü İslâm’da hükümlere dayanak kabul edilen kaynaklar, her dönemde aynıdır; Kur’an ve sünnettir. Bunlara dayanmayan kaynaklar kaynak değildir. Bu kaynaklar şimdiye kadar hiç değişmediğine ve hiçbir zaman değişmeyeceğine göre, hükümler de değişmez. Ancak buna rağmen değişik fetvalar verilebiliyor. O da fetvayı verenin ya bilgi eksikliğinden ya ana kaynaklardaki verileri yanlış kavramadan yahut hiçbir şekilde hoş karşılanamayacak kişilik zaafındandır.

Helâl ve haram kavramları, birbirine zıt iki kavramdır. Aynı inanca sahip olan kimseler birbirine zıt bu tip fetvaları nasıl verebiliyorlar? Bunların belirli bir kasıtları olabilir mi?

Bu konuda her fikir yürüten için kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak bunların büyük bir kısmının düşüncelerinde samimi olduklarını, konu ile ilgili kaynak delilleri kavrama ve anlama zafiyetlerinden dolayı farklı bilgilendiklerini düşünüyorum. Aslında hiçbir Müslüman’ın ve hele hiçbir İslâm bilgininin, kasıtlı olarak inancına ters düşen bir münakaşaya bilerek girmeyeceğini umuyorum. Tabii bu konuda da diğer konularda olduğu gibi istisnalar olabilir. Ancak istisnalar, geneli etkilememelidir.

Peki sıkça gördüğümüz bu farklılığın sebebi bilgisizlikten, ya da kişilik zafiyetindendir denebilir mi?

Peşin hükümler veya anî verilmiş kararlar , çoğu zaman insanları yanıltır. Dikkat edilirse görülür ki; son zamanlarda basın ve yayın organlarında İslâm konusunda tartışanların çoğu, başlıca iki ana kategoride incelenebilir. Biri; sorgulama ihtiyacı bile duymadan her konudaki yeni görüşlere bağlı ve bağımlı olanlar, diğeri de; eskiden bildikleri veya duydukları bilgiye gözü kapalı uyan sabit görüşlü olanlardır.

Meselâ bir örnek vermek gerekirse; bunlardan birinci kategoriye girenler, genellikle modern hayatın göz kamaştıran şimşekleri karşısında zafiyet gösteren ve batı geleneklerini tartışmasız birer doğru olarak kabul edenlerdir. Bunlar, İslâm dininin batı prensiplerinden ve geleneklerinden bir kısmı ile uyuştuğunu fark ettikleri zaman sevinerek İslâm’ın üstün bir din olduğu konusunda görüşlerini beyan ederler. Fakat İslâm dini ile batı gelenekleri bir konuda uyuşmaz ise; sanki İslâm’ın yabancı prensiplere uyma zorunluluğu varmış gibi yeni fikirler üretmeye ve farklı yorumlar yapmaya çalışırlar. Meselâ güzel sanatlardan heykel ve resim, şans oyunları, faiz alıp verme, yabancı kadınla bir arada bulunma, erkeklerin kullandığı altın süs eşyaları ile ipekli giysiler gibi konularda onların toleranslı olmaları veya İslâm’ın bazı şartlara bağlı olarak helâl kabul ettiği fakat batı geleneklerinde yasak kabul edilen boşanma ve çok kadınla evlilik gibi konularda katı davranmaları bu türdendir. Oysa onlar da bilirler ki; İslâm dini, yüce Allah’ın hükümleridir ve bu hükümler, başka hüküm ve gelenekler karşısında daima üstündür.

Tartışmalara konu olan diğer kategori ise; Her hangi bir kitapta İslâm konusunda gördüğü ya da birisinden duyduğu belirli bazı görüşlere sıkı sıkıya bağlanan ve bu bilgisini kesinlikle özeleştiriye tabi tutmadan, başka delillere bakma ve araştırma ihtiyacı duymadan, sonuçta kendi sabit kanaatinden kesinlikle şaşmayan sabit görüşlü kimselerdir. Meselâ müzik, şarkı, satranç, kadın eğitimi ve öğretimi gibi konularda görüşleri sorulacak olsa; onların söyleyecekleri ilk söz; “haram” sözcüğüdür.

Bu iki kategoride yer alanların bazı davranışları haklı olarak eleştiriye tabi tutulabilir. Çünkü İslâm dini, ne birinci kategoridekilerin yaptığı gibi dış etkenlerin etkisinde kalmalıdır, ne de her türlü gelişmeye set çeken donuk fikirlerin dini olmalıdır. İslâm dini, koyduğu temel sistemin değişmemesi şartıyla her türlü yeni görüşlere açık bir dindir.

Kanaatimce her konuda olduğu gibi helal ve haram konusunda da herkes, kendi görüşüne uymayan bir durum ya da bir fetva ile karşılaştığı zaman, hemen tepki vermemeli, öncelikle kendi bilgisinin doğruluk derecesini test etmelidir.

İcma ve Kıyas Kaynaklarının Önemi
Helâl ve haramı belirlemede referansımız nedir? Sizin kitaplarınız daha çok güncel meselelerdeki açmazlarımıza yönelik çalışmalar. Doğru anlamış mıyım?

