Devlet böyle bir tehdit görmedi!

Olaylar
Yeni Şafak’tan Nil Gülsüm’e konuşan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, paralel yapı, Fethullah Gülen, HSYK ve Anayasa Mahkemesi hakkında çarpıcı açıklamalarda bulundu. İşte o ropörtaj: Bozdağ ile...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Nil Gülsüm’e konuşan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, paralel yapı, Fethullah Gülen, HSYK ve Anayasa Mahkemesi hakkında çarpıcı açıklamalarda bulundu.

İşte o ropörtaj: Bozdağ ile yoğun bir gündemin ortasında konuştuk. Ve elbette zihnimde birçok soru ve defterime not ettiğim başlıklar vardı. Uzun, kapsamlı ve sistematik bir söyleşi oldu. Bakan Bozdağ, Cumhurbaşkanlığı’ndan HSYK’ya, Anayasa Mahkemesi’nin son kararlarından Haşim Kılıç’ın konuşmasına, son günlerde artan çocuk cinayetlerinden paralel yapıyla mücadeleye kadar pekçok başlıktaki bütün sorularıma ayrıntıları içerecek cevaplar verdi.

17 Aralık süreci yargı darbesi ve vesayet girişimi olarak görülüyor. Vesayet tanımlamasını gerektiren temel sorun ne?

Türkiye çok büyük bir ülke. İnsanlarımızın hepsinin aynı düşüncede olması, aynı kişileri sevmesi, aynı cemaate, tarikata mensup olması beklenmez. Herkesin aynı siyasi görüşe sahip olması ve aynı inançta olması da beklenemez. Bu farklılık, aynı zamanda ülkemizin en önemli gücüdür de. Fakat devleti yönetirken, kamuda çalışan kişiler görevlerini yaparken, bu mensubiyetlerine ve fikirlerine göre değil de, yasalara göre hareket etmesi ve amirlerinin talimatıyla görevini yapması doğru olandır. Eğer bir ülkede kamu görevi yapanlar, anayasa, yasa ve yetkili amirlerinin dışında kasaptan, manavdan, komşudan, sevdiği kişilerden, mensubu olduğu yerin liderinden veya onun talimatlandırdığı kişilerden emir ve talimat alır, işlerini de ona göre yapar hale gelirse orada çok büyük bir tehdit var demektir.

HİÇBİR DEVLET BUNA İZİN VERMEZ

Nasıl bir tehdit?

Burada hem devlet içinde hem de millet içinde ortaya çıkan bir tehditten söz ediyoruz. Düşünsenize; bir bakanın ya da müsteşarın verdiği bir talimat olacak, bu talimatın verildiği kişi ‘Bu talimatı bir de mahalledeki birine veya dernekteki, gazetedeki, vakıftaki, yurtdışındaki birine sorayım ve onay verirse yapayım’ diyor. Böyle bir ucube anlayış olabilir mi? İşte bu, devlet içinde ayrı bir devlet varlığını gösterir. Hiçbir devlet, devlet içinde devlete, devletin resmi ve meşru hiyerarşisi dışında ayrı bir hiyerarşiye izin vermez.

İzin vermesi durumunda ortaya ne çıkar?

Orada demokratik hukuk devletinin varlığından bahsedilemez. Devlet içinde devlet olmak isteyenler; sadece Türkiye için değil bütün devletler için hem büyük bir tehdittir hem de büyük bir ulusal güvenlik sorunudur. Türkiye, bu tehditle ve ulusal güvenlik sorunuyla bugün yüzleşmektedir. Allah’ın izniyle bunun da üstesinden gelecektir.

BUNUNLA İLK KEZ KARŞILAŞILIYOR

Devletin bu tür bir tehditle ilk kez karşılaştığı söylenebilir mi?

