Cemal Tunçdemir’in Haberi
“Başımızı derde sokan bilmediğimiz şeyler değil, bildiğimizden emin olduğumuzu sandığımız şeylerdir.’’ Mark Twain
Sosyal medyada hakkınızda yalan bilgiler, fotoğraflar yayıldı. Vakit kaybetmeden gerçekleri belgesiyle aynı kanaldan ortaya koydunuz. Ama bakıyorsunuz ki asılsız haberi savunanlar iddialarında daha da ısrarcı olmuş. Bakın neden!
Gezi Parkı olaylarında, sosyal medyada, işyerlerinde, komşularımızla tartışmalarda ve televizyonlarda defalarca şahit olduğumuz bir ‘gerçek’, ‘demokrasi’ hakkında şüpheleri de artırdı. O gerçek şu: Sahte bir fotoğraf ya da uydurma bir açıklamaya dayanarak bir iddiayı savunanlar, hakikat ortaya çıktıktan sonra düşüncesini gözden geçireceği yerde, daha da fanatikleşerek iddiasına bağlılığını şiddetlendirdi. Neden? Bu sorunun cevabı, bütün dünyada demokrasinin en büyük handikabı haline gelen ‘keskin kutuplaşmayı’ da açıklayan şeydir belki de.
Hepimiz makul ve adil bir tartışma ortamında muhataplarımıza fikrimizi kabul ettireceğimize inanırız. ‘‘İnsanlar bizim gibi düşünmüyorlar, çünkü bizi dinlemiyorlar. Bizi bir dinleseler, yanlış fikirlerini anında değiştirecekler’’ diye düşünürüz. Bu büyük yanılgının sebebi insanı ‘akıldan’ ve bu akla hitap eden ‘bilgiden’ ibaret görmek. Bütün modern sosyal teorilerin başarısızlığı, insan tabiatı ile ilgili bu ‘indirgenmiş’ bakış açısından kaynaklanıyor. Tartışılan politikaların çoğu rakamsal ya da kemmiyete dökülebilen rasyonel verilere bina ediliyor.
Son zamanlarda yapılan bazı bilimsel çalışmalar, demokraside ‘bilginin’ gücüne inananların canını sıkacak türden sonuçlar ortaya koyuyor. O araştırmalara göre: Veriler/bilgiler, siyasi görüşümüzü fikrimizi değiştirmeye yetecek güce sanıldığı kadar sahip değil. Hatta, kanaatimizin yanlış olduğunu ortaya çıkaran bilgilerle yüzleştiğimizde, fikrimizi değiştireceğimize, ona iyice sarılıyoruz.
Michigan Üniversitesinden Brendan Nyhan başkanlığında bir araştırma grubunun yaptığı çalışma da bunlardan biri. “When Corrections Fail: The Persistence of Political Misperceptions (Tashihlerin başarısız olduğu zaman: Politik yanlış algılamalardaki süreklilik)” başlıklı araştırma raporu, ‘‘Journal of Political Behavior’’ adlı bilimsel yayının 2010 yılı Haziran sayısında yayımlandı.
Araştırma, yanlış bilgilendirilmiş insanların özellikle de siyasi partizanların, gerçek bilgilerle yüzleştiklerinde bile fikirlerinde bir değişiklik olmadığını ortaya koyuyor. Aksine gerçeklerle karşılaştıklarında fikirlerindeki fanatiklikleri artıyor.
Bu konuda en popüler örnek son 10 yılda ABD’de yaşandı. Neoconlar, Irak savaşını savunurken temel argümanları, Bush yönetiminin, Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip ve 11 Eylül saldırısını planlayan kişi olduğu yönündeki iddiasıydı. Ancak, Irak’ta tek bir kimyasal silah ele geçirilemediği gibi 11 Eylül ile Saddam arasında en ufak bağ bile bulunmadı. Dahası George W. Bush bunu itiraf etti. Northwestern Üniversitesi sosyologlarından Monica Prasad ve ekibi, bu verilerin, Bush destekçilerinin fikrini değiştirip değiştirmediğini test etti. 11 Eylül Komisyonu’nun kapsamlı raporundaki bilgiler ve itirafları bile bu kişilerin ‘kanaatini’ değiştirmeye yetmedi. 49 kişiden sadece biri bu gerçekler kendisine aktarıldıktan sonra iddiasından vazgeçti. Dartmouth Üniversitesi profesörlerinden Benjamin Valentino’nun YouGov işbirliğiyle 2012 yılında yaptığı ankette, Cumhuriyetçilerin yüzde 63’ünün Irak’ta kitle imha silahı bulunduğuna inanmaya devam ettiği tespit edildi.