Elbette. Hayalî meselelerden söz etmek yerine güncel meseleleri irdeleyip, problemlere çözümler sunmaktır ilk hedef. Ancak sorunun ilk şıkkına cevap vermek gerekirse; daha önce de belirttiğim gibi, helâl ve haramı belirlemede ilk referansımız Kuran ve sünnettir.

Şunu kesin bir dille vurgulamak gerekir; İslâm’da “bana göre” lik yoktur. “İslâm’a göre, Kurana göre” lik vardır. Kurana ve ilk canlı kaynak Hz. Peygamber’e (s.a.s) uymayan hiçbir fetva geçerli değildir. Bugün, İslâm’ın temel kaynakları olan Kuran ve Sünnet, her zamankinden çok daha fazla bilinir ve anlaşılır hale gelmiştir.

Ancak bazı güncel meselelerimiz vardır ki, İslâm’ın ilk dönemlerinde görülmediği için Kuran ve Sünnette, onlarla ilgili net ve açık çözümler bulmak mümkün değildir. İşte bu gibi durumlar için tüm İslâm âleminde kabul edilen İcmâ ve Kıyas kaynakları vardır. Temel kaynaklardan şaşmamak şartıyla İcmâ ve Kıyas kaynakları ışığında güncel meselelerimizi kolaylıkla çözmemiz mümkündür. Yeter ki doğru çözüm için samimiyet bulunsun ve bunun için gerekli dikkat ve titizlik gösterilsin.

Çamurlu Bir Yolda Yürümek Zorunda Olmak… Faiz Üzerine İşleyen Sistem

Yaşayan ekonomimizde en çok bankacılık sektörü aksamadan işliyor. Faiz üzerine işleyen bir sistemde yaşıyoruz; Çoğu kişi kredi kartlarını zamanında ödeyemiyor ve faize bulaşmış oluyor. O halde haram denizinde mi yüzüyoruz?

Müslüman’ın, dinî hükümler konusunda bilmesi gereken şeylerden biri ve belki en önemli olanı; İslâm dininin, hayatın her safhasında aşırılığa gitmeden ve ölçüyü kaçırmadan, Müslüman’ın orta yolu seçmesini ve özellikle özel yaşantısında israfa kaçmadan ekonomik davranmasını tavsiye ettiğini bilmesidir. Yani harama düşmekten korkan Müslüman, her zaman ayağını yorganına göre uzatmasını bilmeli ve her konuda israftan kaçınmalıdır. Nitekim yüce Allah, gerekli harcamaları yapmayı, fakat savurganlıktan kaçınmayı emir buyurmuş (A’râf Suresi; 31) ve gereksiz yere saçıp savuranları şeytanlarla kardeş ilan etmiştir.(İsrâ Suresi; 26-27)

Müslüman’ın, kişi olarak elinde olmadan faiz üzerine işleyen bir sistemde yaşıyor olması, onun, inancına göre “haram” olan bir hayat tarzını gönül rızasıyla kabullenmesi anlamına gelmez. Çamurlu bir yolda yürümek zorunda olmak; çamura belenmek anlamı taşımadığı gibi, faizli bir sistemde yaşamak da olur olmaz işlemlerde faizi kabullenme ve gönül rızası ile faizli işlemlerin içine girme anlamını taşımaz. Bunun için kredi kartı, haramdan kaçınan Müslüman tarafından ya hiç kullanılmamalı, ya da kullanılıyorsa hesaplı kullanılmalıdır. Zamanında ödenemeyecek nakit bir borcu herhangi bir yerden almak nasıl uygun değilse, zamanında ödenemeyecek kadar kredili alış veriş yapmak da aynı şekilde uygun değildir. İşte böyle bir titizliği genel hayatta gösteren Müslüman, umulur ki istemeyerek ve bilmeyerek kendisine bulaşan çamurlardan da muaf olur.

Faiz mi? Kâr Payı mı?
“Şüpheli şeylerden sakınmak insanları haramdan korur” bahsini görünce ilk olarak aklıma kâr payı geliyor. “Kâr payı faizle aynı şey, kendinizi kandırmayın” diyen çevrelerden etkilenmiş biri olarak soruyorum: Ülkemizde İslâmî bankacılık tam anlamıyla işletilemiyorsa, ticaret yapmak İslâmî açıdan tehlikeli olmuyor mu? Kâr payı veren bankalara para yatıranlar aslında bir faiz işletmesine mi paralarını yatırıyorlar?

Öncelikle belirteyim ki; kâr payı, faizle aynı değildir. Böyle bir yanlış hükümle kimse kimseyi etkileyip kandırmasın. Kâr payı bir ticarî işlem sonucu kazanılan miktardır, faiz ise henüz hiçbir işleme ve eyleme başlamadan, belirli bir zaman sonra ödenmesi taahhüt edilen fazla paradır. Bu iki kavram arasında çok açık ve ciddî farklar vardır.

