Bir Başka Çağdaşlık Modeli!

Dinler
Hazırlayan: Yılmaz Yılmaz DOĞU NERE, BATI KİM? Bir zamanlar bir düşünür ortaya çıkmış ve cesurca bir duruşla “Doğu İslam’dır, batı Hıristiyan’dır” demişti. Sonra çokları b...
EMOJİLE

Hazırlayan: Yılmaz Yılmaz

DOĞU NERE, BATI KİM?

Bir zamanlar bir düşünür ortaya çıkmış ve cesurca bir duruşla “Doğu İslam’dır, batı Hıristiyan’dır” demişti. Sonra çokları bu görüşü destekleyen beyanlarda bulunmuş, diğer bir kısım düşünür de böyle bir ayrımlama ile medeniyetlerin krize, çözümsüzlüğe itildiğini dillendirmişti. Aslında hak verilesi yanları yok değildi bu düşüncenin. Batı Hıristiyan’dır; hem anlayış, hem yaşayış hem arayış olarak… Yani dinin şekillendirdiği bir batı tasavvurundan söz etmek mümkündür. Daha doğrusu; bozulmuş, aslına uymayan bir Hıristiyanlık anlayışının ortaya koyduğu tablo desek daha doğru olur. Dinlerinin gereğince yaşayan bir batı var yani karşımızda. Evet, çokça esnek, hemen her şeye eyvallah çeken bir “bozulmuş” din anlayışının eseridir bugünkü batı. Dünyalıkları adına “olmaz” ya da “yasak” tanımayan anlayışın; Müslümanları katletme, hor görme, yok sayma adına ortaya konan birçok şeye “okey” demesinin sebebi de temelde onların Hıristiyan bizimse “Müslüman” olmaz değil midir?

DEĞİŞİM MUHAKKAK AMA?
Haçlı seferleri ile başlayan “Müslüman” katlinin yüzyıllarca devam ettiğini sadece doğulu yazarların ‘taraflı’ kitapları değil; batılı tarihçilerin ‘tarafsız’ kitapları da ortaya koymuştur nitekim.

Çok değil bundan yetmiş seksen yıl kadar önce bir İngiliz Devlet Bakanının “Müslümanların elinden kitaplarını –Kur’anlarını- almadıkça onları değiştiremeyiz” demesi, aslında onlardaki değişmez ve değiştirilemez ‘tahammülsüzlüğün’ işaretidir bir bakıma. Onların anladığı ve algıladığı bir yaşam biçimi, anlayış biçimi, inanış biçimi geliştirebilirsek eğer, o zaman bize güvenleri yerine gelecektir kanımca. Bir Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu tespit de bunun göstergesiydi zaten. Ne demişti asrın çilekeşi: Batı bir Osmanlı’ya gebedir, vakti gelince vazifesini hamledecektir; Osmanlı da bir Batı devletine gebedir, o da vakti gelince vazifesini hamledecektir” Osmanlının son devirlerinde söylenen bu sö,z haklılığını çok değil 8-10 sene sonra ortaya koymuştu. Biz değişmeye başladık… Ya onlar?

MAHREM ALAN
İslam mahrem alanı şöyle belirler: Özel alanın insanların hakkı olduğunu, diğer insanların bu özel alana ancak izin dâhilinde girebilir. Mahrem alanın ifşasını yasaklayan, müntesiplerini de bu kötü davranıştan men eden bir din, İslam.
Belki bâtılı tasvir ile körpe zihinleri bulandırmış olacağız; ama o körpelikte kaç zihin kaldı o da tartışılır…

Her yaz Bodrum, Antalya, Alanya gibi tatil beldelerinin plajlarını dolduran yabancı turistler onlarda olmayan ya da ne bileyim nâkıs olan mahrem anlayışlarının ürünü olarak sere serpe uzanıyorlar kumun çakılın üstüne…

Yabancı turistler böyle de yerlileri pek mi farklı? Yerli turistlerin de onlardan aşağı kalır yanının olmadığını hem işletmeciler hem sektör içinde yer alan herkes söylüyordu zaten. Hadi onlarda nakıs olan mahrem kavramı öyle gerektirdiği için ya da serbest kıldığı için adamlar rahattı, ya bize ne oluyordu da tam uygulanmasının istenildiği mahremiyet kuralları delik deşik edilmekteydi?

