Yazan: Nurdal Durmuş
MEDİNE
Mescid-i Nebevi’ye giriyorsunuz: Modern bir yapı. Teknolojinin hediyesi müthiş bir ses düzeni… Her tarafta sizi gözetleyen kameralar… Serinleten klimalar… Susuzluğunuza zemzemler… Temiz halılar… Ama sizin aklınızda az ileride olan bir kabir var. İçinizde Sevr’deki güvercinlerin ürkekliği… Kalbiniz her adımda çoğalarak çarpıyor. Adım attıkça hutbede mescide girişinizi bekleyen Peygamberin size baktığını hissediyorsunuz. Aklınızda bir an önce selam vermek ve dostlarınızın selamını ulaştırmak var. Efendimizin, “Ben selamlarınızı alırım.” sözünün ümidi… 1400 yıl sonra modern bir zaman diliminde inandığınız bütün değerlerin öğretmeni Peygamberinizin önündesiniz. Esselamu aleyke yâ Rasulallah. Ve “O” selamınızı alıyor. Evet, bir metre ötenizde asırlardır ayakta duran, hayat düzeniniz olmuş dipdiri bir dinin lideri, öğreticisi, herkesten çok seviyorum dediğiniz Muhammed (s.a.v) duruyor ve selamınızı alıyor. Asırlardır ümmetini şefkatle karşılamış ve onların selamına karşılık veren bir Sevgili kimi heyecanlandırmaz ki?
Bir umuttur kabul olur diye şöyle dua ediyorum: “Ey kalbimin sahibi olan Allah’ım. Mahşerde Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz sana dua ederken desin ki; ‘Bu günahkâr kulun bizim çocuklardan Nurdal. Ey Allah’ım bu Nurdal hayattayken senin evini ve benim kabrimi ziyarete geldi. Ümmetimden beni ve seni sevenlerin selamını ulaştırdı bana. Ben Resulün olarak şahidim. Bu genç, benim ümmetimdendir. Hayatının bir sürü kırık notları olsa da ben ona şefaatçiyim. Sen onu affet.’
İçimde ilk defa eline hediye tutuşturulmuş çocukların sevinci var. Şaşkınım. Bir süre durup “Allah’ım sana ve seni bana sevdiren sana, sana ve peygamberi bana sevdiren sana tüm acizliğimle şükürler olsun.” diyorum. Sonra sus. Suskunluk… Huzurun sesi içimde çağlayan… Gözyaşları sel… Bir söz vardır: ‘Gül bahçesinde gezen gül kokar.’ Ben bu duygunun bir tarifi olduğunu sanmıyorum. Sadece zamanda kaybolmak. Hiçleşmek ve hissetmek.
NAMAZ
Dürüst olalım. Bir kaytarma yolu bulsak ilk işe namazları terk etmek ya da kısaltmaktan başlayacağız. Birçoğumuz böyle düşünüyoruz. Şöyle bir kendimi yokladım da insanlık olarak namazı o kadar yük görmüşüz ki kaza diye bir şey icat edilmiş. Kendime karşı dürüst olmak istiyorum. Hendek Savaşı’nda namazı geçenlerin bize uzanacak bir yardım eli yoktur. Oradan kendimize bir pay çıkarmayalım. Ne savaştayız ne de Hendek’te kılıç kalkan sırtımızda, gece gündüz, soğuk sıcak veya tehlike altında nöbette. Bu nefis var ya, bu şeytan… İçimi bir tek Kâbe’de yoklamadı.
Bizi Kâbe’yle buluşturup şeytanı kalbimizden uzaklaştıran ve namazımızı kıymetlendirene hamdolsun. Çünkü kutsal beldelerde namaz insana ne yük ne de yükümlülük gibi geliyor. Öyle anlamlandırıyor ki sizi, bir sonraki vakti sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Öylesine bir tufana tutuluyorsunuz ki namazda zaman, kalbinizin ortasından cennete akan bir ırmağa dönüşüyor. Bütün kirlerinizden yıkanıp arınıyor ve aklınızla birlikte duruluyorsunuz. Secdeden alnınızı kaldırmamak için zaman orada, o en değerli anda dursun istiyorsunuz. Çünkü Ravza’nın mermerlerinde secdeye giderken ayaklar ve akıl hep yalındır.