Ülkemizde İslâmî bankacılığın tam işletilip işletilemediği kritiğini yapmak, şüphesiz bana düşmez. Ancak şunu belirtmekte yarar vardır: “Marifet iltifata tabidir” özdeyişimizde olduğu gibi, İslâmî usullerden şaşmak istemeyen tüccar, dilerse kendi inancına uygun sistem içinde rahat bir ticaret yapabilir. Fakat “hepsi aynı, kendinizi kandırmayın” propagandası karşısında panikleyenler sayesinde belki “İslâmî bankacılık tam anlamıyla işletilemiyor” görüntüsüne sebep olmaktadır. Nitekim nakit kredi verme hariç, ticaretteki tüm bankacılık işlemleri (bildiğim kadarıyla) bugün, İslâmî bankalar yoluyla yapılabilmektedir ve diğer banka sisteminden farklı değildir. Yeter ki İslâmî bankacılık, bir öcü olarak gösterilmesin. Kredi konusu da nakit para verme yerine mal ve hizmet ticareti karşılığında borçlandırma yoluyla telafi edilmektedir. Bu hizmet de kâr payı karşılığında toplanan mevduat ile yapılmaktadır. Bunun için günümüzde de ticaret yapmak, İslâmî açıdan tehlikeli olmadığı gibi, kâr payı veren bankalara para yatırmak da faiz işletmesine katkıda bulunmak anlamına gelmez.

Bankaların verdiği faiz ile İslâmî bankaların dağıttığı kâr aşağı yukarı birbirinin aynı. Bu nasıl oluyor?

Doğru söylüyorsunuz. İncelediğimiz zaman bankaların faiz oranlarıyla İslâmî bankaların (ki bunlara katılım bankaları da denmektedir) dağıttıkları oranlar, hemen hemen aynı paralelliktedir. Bazıları bu oranların aynı paralellikte olmasını, faiz ve kâr payının aynı şeyler olduğunun bir kanıtı olarak düşünebilirler. Oysa bunun sebebi, faiz ile kâr payının aynı olması değil, İslâmî bankaların ticarî faaliyetlerini devam ettirmek için içinde bulundukları piyasa şartlarına uyma zorunluluğudur. Meselâ İslâmî bankalar bir şirkete ya da bir şahsa fon kullandırırken piyasadaki kredi oranlarına yakın oranlar vermek zorundadır. Bu mantık diğer bankalar için de aynı şekilde işler. Özetlemek gerekirse; İslâmî bankalar ticarî faaliyetlerini devam ettirmek için piyasa şartlarında oluşan oranları takip etmek zorundadırlar. Tekrar etmek gerekirse; İslâmî bankaların fon kullandırım oranlarının faiz oranlarıyla aynı paralellikte hareket etmesi, işlemlerin de faizli işlemler olduğunu göstermez.

İslâmî Prensiplere Uygun  Sigorta Sözleşmesi

Sigortacılık konusunda derin açıklamalar yer alıyor kitabınızda. Ayrıntıları merak edenler kitabınızdan takip edebilirler. Burada Hangi sigorta haram, hangisi helâl? Kısaca açıklayabilir misiniz?

Sigorta, İslâm’ın ilk dönemlerinde bilinmeyen, yakın zamanlarda ortaya çıkmış bir sözleşme şeklidir. Bunun için İslâm’ın temel kaynaklarında bu konuda bir açıklama yoktur. Ancak daha sonraki dönemlerde İslâm bilim adamları bu konu üzerinde değişik görüşler ileri sürmüşler ve sonuçta Sosyal sigortalar ile karşılıklı sigortanın, “hedefi yardımlaşmaktır” gerekçesiyle caiz olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır.

Burada bir genelleme yapmak gerekirse denebilir ki; her sözleşme için İslâm dininin öngördüğü temel prensipler vardır. Meselâ; sözleşmede karşılıklı aldanma ya da aldatma, kumar ya da haksız hayalî ödeme veya faiz gibi şüpheler söz konusu olduğu zaman o sözleşme geçersiz kabul edilir, İslâmî prensiplere uygun değildir. Bu prensiplere aykırı bir husus içermeyen ve sözleşmede dinen aranan şartları taşıyan her sözleşme sahihtir, geçerlidir.

İslâm’ın ilk dönemlerinde ve müçtehit mezhep imamlarının yaşadığı zamanlarda bilinmeyen ve yakın zamanda ortaya çıkan sigorta sözleşmeleri de, söz konusu şartları taşıması halinde caizdir. İslâm dininin, sosyal ve ekonomik hayatla ilgili bütün düzenlemelerinin hedefi, hak ve görevlerde mutlak manada karşılıklı yardımlaşma ve kefalet esasına dayanan bir toplum meydana getirmektir. Buna göre, İslâmî prensiplere uygun olan sigorta, İslâm dinindeki bu yüce hedefe aykırı değildir.

Organ Naklinde Öngörülen Şartlar

Organ nakli hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle söylemek gerekirse, insan yüce Allah tarafından yaratılmış çok yüce bir varlıktır. Onun hiçbir organı para karşılığı satılamaz. Bunun için İslâm dinine göre organ ticareti kesinlikle haramdır. Gönül rızası ile bazı organların bağışlanması ve bir başkasına nakli ise; üzerinde titizlikle durulması gereken bir konudur. Hemen caizdir veya değildir gibi kestirme bir cevap vermek, çoğu zaman yanlış olur. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de ve Hadis-i şeriflerde konu ile ilgili bir hüküm ve hatta müçtehit eski bilim adamlarından da konu hakkında detaylı bir fetva bulunmadığı için, uzman bilim adamlarının ilgili kişilerle de istişare etmek suretiyle ortak bir hükme varmaları ve Müslümanların o hükmü uygulamaları daha uygun olur. Bu konudaki istişare çemberi ne kadar geniş olursa, yanlış hüküm verme oranı o kadar azalır. Zira konuya hem dinî, hem ahlâkî, hem toplumsal ve hem de psikolojik açıdan bakmak gerekir. Özellikle yeni çıkan meseleler hakkında karar vermek için kurulmuş bulunan İslâm ülkeleri arası bir uluslar arası Fıkıh Komisyonu vardır. Bu komisyonun 1988 tarihinde Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde yaptığı toplantıda, toplantıya katılan tabiplerden de görüş alındıktan sonra organ nakli konusu, toplantıya katılan tüm üyelerin oy birliğiyle ve belli şartlarla caiz görülmüştür.

