Türkiye her 75 günde bir, Soma’da kaybettiği can sayısı kadar insanını toprağa gömüyor. Yılda, bunun 200-230 katı kadar da uzuv kayıplı, yaralamalı olayla yüzleşiyor. Artık ‘kaza’ olmaktan çıkıp ‘cinayete’ dönüşen bu beşerî âfetin önüne geçilmesi için ‘bakanlık’ düzeyinde atılan adımların yetmediği ortaya çıktı. Soma faciasıyla birlikte iş kazalarını önlemenin bir hükümet politikası haline getirilmesi gerekiyor. Türkiye’de günde yaklaşık 200 iş kazası oluyor, bu kazalar sonucu ortalama 4 kişi hayatını kaybediyor. Yılda bu sayı 1300-1400 kişiye karşılık geliyor. Bunun 54-57 katı insan da uzuv kaybına uğruyor, sakat kalıyor ya da yaralanıyor. Bu da yılda 70-80 bin işçiye denk geliyor. 13 Mayıs 2014’te Soma’da yaşanan maden faciasında 301 işçi hayatını kaybetti. Bu rakam Türkiye’de yılda meydana gelen iş kazalarının sadece beşte biri. İstatistik verileri geçerli olmaya devam ederse, yılın geri kalanında da ülkemiz, Soma faciasında kaybettiği insan sayısının en az 3 katı kadar insanını daha toprağa verecek anlamına geliyor.
YILLIK MALİYET 40 MİLYAR TL
Sönen ocaklar, öksüz ve/veya yetim kalan çocuklar, evlat acısıyla parçalanan yürekler ve topluma yüklenen sosyal maliyet bir yana, iş kazalarının toplum ve devlete yıllık maliyeti 30-40 milyar lirayı buluyor. İş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada da El Salvador ve Cezayir’den sonra üçüncü sıradayız. Türkiye’de iş kazalarında hayatını kaybeden sigortalı sayısı yüz binde 17, Avrupa’da ise yüz binde 2,5. Yani Avrupa ortalamasından 6 kat daha fazla. Bu oran 2012’de yüz binde 6’ya düşse de sonrasında yeniden yükseldi.
Cezaî yaptırım ve/veya maddî-manevî tazminata uğramamak adına işveren tarafından örtbas edilen kazalarla, kayıtdışı istihdamın da yüzde 40’larda bulunduğu dikkate alındığında ortaya çıkacak rakamlar bu verilere dahil değil. ‘İş kazası ve meslek hastalığı’ kavramı 2000’li yılların başından itibaren devlet tarafından bir ‘olgu’ olarak kabul edilmeye başlandı. Avrupa’da 19. yüzyıldan beri uygulanagelen ‘iş sağlığı ve güvenliği kuralları’, 2003’te çıkarılan 4857 sayılı İş Kanunu’nda yer aldı. Ardından bu kanun, ilgili maddelerinin ayrıştırılmasıyla 30 Haziran 2012’de kısmen yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na dönüştü. Kanun, yüzde 98’i insan kaynaklı ve önlenebilir olan iş kazalarına yol açan sebepleri ortadan kaldırmayı öngörüyor. Eğer kanun uygulanabilirse meslek hastalıklarının ise tamamının önüne geçilebileceği belirtiliyor.
YASA DEVRİM GİBİ AMA…
6331 sayılı yasa, AB Çerçeve Direktifi ile Uluslararası Çalışma Örgütü İLO’nun 155 ve 161 sayılı sözleşmelerine dayanıyor. Bu yönüyle uluslararası standartlara uygun olan yasanın Türkiye için devrim niteliğinde olduğu yorumları yapıldı. Ancak konunun iyi niyetli tüm tarafları, yasanın istenen sonucu verebilmesi için üç temel dinamiğin birbiriyle uyumluluk arz etmesi gerektiğine dikkat çekiyor: Devlet-İşveren-Çalışan.
MÜFETTİŞ SAYISI YETMİYOR
Türkiye’de yaklaşık 1.5 milyon işyeri bulunuyor, bunların 30 bini 50 ve daha fazla sayıda işçi çalıştırıyor. İş Teftiş Kurulu Başkanlığı’ndaki müfettiş sayısı ise yaklaşık 600. Bununla tüm Türkiye’yi denetlemek mümkün değil. ‘Devlet yasayı çıkardı, üzerine düşenin en önemlisini yerine getirdi. Sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak için ise, etkin denetim ve ‘iş sağlığı ve güvenliği kültürünün geliştirilmesi’ tespiti yapılırken henüz iş güvenliği kültürünün olmaması nedeniyle denetimcilerin denetlenmesi sorunu da beraberinde geliyor. Bunun için de iş sağlığı ve güvenliği kültürünün geliştirilmesi büyük önem taşıyor.
Sahaya inmemek en büyük handikap
İş sağlığı ve güvenliği kültürünün yerleşmesi konusunda en önemli problemlerin başında ise sorun çözme yeteneği gelişmemiş bürokrasi geliyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, iyi niyetli personeliyle bu sistemin oturması için canla başla çalışsa ve seminerler, paneller düzenleseler de bu şekilde hiçbir sonuç alınamıyor. 7. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı’nın sonuç bildirisinde, devlet, kendi ödevini kayıtlara geçirdi: Kanun koyucu ve tüm sosyal paydaşların politika oluşturma haricinde, sahada aktif olarak yer alması, iyi uygulamalara rehberlik yapması ve rol model oluşturması… Ancak salonlardan çıkılıp sahaya inilmemesi büyük bir engel teşkil ediyor. İşveren ise cezai yaptırımla karşı karşıya kalmamak için iş sağlığı ve güvenliği kriterlerini kağıt üzerinde yerine getiriyor.
İNGİLTERE ÇÖZDÜ
İngiltere, dünyada iş güvenliğinin doğduğu ve kurumsallaştığı ilk ülke olarak biliniyor. İlk iş güvenliği standardının geliştirildiği İngiltere’de buna öncülük yapan ise işadamları oldu. 1800’lü yılların ilk yarısının sonuna doğru, işadamları Sir Robert Peel, Robert Owen ve Michael Sadler parlamentoyu etkileyerek yasal düzenlemeler yapılmasını sağladı.
SEFERBERLİK ŞART
6331 sayılı yasanın 36. Maddesi, üzerinden iki yıl geçmesine rağmen işletilmedi. ‘Yayın Zorunluluğu’ başlığını taşıyan bu maddeye göre, ‘Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu ile ulusal, bölgesel ve yerel yayın yapan özel televizyon kuruluşları ve radyolar; ayda en az altmış dakika iş sağlığı ve güvenliği, çalışma hayatında kayıt dışılığın önlenmesi, sosyal güvenlik, işçi ve işveren ilişkileri konularında uyarıcı ve eğitici mahiyette yayınlar yapmak zorundadır. Bu yayınlar, asgari otuz dakikası 17:00-22:00 saatleri arasında olmak üzere, 08:00-22:00 saatleri arasında yapılır ve yayınların kopyaları her ay düzenli olarak Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna teslim edilir.’