Amerikalı gazeteci Joe Keohane, Boston Globe gazetesinde yayımlanan bir yazısında, ‘‘gerçeğe dair veriler, güçlü antibiyotik gibi etki ediyor yanlış kanaat sahibine. Yanlış kanaatini daha da güçlendiriyor’’ tespitinde bulunuyor.
Asıl tehdit okumuşlar
Bu tespit aslında demokrasi için kötü işaret. Çünkü, seçmenlerin neredeyse üçte ikisi, belli politik görüşlere ‘zaten’ sahip, kafası birçok bilgi ve kanaatle dolu insanlardan oluşuyor. Kararsızların oranı, çok nadiren dörtte bire yaklaşıyor. Ve düşünün ki siyasi görüşlerin sahiplerinin çoğu, görüşlerini çürüten objektif ve nerdeyse kesin bilgileri öğrendiklerinde, tamamen bilgisiz yandaşlarından çok ama çok farklı bir tepki vererek, yanlışta ısrarlarını derinleştiriyorlar.
Michigan Üniversitesi’nden araştırmayı yöneten grubun başındaki politik bilimci Brendan Nyhan diyor ki, ‘‘Genel fikir şu ki, iddiasının yanlış olduğunu kabullenmek kesinlikle bir tehdit’’ ve ekliyor, ‘‘Bu fenomene ‘geri tepme’ diyoruz. Zihinsel ahenksizlikten kaçınmak için bir psikolojik savunma mekanizması.’’
Stony Brook Üniverstesi’nden Charles Taber ve Milton Lodge’un 2006 senesinde yaptıkları araştırma da, demokrasideki gerçek problemin, tahsil seviyesi düşük seçmen ve sofistikasyon seviyesi düşük politikacı olmadığını savunuyor. Araştırmacılar, eğitimli kişilerin, yeni bilgilere, sofistike ve eğitimli olmayanlara göre çok daha kapalı olduğunu ortaya çıkarmış. Eğitimli insanlar elbette ki dile getirdikleri konuların önemli bir kısmında haklı ama haksız oldukları zamanlarda asla aksini kabullenemiyorlar. Taber ve Lodge bunu şu açıdan önemli buluyor: Bu eğitimli kişiler demokrasi teorisinin en ağırlıkla dayandığı kişiler.
Fikirlerimizi zaman içinde ölçe biçe oluşturduğumuzu düşünmek hoşumuza gidiyor. Ama maalesef sorgulaya sorgulaya oluşturmuyoruz çoğunu. Dahası, ‘‘bilgi’’ sandığımız çok şey ‘‘kanaat’’ aslında. Bunun çok büyük bir riski var. Kaynağı belirsiz, yanlış, eksik bir bilgiyi bile, kanaatimizi takviye ettiği için sorgulamaksızın kabul etmeye eğilimliyiz. Bu takviye de haklı olduğumuzdan duyduğumuz konforu artırırken, doğru bilgilere daha az kulak vermemize yol açar. Gezi olayları sırasında sahte olduğu ispatlanmış birçok fotoğraf ve bilgi medyada bu sebeple kendine yer bulmaya ve bir hissiyat oluşturmaya devam etti.
Çoğu zaman gerçeğin en uzağında olan insanlar en saldırgan politik tavırlara kayıyor. Illinois Üniversitesi’nden James Kuklinski öncülüğünde 2000 senesinde Illinois eyaleti içinde yapılan sosyal araştırmada, politik tercih sahiplerinin, ülke gündemini en fazla meşgul eden, dolayısıyla en fazla bilginin dolaştığı konularda bile pozisyonlarının ‘bilgilere’ değil, ‘kanaatlere’ dayalı olduğu tespit ediliyor. Kuklinski, buna ‘Eminim, ben haklıyım’ sendromu diyor ve uyarıyor: ‘‘Bu sadece, insanların çoğunun yanlış kanaatlerinin düzeltilmesine direneceğini değil, kanaati en temelsiz olanın, tashihe en az yanaşacak olacağını da ifade eder.’’
Peki nasıl oluyor da yanlışlarda bu kadar ısrar edebiliyoruz? Hatta bazen yanlış olduğunu bile bile haklı olduğumuzdan bu kadar emin olabiliyoruz? İnsan, fıtratı gereği tutarlı olmaya meyyaldir. Psikolojik araştırmalar, insanların, bilgileri mevcut yargılarını pekiştirecek şekilde yorumladığını gösteriyor. Dünya hakkında bir fikrimiz varsa, bu fikrimizi destekleyen bilgileri ‘pasif’ olarak hemen kabul ediyorken, fikrimizi yalanlayan bilgileri ise ‘aktif’ olarak reddediyoruz. Kitap okurken bile, mevcut hükümlerimizi nakzeden değil pekiştiren satırların altını çiziyoruz çoğunlukla.