Öngörülen şartlar şunlardır:

* “Organ nakli için bir zaruret olması, keyfi bir nakil yapılmaması.

* Organın herhangi bir ücret veya karşılıkla alınıp verilmemesi,

* Doktorlarda, bu organ nakli ile hastanın iyileşmesine dair güçlü kanaat bulunması.

* Organı alınacak olan kimsenin izninin veya öldükten sonra vârisinin izninin alınması.

* Hayati önemi olan organ nakillerinde organı alınacak olan kişinin ölümünün kesin olması. Ölümün kesin olması, İslam hukukuna göre kalbin ve beynin her ikisinin ölmesi ile olur. Zira ölünün yıkanması, kefenlenmesi, hanımının iddeti ve miras gibi şer’î olan hükümler, bu ikisinin (kalbin ve beynin) ölümüne bağlıdır. Dolayısıyla kişi tıbben öldü deyip, kalbi daha henüz atarken, kalp gibi hayatî önemi bulunan bir organının alınıp başkasına nakli caiz değildir.”

Şu halde organ nakli, hemen uygulanacak bir iş olarak değil, son çare olarak düşünülmelidir. Nitekim tıp alanı da hızlı bir gelişme göstererek bugün insanın kendi kök hücresinden organ yapılabilir noktasına gelmiştir. Bu tür yöntemler de görünmeye başlamışken, çareyi sadece organ nakline bağlamak ve kestirme yoldan ulu orta fetva vermek, makul olmasa gerek. Ancak bir hayatın kurtarılması söz konusu ise; bunun için hem dinî alanda hem de tıp ve psikoloji alanındaki uzmanlar tarafından karar verilmeli, ondan sonra uygulamaya geçilmelidir.

İslâm Hukukuna ve İslâm Ahlâkına Göre Evlat Edinme

Evlat edinmek yerine yetim kollamayı öneriyorsunuz. Bazı ailelerde aile içinde meselâ amca yeğenini evlat ediniyor. Bu yola başvurulabilir mi?

İslâm dininin evlat edinme ile ilgili hükmünü vermeden önce “evlat edinme” nin ne olduğunu anlamak gerekir. Bilindiği kararıyla evlat edinme; bir ailenin, babası belli olan ya da babası ve ailesi bilinmeyen bir çocuğu alarak kendi kütüğüne kaydettirmesi, onu aile fertleri arasına katması ve öz çocukları gibi aile içi haklara sahip kılmasıdır.

İslâm dini, babanın kendi öz evladını inkâr etmesini caiz görmediği gibi, kendinden olmayan bir çocuğu evlâdı olarak kabul ve ilan etmesini de caiz görmez. Çünkü bunun hem İslâm hukuku hem de İslâm ahlâkı bakımından sakıncalı yönleri vardır. Zira bir aileye yabancı iken evlat gibi giren bir çocuk, büyüyüp ergenlik yaşına geldikten sonra aslında kendine yabancı olanlarla birlikte, aynı ev içinde dinen yasak olan bir beraberlik hayatı yaşama tehlikesi içine girecektir. Yani ergenlik yaşına gelmiş bir erkek (evlatlık), annesi olmadığını bildiği bir kadınla, ya da kardeşi olmadığını bildiği bir ergen kızla aynı evde birlikte yaşamak gibi dinen yasak olan bir tehlikenin içine girmiş olacaktır. Kaldı ki bu durum tek taraflı değildir. Meselâ bir hanım, kendi öz evladı olmadığını bildiği genç bir erkekle (evlatlığı), ya da bir erkek, kendi öz kızı olmadığını bildiği genç bir kızla (evlatlığı) aynı evde birlikte yaşamış olacaktır. Üvey kardeşler de aynı durumdadır. Başka bir deyişle evlatlık edinilen kişi bir erkekse, kendisine yabancı oldukları halde, mahrem düşüncesiyle ailenin bütün kadınları ile bir arada bulunacaktır. Oysa ne ev reisi olan erkeğin hanımı onun annesi, ne kızı, ne kız kardeşi, ne halası onun gerçek akrabalarıdır. Gerçekte o, hepsine yabancıdır. Evlat edinen kişi, aile içinden amca bile olsa aynı sonuçları doğuracağından yine de uygun değildir.