Devlet tek ise devletin içinde bulunan kamu görevlilerinin tamamı da devlete ve bu devletin hizmet ettiği insanlara hizmetkârdır. Devlette görev alanların farklılıklarını, görevlerine yansıtmamalı, görevlerini yasalara uygun yapmalıdır. Bu ana kurala uyulduğu takdirde her tür farklılıklar, ülkemizin zenginliği ve gücüdür. Türkiye pek çok vesayet türü ile mücadele ederek bugünlere geldi. Ama Türkiye ilk defa devlet organları içinde görev yapan kimi kamu görevlileri vasıtasıyla devlet hiyerarşisi içinde bulunmayan bir örgütün devlet içinde devlet olma ve bu yolla meşru iktidarlar üzerinde vesayet kurma olayıyla karşılaşıyor. Bu, demokrasi için, hukuk devleti için ve ülkemiz için büyük bir tehdittir.

KAMUDA GÖREVLİ AMA BAŞKA YERE BAĞLI

Bu yapı hangi alanlarda örgütlenmiş?

Bunu biz her alanda görüyoruz. Bugün toplumda bazı kamu görevlilerinin, anayasaya ve yasalara bağlılıkla değil de devletin resmi hiyerarşisi içinde bulunmayan kişilere bağlılıkla hareket ettikleri; hatta yasaları bu bağlılıklarına uygun bir araç gibi kullandıkları konusunda yaygın değerlendirmeler yapılmaktadır. İnsanlar bu durumdan fevkalade rahatsız. Bir kişi yargıya, kamunun herhangi bir birimine gittiğinde orada karşısında devletin temsilcisini, kendi hizmetkârını görmek istiyor. O kişilerin kendisine yazılı kanunlara göre muamele etmesini, resmi onayı da kanundan ve resmi amirlerinden almasını bekliyor. Kamu görevlilerinin bunun dışında hareket etmesi; kişilerin hem hukuka ve hem de devlete olan güvenini ortadan kaldırır; demokratik hukuk devletini yok eder.

GERÇEKLER ORTAYA ÇIKACAK

Türkiye’de hukuk uzunca bir süre vesayet girişimlerinin aracı oldu. 17 Aralık sürecini de bu bağlamda ele alabilir miyiz?

Yargı Türkiye’de her zaman tartışmanın tam ortasında oldu. Adnan Menderes’i yargılayıp idam edenleri de; 12 Mart 1971 muhtırası sürecinde yargı görevi yapanları da; 12 Eylül darbesinden sonra ‘Denge olsun diye bir sağdan bir soldan astık’ diyen Evren’i yalancı çıkartmayan yargı mensuplarını da, 28 Şubat sürecinde Genelkurmay’da brifing alan yargı mensuplarını da, 367 kararını imzalayanları da hiç kimse hayırla yad etmiyor.

Benzeri 17 Aralık’ta hukuku paravan kullananlar için de mi gerçekleşecek?

17 Aralık sürecinde ortaya çıkan hukuk dışılıklar; bir zaman geçtikten sonra daha sağlıklı değerlendirilecektir. Bugün toplumda, bazı yargı mensuplarının, hukuku kullandıkları konusunda yaygın değerlendirmeler yapılıyor. Bunlar inceleniyor ve soruşturuluyor. Gerçekler ortaya mutlaka çıkacak. Burada hukukun dışına çıkanlar varsa onlar da selefleri gibi anılmaktan kurtulamayacaklardır.

HUKUKÇU İDEOLOJİK OLMAZ

Hukukun böyle bir niyetler kullanılması çok daha vahim bir durum. Bunun sebebi nedir?

Yargının bağımsız ve tarafsız olması, hukuk devletinin olmazsa olmazıdır. İnsanlar yargı görevi yapanların; siyasi, dini, ideolojik sebeplerle karar verdiklerine inanırlarsa orada hukuk devletinden bahsedemeyiz. Biz yargının bir ideolojinin, bir siyasetin, bir inancın yargısı değil de tarafsız ve bağımsız millet yargısı olsun diye mücadele ettik. 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliklerini de bu maksatla yaptık. Ne yazık ki gelinen nokta, hedefimizin çok uzağındadır.