PEYGAMBER VE ASHABININ DOLAŞTIĞI SOKAKLARI GEZMEK VE HİSSETTİRDİKLERİ
Öyle garip ki… Cümlelerimin içimi, hissettiklerimi tam olarak yansıtamadığı bir yolculuk bu. Yudumlamak istediğinin ne olduğuyla ilgili bir duygu… Biraz mahrem de bir duygu. İnançla ilgili, samimiyetle ilgili evet, ama itiraf etmeliyim nerede ne yaptığınızı, oraların sizin ruhunuzda ne anlama geldiğini bilmekle ilgili de bir duygu. Nerede ne yaptığını fark etmek salt inançla değil, inancın yanında neye iman ettiğinizi bilmekle fark ediliyor ve o zaman bilinçli hissetme süreci başlamış oluyor. Aslında hepimizin bildiği klişe bir söylem modernize edilemeyecek kadar güzel özetlemiş olayı: “Anlatılmaz, yaşanır.” diye. Ama ben ‘gidin ve görün’ lafzının yanında başka şeyler de söylemek isterim. Mesela; sadece görmeyin! Gitmeden önce İslam tarihini ve peygamberimizin hayatını, savaşlarını, sokaktaki durumu, hayata nasıl karıştığını, şefkatini, kızgınlığını kısaca her halini baştan sona okuyun. Ayak bastığınız yerlerde, işte, tam burada şu hadise şu şekilde olmuş diyebilecek kadar o kutsal beldeleri yudumlayın.
Kimi zaman okçular tepesinde ahdi bozanlar olun. Veya okçuların gidişini fırsat bilen Halid Bin Velid gibi atınızı nereye sürdüğünüzü bilin. Hamza olun, peygamberin gözyaşı döktüğü. Veya Ensar’dan bir kadın olun: Savaşta babasını, kardeşini, kocasını kaybeden… Bunları haber aldıkça hep Hz. Muhammed (s.a.s)‘in sağ olup olmadığını sorun. Onun sağ olduğunu öğrenince "Sen sağ olduktan sonra her felâket hiç gelir!" deyin o kadın gibi. Gönderilen peygamberi yalanlayanlara şehrin en uzak köşesinden koşarak gelin. “Uyun O elçiye!” diye haykıran adam siz olun. Kuba Mescidi’ne sıcağın alnında bir taşta siz koyun. Nebevi Mescidi’nde peygamberin kıldırdığı bir vakit namazına yetişin. Bilal ezan okurken hayatınızın en uzak noktasına bakarak ölüme ne kadar yaklaştığınızı hissedin. “Buyur, Allah’ım buyur!” deyin. Hamd da sena da senindir ve sadece sanadır.
EN GÜZEL SİYAHLA, KÂBE İLE KAVUŞMA
“Allah’ım sen bana, bu aciz Nurdal’a, bu günahkâr vefasız çocuğa şahdamarından daha yakınsın. O da sana en yakın olduğu yerde, senin evinde: Kâbe’de. Şüphem yok ki bilen sensin. Sen beni, benim seni sevdiğimden daha çok sev. Kalbimi unutma. Bana ve sevdiklerime cehennem ateşi ve kabir azabı göstermeden cennet nasip eyle.”
Sonra sanki dilim lâl oldu. Çok utandım. İşlediğim günahlarım utandırdı beni. Ve Kâbe… En güzel siyah… Boşluğa düştüm. Aklım durdu. Uzunca ne düşünmem gerektiğini düşündüm. Ben nerdeyim? Rüya mı, gerçek mi? Sanki bir ressam beni Kâbe’nin avlusunda çizmişti. Bir resim gibi gösterişli ama duygusuzdum. İçinde olan ben değil de dışarıdan bakanlarmış gibi hissizleştim. Buna hissizleşmek değil de hissedememe duygusu diyelim. Gittim, Kâbe’ye tutundum. Sahici evet, rüya değil. Öyle heyecanlandım ki sonra. Çocuklar gibi sevindim. Kâbe’de tavaf ederken sağımda-solumda, önümde-arkamda bulunanları ve kendimi düşündüm. Aynı elbiseler, beyazlar içinde ve kimsenin ne ismi ne kimliği ne rütbesi belli. Dünyayı yöneten bizleriz ha!
Ey Nurdal, Allah herkese meydan okuyor. “Haddinizi bilin!” diyor. Bakın! İşte bütün kimliklerinizi, rütbelerinizi ve mülklerinizi ayaklarımızın altında eziyor ve hiçleştiriyor. Anladım ki ne kadar hiçsem, o kadar adamım. Ne kadar hiçsem, o kadar rütbem artıyor. Ben de kendimi ayaklarımın altına aldım; hayatımın kırık notlarını, şatafatlı yaşantımı, mülklerimi ve feda edemem dediklerimi ezip durdum tavaf boyunca. Umarım hiçleşmişimdir. Umarım orada hayatımı zehirleyen bütün şeytanlarımı kurban edebilmişimdir. Sevindim. Önüme gelene sarıldım. Şaşırdım ve şaşırttım.