Bu sistemin İslâm miras hukuku yönünden de pek çok sakıncaları vardır. Zira evlatlık olarak bir aileye giren kimse, aynı zamanda aile büyüklerinin mirasına da konarak, bu mirasın asıl sahibi olan pek çok akrabayı mirastan mahrum eder. Bunun sonucunda da mirastan mahrum edilen akrabalarda evlatlığa karşı derin bir kinin beslenmesi söz konusu olur. Sonuçta kin ateşinin alevlenmesi yüzünden aradaki akrabalık bağlarının büsbütün kopması kaçınılmaz olur. İşte bu ve benzeri tehlikelerden dolayı İslâm dini “evlat edinme” diye bilinen sistemi yasaklamış ve Yüce Allah bu konuda şu kesin uyarı ile hükmü koymuştur: “Allah, evlatlıklarınızı öz oğullarınız olarak kabul etmez. Bu tür sözler, sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir.” (Ahzâb suresi; 4)

Fakat bu, hiçbir zaman kimsesiz çocuklara bakılmaması, onların gözetilmemesi ve perişan bir şekilde kendi kaderleriyle baş başa bırakılması anlamında değildir. İslâm’ın bu konuda tavsiye ve hatta teşvik ettiği bir uygulama vardır. O da insanın, yetim veya kimsesiz bir çocuğu alıp, diğer çocukları gibi kendi nüfusuna geçirmeden ve diğer çocuklarının genel ve özel haklarını ona devretmeden, fakat kendi evladı gibi onu sevmesi, sevindirmesi, eğitip yetiştirmesi, yedirmesi, giydirmesi, eğitim ve öğretimini yaptırması ve kendi öz çocukları gibi bütün ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Böyle bir davranışta bulunan kimsenin mükâfatı, İslâm inancına ve Hz. Peygamber’in (s.a.s) hadis-i şerifine göre cennettir.(Tirmizî; Birr, 24)

İslâm, Kaynağı Allah Olan Bir Sistemdir

İslâm bilimle çelişir mi?

Bilim eğer gerçek bilimse, İslâm’ın onunla çelişmesi mümkün değildir. Fakat bilim adına yapılan bir sahtecilik ise; İslâm her türlü sahteciliğe karşıdır. Dikkat edilirse bilimin ciddi bir şekilde ortaya koyduğu bütün sonuçlar, İslâm tarafından tasvip görmüş ve övülmüştür. İslâm, kaynağı Allah olan bir sistemdir. Allah, geçmişi ve geleceği bilen bir yüce varlık olduğu için, emirleri arasında kesinlikle bir çelişki, ya da zamanın değişmesiyle bir değişiklik bulunmaz. Fakat bilim, hiçbir zaman bize bilginin kesin ve nihaî formunu veremez; bu yüzden bilim, son sözü hiç söylenmeyecek olan, her zaman yeni buluş ve gelişmelere açık, dolayısıyla yeni değişikliklere uğrama ihtimali olan beşerî bir faaliyettir. Öyleyse, herhangi bir konuda “Bilim” sözcüğü yerine, “bugünkü bilim” ifadesi kullanılmalıdır.

Peki, İslâm gerçek bilimle çelişir mi? Aslında bu, geçmişte kalmış bir konudur. Özellikle bazı İslâm ülkelerinin bilim konusunda çağa ayak uyduramıyor gibi görünmeleri sonucu, hep bu soru gündemde kalmıştır. Fakat çelişkiyi ya da uyumsuzluğu dinde değil, o dine mensup olanlarda aramak gerekir. Öyleyse, bu konuda son noktayı koymak ve dinin hakiki bilimle çelişmediğini kesin bir dille ifade etmek gerekir. Çünkü yüce Allah, bilimin bugün vardığı ve daha sonra varacağı tüm sonuçları bildiği için, çok öncelerden değişmemek üzere hükümlerini vermiş ve din olarak insanoğluna göndermiştir.

Eşcinseller Bu Duyguyla Yaratılmışlardır Diyerek…

İslâm eşcinselliği sapıklık, hastalık olarak görüyor. Eşcinsel eğilimliler “biz böyle doğduk” diyorlar. Feminen davranışları olan ünlü biri ilkokul arkadaşımdı; hatırlıyorum, çocukken de sınıftaki diğer erkek çocuklarından farklıydı ve çok iyi bir ailesi vardı. Zaman zaman toplumda tartışma konusu oluyor. Bazen tartışılması bile hoş görülmüyor. Ama böyle vakalar varsa din bu durumdakilere neler öneriyor? Benim asıl sorum bu.