YASALARI ÇİĞNEMEYEN KORKMASIN

Paralel Yapıya yönelik mücadelenin tavizsiz bir biçimde yürütüleceği anlaşılıyor. Mücadelenin çerçevesi ve ilkeleri ne olacak?

Devlet tektir. Devlet içinde devlet olmak isteyenlerle ve hukuku çiğneyenlerle mücadele, hukuk içinde ve hukuk yoluyla olacaktır. Kim kanunları çiğnemişse, kim suç işlemişse elbette bunun hukuktaki karşılığını görecektir. Hiç kimse, hukuk dışında bir mücadele beklemesin. Ve yine hiç kimse hukuk içinde yapılan bir mücadeleyi ‘cadı avı’ diye de nitelendirmesin. Bizim yaptığımız çalışmaların özü, herkesin hukuk içinde kalmasını sağlamaktır. Kamu görevlilerinin disiplin hukukunun dışına çıkması halinde ne tür yaptırımların uygulanacağı yasalarımızda bellidir. Eğer suç olan bir durum varsa, neyin tatbik edileceği ceza kanununda belirtiliyor. Bunun usulü de usul kanunlarımızda yazıyor. Devlet içinde paralel yapıya yönelik mücadelenin nasıl olacağını hukuk gösteriyor. Bizim yapacağımız da hukukun gösterdiği yolda yürümektir.

ULUSAL GÜVENLİK TEHDİDİ ORTADAN KALDIRILACAK

Bu yapının karakterini ortaya koymak bakımından en çok öne çıkan olaylar hangileriydi size göre?

Başbakanın ofisine böcek konulması, Dışişleri Bakanımız’ın üst düzey kamu görevlileri ile Türkiye’nin güvenliği açısında son derece önemli ve gizli bir toplantının dinlenerek kamuoyuna servis edilmesi, kriptolu telefonların ve diğer telefonların dinlenmesi, Türkiye’nin Suriye halkına yaptığı yardım ve desteklerin sanki terör örgütüne yapılan yardımmış gibi gösterme gayreti ve pek çok kişinin dinlenmiş olduğuna ilişkin ortaya çıkan veriler; montajlar ve şantajlar ile devlet içinde paralel yapılanma öne çıkmaktadır. Türkiye bugüne kadar böylesine çok yönlü bir saldırı ve ulusal güvenlik tehdidiyle karşılaşmış değildir. Türkiye, ulusal güvenliğimize, demokrasi ve hukuk devletine yönelik bu tehdidi de ortadan kaldırmayı başaracaktır.

MGK’DA AÇIK VE NET OLARAK İFADE EDİLDİ

Başbakan Erdoğan’ın Köşk’e çıkması durumunda paralel yapı ile mücadelede bir zayıflama olur endişesi dillendiriliyor.

Bu yapı sadece devleti yönetmek istemiyor. Aynı zamanda devlet içinde devlet olmak istiyor. Dolayısıyla ortada devletin doğrudan güvenliğine yönelik bir tehdit var. Bugün bizim ortaya koyduğumuz tavır, tek başına başbakanımızın veya AK Partinin tavrı değildir. Bu tavır, Türkiye Cumhuriyetinin tavrıdır. MGK’nın son iki toplantısındaki bildiride bu konu açık ve net olarak ifade edilmiştir. Bunun anlamı şudur: Bu mesele artık birilerinin değil, bizzat devletin meselesidir ve artık bu duruma devlet vaziyet etmektedir. Bu mesele artık devletin bütün kurumlarının meselesidir ve gereği yapılacaktır. Devlet bu meseleyi mutlaka çözecektir, hükümet de devletin yönetici aklıdır. Dolayısıyla devletin kabul ettiği bu anlayışı hayata geçirmek için hükümet de kendi üzerine düşeni mutlaka yapacaktır. Sayın Başbakanımız cumhurbaşkanı olacak olursa devletin yönetiminden ayrılmış olmayacak ve bu meselenin çözümü sürecini de bizzat yönetecektir.