KUR’AN’I KAPAT!
Öyle ya çağa ayak uydurmak için, “muasır” medeniyetler seviyesine çıkmak için; açılıp saçılmamız, daha ‘geniş’ düşünmemiz gerekiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir Türk aydınının Fransız bir gazeteciden mülhem “Kur’an’ ı kapa, kadını aç!” sözünü kılavuz edindi medya. Ve bu kılavuzluk vasfını günümüze değin de sürdürdü. Yetmişli yıllara damgasını vuran açık-saçık filmler, cinsel filmler, seksenli yıllarda başlayıp doksanların başına kadar da popülerliğini koruyan cinsel içerikli, bol fotoğraflı edep yoksunu gazeteler ve nihayetinde doksanlı yılların özel televizyonlarına bir virüs gibi bulaşan adi cinsel filmler… Bugün son raddeye internet ve gazete-televizyon kolu ile gelen bir “ten” kültürünün zebunu olmaya mahkûm ediliyor gençler. Son tahlilde cumhuriyet aydının “aç-kapa, artema” retoriği çoktan tutmuştu bile, hatta her gün yeni sürgünler veren bu bed ağaç, zehirli meyvelerini dünün gencine ikram ettiği gibi bugünün gencine de ikram ediyor. Dün yediği zehirli meyvenin etkisinde kaldığı için bugün daha “geniş mezhep” düşünen, kızının flört arkadaşını hoş gören, oğlunun soysuzluğuna kılıf arayan; dahası yaşını-başını unutup gençlere benzemek uğruna olmadık edepsizliklere, iğrençliklere soyunan yetişkin ve olgun kesimi de unutmamak gerekir.

DÜNYANIN KILCALLARINDAN ÇEKİLDİ MÜSLÜMAN KANI
Lafı getirmek istediğim noktayı aslında anlamışsınızdır; ama içimde kalmasın, söyleyeyim: Yirminci yüzyıl bitti, yirmi birinci yüzyıla girdik. Yaşıyoruz, kimselere yük olmadan ya da olarak. Var olmaya çalışıyoruz hayatta. Sadece geçtiğimiz uzun yüzyılı düşünecek olursak şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: 1900–1999 yılları arasında dünyaya iyilik, güzellik, barış, demokrasi, yüksek yaşam standardı, özgürlük diyerek yola çıkanlar sadece gözyaşı, acı, kan, yıkım, felaket, korku, hastalık ve çılgınlık getirdi. Dünyanın kılcallarından çekilen Müslüman kanının yerinde bugün, devinip duran Hıristiyan-Yahudi kanı enjekte edildi. Manipüle edildi kafalarımız, dumura uğratıldı kalbimiz. Işığımız söndü, kandilimiz kırıldı. Her an, gelip bizi hoyratça hırpalayacak bir kasırganın korkusunu taşır oldu yüreciklerimiz. İki sevgiyi taşıyamayan kalp, sadece korkuları taşıyor oldu. Kan tüccarı zalimler tarafından iğfal edilen aklımız gün yüzü görmemiş nice korkuya da gebe kaldı.

Yaşanacak günler, bu günler değildi elbet; ama asrın ne günahı var bunda, zamanın ne günahı var…

ÇAĞDAŞLIK BU MU?
“Çağdaşlık” tasavvurunun merkezine Batıyı koyan bir pergelin ayakları olmaya çalıştı ‘bu ülkenin aydınlık insanları’. Tanzimat’tan bu yana batıya ilim tahsil için gönderilen onca genç sadece bediî zevklerini (aslında sefihî demek daha uygun düşerdi) geliştirdi. Neden? Onlar gibi ileri değilmişiz, geriymişiz, ahırda yaşıyor, kümeste sabahlıyormuşuz da ondan… Yıllar yılı “Evropaa, ah Evropaaa” sayıklamaları ile devlet kademelerini işgal eden İttihatçılar üstesinden gelebildi mi geri kalmışlığın, hayır! Türkiye’de geri kalmışlığın tarihi üzerine iri iri lakırdılar etmesini bilenler iş söylemden eyleme geçmek olunca yapabildi mi bir şeyler, hayır! Hep tekrar edilen terane işte…

Avrupalı; rahatına düşkündü, yaşamasını biliyordu ama bu çalışmasının önünde engel değildi, çalıştı hem de ailesini, yaşamını ihmal etme pahasına çalıştı. Lafla peynir gemisi yürütmeye meraklı devletlûlar ne yaptı? “Evropaa, ah Evropaaa” dedi durdu onlarca yıl… Atasından dedesinden miras, bir medeniyetin inşa edildiği, koca devlet adamlarının yetiştiği, ilim ve sanat adamlarının neş’et ettiği ilim mahfillerine yani medreselere “eküri, siz halk nasıl dersiniz, ahır evet ahır” demekten utanmayan büyük devlet adamları gördü bu millet…

Batı’nın deli gömleklerini giyen Türk aydını senelerdir haykırıyor değil mi: Çağa ayak uydur ey mahrem ehli!

Hâsılı; kılavuzu bu ülkenin ‘aydın’ medyası olanın, hareket etmeden önce üç defa düşünmesi gerekir!