Eşcinsellik, çoğu zaman yanlış tanımlanmış, bunun için de konu ile ilgili değişik görüşler ileri sürülmüştür. Kanaatimce eşcinsellik, birçoklarının Lût kavmine benzettiği keyfî bir sapıklık tercihi değil, doğuştan insanda bulunan özel bir duygudur. Kadın, kadın olmayı erkek de, erkek olmayı nasıl hissediyorsa, onlar da kendilerini yaratılışlarında var olan duyguyu hissetmektedirler. Bunun için, sırf bu duygudan dolayı onları kınamak doğru değildir. Ancak “bu duyguyla yaratılmışlar” diyerek Allah’ın haram kıldığı davranışları yapmalarını müsamaha ile karşılamak da doğru değildir. Gerek doğuştan ve gerekse sonradan oluşan bir hastalık ya da bir sakatlık, nasıl ilâhî takdire boyun eğilerek kabulleniliyorsa; doğuştan olan bu gibi durumların da fazla büyütülmeden ve hatta birilerini rahatsız edecek şekilde deşifre edilmeden kabullenilmesi gerekir. Söz gelişi; doğuştan engelli, meselâ kötürüm ya da dilsiz veya cüce olan kimse nasıl kaderine razı olup hayatına devam ediyorsa; onlar da bu tür yaratılışı bir kader ve belki bir imtihan kabul edip yaratana karşı gelmemelidirler. Yüce Allah’ın bu gibi kullarına muamelesi, şüphesiz adalet, rahmet ve muhabbet çerçevesinde olacaktır. Yeter ki, onlar da diğer kullar gibi iradeleri dâhilinde bulunan alanda yüce Allah’a itaatten ve kulluktan ayrılmasınlar. Özetlemek gerekirse İslam’da duygu olarak değil, fakat eylem olarak eşcinsellik yasaklanmış ve Kuran’da “çirkin bir iş” olarak nitelendirilmiştir. (Araf, 80) Bu duygunun eyleme dönüştürülmemesi ve özellikle bu gibi durumlarda Allah’a yönelip O’ndan yardım istenmesi; sorunu hafifletecektir.

Çamaşırların Şartlanması…Necaset

Peygamber efendimizin “köpeğin yaladığı yedi kere şartlanır” sözü, İslâm’a göre temizliğin önemini çıkarıyor karşımıza. Çamaşır makinelerinde yıkadığımız çamaşırların İslâmî olarak temiz sayılmaları için asgarî üç kere sıkılmış olması gerekiyor diye biliyorum. Bu yanlış mı? Bir de yeni üretilen çamaşır makineleri susuz çalışıyor; buhar teknolojisiyle temizleyen bu makinelerde giysilerimiz İslâm’a uygun temizlenebilir mi?

Hz. Peygamber’in (s.a.s) bu konudaki hadis-i şerifi şöyledir: “Bir köpek, birinizin kabını yalarsa; biri toprakla ovulmak üzere o kabı yedi defa yıkasın.” (Müslim; Tahara, 91,92,93) Hz. Peygamberin bu uyarısı, o zamanlar belki kimse tarafından bilinmeyen, fakat bugün artık tıp otoriteleri tarafından da kabul edilen bazı mikropların, köpeklerin ağız, dil ve burunları yoluyla bulaşmasını önlemek içindir.

Bilindiği gibi Hz. Peygamber döneminde, bugün bildiğimiz temizlik maddeleri ve hatta temizlikte ana madde olarak bilinen sabun bile yoktu. Gerek Kuran ayetlerinde ve gerekse pek çok hadiste genel temizlik emredildiğine göre, bunun bir şekilde yapılması gerekiyordu ve o zaman en uygun ve uygulanabilir şeklini Hz. Peygamber (s.a.s), bu ve benzeri hadislerle göstermişti. Günümüzde ise çok güçlü temizlik maddeleri ve temizleme yöntemleri vardır. Bunların uygulanması, dinen de temizlik için yeterlidir. Ancak üzerinde köpek salyası ya da necaset bulunan çamaşırları ayrı bir grupta yıkamak yahut önce necasetleri iyice temizlendikten sonra onları makineye koymak daha uygun olacaktır.

Dedikodu ile Bir Maddeye Haram Hükmü Vermek

Arasıra bazı hususlarda haram söylentileri halk arasında yayılıyor. Bir aralar “margarinlerde domuz yağı, gazozlarda alkol var” söylentileri çıkmıştı.

Bu gibi dedikodu haberleri çok gerilerde kaldı. Bir şeyin ya da bir gıdanın haram kabul edilebilmesi için içeriğinde bulunan maddelerin haram maddeler olduğu konusunda kesin kanıtın bulunması gerekir. Şüphe ile ya da dedikodu ile bir maddeye haram hükmünü vermek doğru değildir. Günümüzde artık her maddeyi kolaylıkla tahlil edebilecek teknik imkânlara kavuşmuş bulunuyoruz. Kullandığı maddeden şüphesi olanlar, o maddeyi tahlil ettirdikten sonra, onu kullanıp kullanmama konusunda kendi kararını verebilir. Böyle bir tahlil yapılmadan sadece kulaktan duyulan belgesiz haberlerle kesin hüküm vermek; yanıltıcı olabilir. Ancak teknik tahlil imkânı olmayan Müslüman’ın, Hz. Peygamber’in (s.a.s) de ifade buyurduğu gibi, haram veya helâl olduğu konusunda tereddüt ettiği bir maddeyi kullanmaktan sakınması, yani şüpheli olan şeyi yapmaması takva yönünden tavsiye dilebilir.

Haram Yollarla Temiz Bir Hedefe Ulaşılır mı?

“İslâm, ‘hedefin temiz oluşu, o hedefe götüren aracı da temizler’ veya ‘iyi ve doğruya ulaşmak için pek çok kötü yollardan geçilebilir’ şeklindeki prensipleri kabul etmez” saptamanızdan nasıl bir çıkarsama yapabiliriz?