DEVLET AKLIYLA, HUKUK İÇİNDE

Şu halde bu kaygılar yersiz…

Evet. Cumhurbaşkanı aynı zamanda yürütmenin başıdır. Önümüzdeki seçimlerde cumhurbaşkanını halk seçeceği için meclisin seçtiği bir cumhurbaşkanına göre daha aktif olmak durumundadır. Dolayısıyla cumhurbaşkanı da devletin bütün kurumlarının olumlu ve uyum içinde çalışmasını gözetlemek ve temin etmekle yükümlüdür. Cumhurbaşkanlığı bu mücadelede çok önemli bir yere sahiptir. Bu makamın iradesi elbette hükümeti de etkileyecektir. Devlet var olduğu sürece, devlet aklıyla ve devlet gücüyle ancak hukuka bağlı kalmak kaydıyla bu yapıyla mücadele edilecektir.

YARI BAŞKANLIK GELİYOR

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi bizim siyasi tarihimizde bir ilk. Cumhurbaşkanı adayları propagandalarını nasıl yapacak?

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması tarihi bir olaydır. Bizim tarihimizde de dediğiniz gibi bir ilktir. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ve ikinci defa seçilebilme imkanının bulunması; Cumhurbaşkanı adaylarının adaylık sürecindeki propagandalarını elbette etkileyeceklerdir. Bence Cumhurbaşkanı adayları; seçim sürecinde anayasadaki görevlerini nasıl iyi yapacaklarından ziyade halkın neden kendisine oy vermesi gerektiğini anlatacaklardır. Cumhurbaşkanı adayı, daha adaylık sürecinde sembolik bir cumhurbaşkanı olmayacağını kamuoyuna deklare etmiş olacaktır. Seçildikten sonra halkın yüzde ellisinden fazlasının desteğinin verdiği bir güçle daha da aktif rol alacağı kaçınılmazdır.

Bir yanda halkın oyuyla seçilen bir cumhurbaşkanı, diğer yanda parlamenter sistemin yerleşik gelenekleri. Türkiye halkın seçtiği cumhurbaşkanından sonra nasıl bir sisteme sahip olacak?

Cumhurbaşkanı adayları kesinleşip bu adaylar meydanlara çıktığı andan itibaren, Türkiye’deki parlamenter sistem yarı başkanlık sistemine dönüşecektir. Kim ne derse desin, halkın seçtiği cumhurbaşkanı göreve başladığı andan itibaren Türkiye, fiilen yarı başkanlık sistemine geçmiş olacaktır. Bu işin böyle olacağını, muhalefet de dahil olmak üzere, herkes biliyor. Ama bu gidişe rağmen bunu ifade etmiyor. Türkiye’de fiilen bir sistem değişikliğine gidiliyor.

SEÇİLEN KİŞİ HERKESİN BAŞKANI OLACAK

Bu fiilî/de facto durum ne zaman ve nasıl hukukî/de jure bir şekle dönüşür peki?

Biz daha önce fiilî değişiklik olmadan bir anayasa değişikliği yaparak Başkanlık, yarı başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı sistemlerinden birisini seçmeyi teklif ettik. Ama muhalefet partileri bu seçeneklere karşı çıktı. Bizim bu teklifi getirmemizin sebebi, cumhurbaşkanını halkın seçecek olmasıyla birlikte gerçekleşecek fiilî sistem değişikliğini resmi hale getirmekti. Bu gerçeği söylemeye de devam edeceğiz. Halkın bu fiilî değişiklikten memnuniyeti ortaya çıktığında resmi değişiklik daha kolay olacaktır. Halkın cumhurbaşkanını seçecek olması, bir anlamıyla devlet başkanını seçmesi anlamına gelmektedir. Ve seçilen kişi de cumhurun başkanı, devletin başı, herkesin başkanı olacağı için ona göre davranacaktır. Bu seçim, sistem değişikliği için geçiş süreci olacaktır. Bir süre geçtikten sonra bu değişiklik kendi seyri içinde yapılacaktır.