Newsweek dergisi de 2009 yılında ‘‘kitle imha yalanları’’ adlı haberinde bu soruyu Buffalo Üniversitesi’nden sosyolog Steven Hoffman’a sormuştu: ‘‘Neden gerçeği ortaya çıktığı halde yalanlara inanmaya devam ediyoruz?’’
‘‘Motivated reasoning’’ yani ‘‘güdülenmiş düşünme’’ diyor Hoffman. Rasyonel düşünmüyoruz. Neye güdülenmişsek bu inancımızı destekleyecek bilgileri arıyoruz. Ve onu bulduğumuzda bu bilginin sağlam olup olmadığı ile nerdeyse hiç ilgilenmiyoruz.
Ama durum tamamen umutsuzca değil. Bilimin ‘insan’ telakkisi değiştikçe bu handikabı aşacak yeni yollar açılıyor. Son yıllarda, genetik uzmanları, nörologlar, psikologlar, sosyologlar, ekonomistler, antropologlar yaptıkları araştırmalarda, insanı anlama yönünde yoğun bir çaba içinde. Bulduklarının esası şu ki, biz insanlar zannettiğimiz gibi öncelikle aklımızın bilincin cereyan ettiği kısmının ürünü değiliz. Aklımızın bu kısmının altında sınırlarını bilemediğimiz ‘ben’in etkisi altındayız. İnsan ‘zihni’nin bu arkada kalan daha derin kısmı, iddia edildiği gibi sadece bastırılmış cinsel arzuların depo edildiği karanlık mağaralar da değil. Birçok kararımızın kaynağı ve çok etkili düşüncelerimizin tohumlarının olduğu yerdir burası. Virginia Üniversitesi’nden Timothy Wilson, Strangers to Ourselves adlı kitabında, insan beyninin sadece tek bir ‘an’da, 11 milyon parça bilgiyi algılayabildiğini yazıyor. En cömert tahminler bunun sadece 40 tanesinin farkında olabileceğimiz yönünde.
Beynimiz insan olarak çevremize çabuk adapte olabilmemiz için, istihraç (çıkarsama), sezgi gibi kestirme muhakeme araçları kullanacak şekilde yaratılmış. Yani bilgisayarların ‘word’ programlarındaki otomatik tamamlama fonksiyonu gibi. Bu kestirmeler olmaksızın çok az şey yapabiliriz. Kendimizi tamamen onlara bıraktığımızda ise politik yanlışlıkların fanatizmine sürüklenme riski çok yüksek.
İnsan beyni üzerinde yapılan araştırmalar, tercih, üslup ve kararlarımızda, hissiyatımızın aklımıza, sosyal bağlarımızın biyolojik bağlarımıza, karakterimizin IQ’ümüze daha baskın olduğunu ortaya koyuyor. İnsanın sistemi akılla yönlendirilen lineer ve mekanik bir sistem değil, organik ve kompleks bir sistem. Fransız aydınlanmasının ‘rasyonel’ yaklaşımı insanı izaha yetmiyor. Siyasi tercihlerimizin, siyasi pozisyonlarımızın rasyonel tercihler olduğunu sanıyoruz ancak, duygularımızın (korku, umut, aşağılanma, iltifat görme vb.) yönlendirdiği algılarımız, rasyonelliğimizin ve analitik zekâmızın çok önünde.
Yani, insanı açık fikirli hale getirecek ve kamplaşmaya ilaç olacak şey ‘akli ikna çabası’ değil ‘diyalog ve güven’ ortamı. Korkunun olduğu yerde demokrasi işlemiyor.
Korku, yarının bugünden de kötü olacağı düşüncesinin ürettiği bir duygu. Yoksa, zayıflığın yarattığı bir duygu değil. Umut ise yarının bugünden daha iyi olacağını hissetmektir.
Joe Keohane de, insanların aslında farklı bakış açılarına karşı rahatlığını belirleyen önemli bir faktörün korku ve özgüvensizlik olduğunu kaydediyor. ‘‘Kendinizle barışıksanız, kendiniz hakkında rahatsanız, özgüveniniz yerindeyse farklı düşünceyi dinlersiniz. Ancak kendinizi özgüvensiz ve tehdit altında hissediyorsanız diyaloga kapalı olur ötekini dinlemezsiniz.’’
Bu, demagogların, insanları ajite etmekten nasıl nemalandıklarını da açıklayan sır aynı zamanda. Çünkü hitap ettikleri kitleden ne kadar çok kişiyi korkutmayı başarırlarsa, o kadar kişinin karşı düşünceyi dinlemesini engellemiş olurlar. Demagoglar için en büyük tehdit kendisi gibi olmayanla diyaloga son derece açık özgüveni yüksek bir toplum.
Aksiyon