Çoğu kişi, “benim kalbim temiz” ya da “benim niyetim iyidir” gibi tekerlemelerin arkasına sığınarak işledikleri haramları hafifletme yoluna girerler. Oysa hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, “yüce Allah, temizdir temizden başkasını kabul etmez.” (Müslim; Zekât, 65) Buna göre haram yollarla temiz olan bir hedefe ulaşmayı düşünmek doğru değildir. Meselâ; bir fakire yardım etmek için hırsızlık yapmak caiz değildir. Aynı şekilde bir cami veya bir yol, köprü, hastane yapımı için kumar oynamak caiz değildir. Fakire yardım, ya da cami veya hastane yapımı gibi dinen iyi kabul edilen bir hedef vardır diye hırsızlık veya kumar eylemleri, helal kabul edilemez.

Çok konuşuldu, çok yazıldı ama bir kez daha soralım: Piyangodan kazanılan para helâl midir, haram mıdır?

Evet, hem çok konuşuldu, hem çok yazıldı. Piyangodan kazanılan para, aynen kumardan kazanılan para gibidir. Hemen her sene yılbaşı yaklaştığı zaman hep aynı soru gündeme gelir ve birileri “acaba bu sefer bir helallik koparabilir miyim” derdine düşer. Oysa herkes artık çok iyi biliyor ki; İslâm, emek karşılığı kazanılan parayı helâl görür. Şans oyunlarının (piyango, loto, toto, iddia gibi) hiç birisi, emek karşılığı kazandırmıyor. Her birisi bir çeşit kumardır. Kumar ise dinen haramdır. Şüphesiz herkes kendi kararını kendisi vermelidir. Ancak Müslüman, haramın her türünden sakınmalıdır.

Erkekle Kadının Tokalaşması

Erkekle kadın tokalaşması bazen sorun oluşturuyor. Bir yanda havada kalan eller, diğer yanda harama düşme tehlikesi?

Evet. İslâm’ın bir hayat tarzı olarak benimsenmediği toplumlarda bu karmaşa, böylece sürüp gidiyor. Oysa her şeyi en iyi bilen, insanı ve tüm varlıkları yaratıp onlar için faydalı ve zararlı olanları belirleyen yüce Allah’ın seçip çizdiği İslâmî hayat, insanlar tarafından, özeklikle “Müslüman’ım” diyen kimseler tarafından kabul edilip ona göre davranılsa; böyle bir sorun söz konusu olmazdı. Ne var ki; bugün çoğu zaman basit ve masum bir görüntü olarak kabul edilen bu durum, aslında daha büyük sorunlara yol açılmaması için İslâm tarafından sakıncalı görülmüştür.

Nitekim İslâm dini, ileride bazı yasaklara sebep olabilecek her türlü eylemi de baştan yasaklamış, bunun için de “Harama götüren her şey haramdır” hükmünü bir prensip olarak koymuştur. Zira zararlı şeyleri önlemenin en kestirme yolu, ona sebep olacak vasıtaları ortadan kaldırmaktır.

Herkes açıkça dillendirmese de çok iyi bilmektedir ki; kadın ve erkek, birbirlerini cazip görecek şekilde yaratılmışlardır. Aksini söyleyende bir yaratılış eksikliği var demektir. Karşılıklı bu cazibe disipline edilmezse; İslâm’ın haram kıldığı eylemler gerçekleşebilir. Bunun içindir ki İslâm, cinsler arasındaki cazibeyi disipline etmek için “nikâhsız olarak bir arada bulunmama”, “cinselliği çağrıştıran bakışlardan kaçınma”, konuşma zarureti olduğunda “ses ve sözle karşı tarafı tahrik edecek davranışlardan sakınma” ve “yürüyüşte dikkatli olma” gibi prensipler koymuştur. Bu, her ne kadar her iki cinsin güvenliği ve harama düşmemesi için gerekli görülmüş ise de aslında kadının tehlikeden korunması için daha önemlidir. Cinslerin bir arada bulunup yaşamaları, birbirleriyle ulu orta konuşmaları, İslâm’a göre nasıl haram görülmüş ise; yakın temas olarak kabul edilen “tokalaşma” da insanları aynı hedefe sürükleyebilecek bir eylem olarak kabul edilmiştir. Bunun için mümkün olduğunca bundan sakınılmalıdır. Ayrıca yaşam için rahat bir ortam oluşması ve herkesin kendi inancını yaşayarak sıkıntıya düşmemesi için, birbirleriyle karşılaşan her iki cinsin bu konuya özen göstermesinde yarar vardır.

Hz. Peygamber Hiç Bir Zaman Kadın Dövmemiştir

Toplumumuzda kadının yeri tartışılır durulur. Kadın anne olarak büyük saygı görürken, eş konumuna geçince sanki değer kaybına uğruyor, icabında dayak yiyor. Dinimizde hanımını dövmenin hükmü nedir?