DEMİREL’İ HALK MI SEÇTİ DE YILMAZ’LA SORUN YAŞADI

Cumhurbaşkanının ve başbakanının halk tarafından seçilmesinin iki makam arasında kavgaya yol açacağı iddiası da sık dillendiriliyor. Siz bu türden bir çatışmayı öngörüyor musunuz?

Ben buna katılmıyorum. Rahmetli Özal’ı, Demirel’i meclis seçti, halk seçmedi. Ve Özal’la Mesut Yılmaz arasında çok büyük çatışmalar oldu. Demirel, Tansu Hanım’ı başbakan yaptı. Ama daha sonra çok ciddi sıkıntılar yaşandı. Sayın Sezer döneminde de benzer bir durum oldu; Anayasa fırlatma hadisesi çok iyi biliniyor. ‘Cumhurbaşkanını meclis seçerse, hükümetle sıkıntı olmaz’ tezini savunanlar; Özal-Yılmaz; Demirel-Çiller kavgalarını nasıl izah edeceklerdir? Halkın Cumhurbaşkanını seçmesi, esasında bu kavgaları önleyici bir sigorta görevi görür. Halk, seçtiği cumhurbaşkanının haksız her adımını not eder ve onu bir daha seçmez. Kimse kavgalı eve kız vermez. O yüzden halkın seçimi, cumhurbaşkanı hükümet kavgalarını azaltıcı bir rol oynar diye düşünüyorum.

SAVCILAR RE’SEN SORUŞTURMA BAŞLATIYOR

Paralel Yapı ile ilgili çeşitli illerde soruşturmalar var. TİB, soruşturması, Gülen’le ilgili Ankara’da başlayan soruşturma… Bu soruşturmalar hangi hukukî süreçler bağlamında ilerliyor ve ne aşamada?

Bir suçun işlendiğine dair ihbar olduğu zaman cumhuriyet savcıları işin aslını ortaya çıkarmak, suç varsa faillerini ortaya çıkarmak amacıyla soruşturma başlatırlar. Türkiye’de 17 Aralık sonrası ortaya çıkan tartışmalar, siyasilerin yaptığı açıklamalar, gazetelerde çıkan haberler Cumhuriyet savcılığı için bir suç duyurusu olmaktadır. Cumhuriyet savcıları sadece şikayet üzerine değil; aynı zamanda basın ve yayında çıkan haberleri bir ihbar kabul ederek de soruşturma başlatabilir. Basında Ankara, İstanbul, Adana ve başkaca bazı yerlerdeki savcılıkların soruşturma başlattığına dair haberler var. Biliyorsunuz soruşturmalar gizli. Ben, Türkiye’nin neresinde kaç soruşturma var, ellerinde neler var onun bilgisine sahip değilim.

Bu davaların birleştirilmesi söz konusu mu?

Soruşturma ve yargılama usulü CMK’da düzenlenmiştir. Birleştirmeler ve ayırmalar, bu usule uygun yapılmak zorundadır. Yargılama sürecinde, alınacak veya alınmayacak kararlara dair bir değerlendirme yapmam doğru olmaz.

GÜLEN İÇİN KIRMIZI BÜLTEN ŞART DEĞİL

Fethullah Gülen’in iadesi son dönemin önemli başlıklarından. Başbakan Erdoğan’ın bu yöndeki açıklamasından sonra ülkeler arası hukuk açısından nasıl bir prosedürün olacağı merak ediliyor. Bu konuda nasıl bir hukukî işleyiş söz konusu olacak?