Toplumumuzda kadının yerinin tartışılır olması, kadının değerinin düşmesinden değil, kanaatimce kadının gerçek değerinin bilinmemesinden ve insanların İslâmî değerlere yabancılaşmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, kadını ve erkeği birbirlerine eş olarak kabul etmekte ve bunların her konuda birbirlerini temsil ettiklerini, birbirlerinin acılarına, sevinçlerine ve umutlarına ortak olmaları, birbirlerine karşı saygıda kusur işlememeleri, karşılıklı eksikleri tamamlayıp birbirlerini korumaları gerektiğini ifade etmektedir. (Bakara; 187) Bunun içindir ki İslâm’da eşlerden her birinin diğerine karşı, yerine getirmek zorunda olduğu bazı haklar vardır. Bu haklar aslında biri diğerinden daha az veya daha basit değildir. Kadın, anne olarak nasıl saygı görüyorsa, eş olarak da aynı saygıyı görmesi onun en tabii hakkıdır. Çünkü o, her zaman ya bir annedir veya bir anne adayıdır. İnsanın, kendi annesine saygı gösterirken, çocuklarının annesine ve annelik sıfatı ile birlikte kendine yakın bir eş’lik sıfatını da taşıyan birine (kendi eşine) haşin davranması ve hele de ona el kaldırması akıl ve mantıkla izah edilemez. Bu durumu dine mal etmek de dine büyük saygısızlıktır ve hakarettir. Zira incelendiği zaman görülür ki; İslâm dinini bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s), diğer tüm insanlar gibi aile içi pek çok sorun yaşamış olmasına rağmen, hayatı boyunca hiçbir zaman kadın dövmemiş, değişik hadislerle ve uygulamalarla da bu konuda ümmetini, bizleri uyarmıştır. Bu uyarılara uymayan Müslüman, kendine emanet olarak teslim edilen en önemli varlık olan eşine zulmetmiş olur. Bu zulmü oranında da, hem dünyada ve hem de Âhiret’te cezayı hak eder.

İslâmda Kadın Hem Çalışabilir Hem Çalışamaz

Çeşitli nedenler yüzünden eve aş getiren babanın yokluğunda günümüz koşullarında kadın çocuklarıyla, tabir caizse ortada kalıyor. Çocuklar küçükken çalışsa bu sefer çocuklar anne şefkatinden mahrum büyüyor. İslam kadının çalışması hakkında ne diyor?

İslâm’da kadının konumu ve hakları konusundaki tartışmaların önemli bir kısmı, kadının sosyal hayata katılması, çalışması ve kamu görevi üstlenmesi noktalarında toplanmaktadır. İslâm kaynaklarına göre kadının çalışmasını engelleyen her hangi bir yasak yoktur. Ancak kadının çalışırken uyması gereken bazı kurallar vardır. Bu kurallara uymazsa haram işlemiş olur.

Önemli olan; hayatın huzur ve düzen içinde geçmesi, zorunlu ihtiyaçların karşılanmasında kişilerin imkân ve kabiliyetlerine uygun sorumlulukları dengeli şekilde üstlenmeleridir. Buna göre kadın, hem “çalışabilir” hem de “çalışamaz” diyebiliriz. Yani İslâm’da öngörülen kurallar bulunursa çalışabilir, bulunmazsa çalışamaz.

Meselâ genel bir kural olarak kadın, çalışmak için öncelikle kocasının iznini almış olmalıdır. Kocasına rağmen çalışması uygun değildir. Çünkü İslâm dinine göre ailenin sorumluluğu erkeğe verilmiştir. Kocası tarafından kendisine çalışma izni verilmeyen kadın, çalışma hakkına da sahip sayılmaz ve kocasının kazancıyla idare etmek zorunda kalır. Kocasından çalışma izni alan bir kadın ise; ev içinde veya dışında çalışıp aile gelirine katkıda bulunarak kocasına yardımcı olabilir.

İslâm’a göre bir kadının dışarıda bir iş yerinde çalışması için uyması gereken önemli şartların başında; kadının tesettüre uyması, bu tesettürüne (İslâmî örtünme şekline) engel olunmaması, inancından dolayı onun hafife alınmamsı ve iş yerinde kadının tek erkekle baş başa kalmaması gelir. Birbirlerine yabancı bir kadın ile bir erkeğin baş başa kalması; fitneye sebep olacağından (haram ilişkiyi çağrıştıracağından) caiz değildir.

Şu halde gerek kocası bulunmadığı ve gerekse başka sebeplerden dolayı ihtiyaç içinde olduğu için çalışmak zorunda kalan kadın, tesettürüne, iffet ve vakarına zarar gelmeyen ciddî bir iş yerinde çalışabilir. Bu tesettür ve vakar içinde çevredeki yabancı erkeklerle yapmacıklıktan uzak, ciddî bir şekilde diyaloga girebilir. Bu şartların yok olduğu yerde kadının çalışma şartı da yok demektir.

Aslına bakılırsa; çalışıp kazanma mecburiyeti erkeğin görevidir. Kadın ise sadece gerekirse bu konuda kocasına yardımcıdır. Kadın evinde oturmalı, anne şefkatiyle evinin, eşinin ve çocuklarının maddî-manevî ihtiyaçlarını karşılamalı, erkek ise dışarıda çalışarak evinin ihtiyaçlarını karşılama görevini üstlenmelidir. Konunun bir başka boyutu da şudur: Her hangi bir sebepten dolayı babanın yokluğu halinde, gerek anne ve gerekse çocukları, başkalarına ve hatta çalışmaya bile muhtaç olmayacak biçimde, Müslüman akraba, komşu ve yetkililerce korunma altına alınmalıdır. Bu koruma görevini yüklenmeyenler, ayrıca İslâm nazarında suçludur.

(Haber 7)

  • Universitas terbaik Tapanuli
  • tutorial dan tips zeverix.com
  • https://insidesumatera.com/
  • https://prediksi-gopay178.com/
  • https://margasari.desa.id/
  • https://sendangkulon.desa.id/