Kırmızı bülten bir suçlunun uluslar arası düzeyde aranması, yakalanması ve akabinde iade edilmesi amacıyla interpole ye ülkelerin talebi zerine, interpol genel sekreterliği tarafından çıkartılarak 190 üye ülkeye dağıtılan önemli bir bülten çeşididir. Bir tutuklunun ya da hakkında yakalama kararı çıkartılan bir kimsenin görüldüğü yerde yakalanıp iade edilmesini belirten bültendir. İnterpolden kırmızı bülten talebinde bulunulabilmesi için öncelikle bu kimse hakkında mahkemelerce verilmiş bir tutuklama kararı ya da şahsın mahkum edilip cezası kesinleşmişse hükmedilen cezanın infazının temini için savcılıkça çıkarılmış yakalama müzekkeresinin bulunması gerekir. Fethullah Gülen hakkında kırmızı bülten çıkarılması; ancak adli bir süreçte verilecek kararla olabilir. Bunun dışında, hükümet siyasi kanallardan da iadesini talep edebilir. Buna bir mani hal de bulunmamaktadır.

HSYK ÜZERİNE DÜŞENİ YAPMALIYDI

AYM HSYK ile ilgili düzenlemenizi kısmen iptal yoluna gitti. HSYK’nın işleyiş ve yapısında yanlış olan neydi?

Hâkimler ve savcılar görevlerini anayasal teminat altında yaparlar. Hepimizin teminatı bağımsız ve adil yargıdır. Hakimlerin ve savcıların görevlerini yaparken hukukun dışına çıktıklarına dair şikayetleri HSYK, inceler ve karara bağlar. Eğer HSYK; açıkça yasaları çiğneyen hakim ve savcılar hakkında objektif kararları zamanında verir ve uygularsa, elbette yargısal görev yapanlar daha dikkatli davranmak zorunda kalır. Örneğin HSYK; Ergenekon davasının kararını mahkeme vaktinde yazmadığı halde, yapılan şikayetleri uzunca bir zaman inceleme konusu yapmamıştır. Bu da mahkemenin on beş günde yazması gereken gerekçeli kararı bir yıla yakın yazmaması sonucunu doğurmuştur. İnceleme yapılmış olsaydı, bu kadar karar yazmak zamana yayılmazdı. Biz 2010 referandumuyla hem HSYK’nın demokratik temsile uygun yapılanmasını sağladık hem de siyasal bagajları olmayan bir yapı oluşması için adım attık. Ama maalesef gelinen noktada bunu başarmış değiliz.

AYM YASAMANIN TAKDİR HAKKINI KALDIRIYOR

AYM’nin HSYK düzenlemesini iptal etmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Bizim HSYK konusunda yaptığımız düzenlemeler anayasaya uygundur. AYM, yorum yoluyla bunları iptal etti. Anayasa çok açık şekilde ‘HSYK dairelerinin oluşumu kanunla düzenlenir’ diyor ve biz de bunu kanunla düzenledik. Ama AYM, ‘yargı bağımsızlığı’, ‘hâkimlik teminatı’, ‘hukuk devleti’ gibi soyut gerekçelerle bunları iptal etti. AYM, geçen anayasa değişikliğinden sonra ‘tek oy’ kuralını iptal ederek HSYK seçimlerine müdahale etmişti. Bu son kararıyla da AYM, üyelik için gereken 20 yıl kıdem şartını ve seçim usulüne ilişkin düzenlemeleri bir kez daha iptal ederek yine HSYK seçimlerine resmen müdahale etmektedir. AYM burada açıkça yasamanın takdir hakkını ortadan kaldırmaktadır.

AYM BAŞKANI PR ÇALIŞMASI YAPIYOR

AYM’nin twitter başta olmak üzere son dönemde verdiği kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?

AYM’nin twitter kararı konjonktüreldir. AYM Başkanının son konuşmasıyla bir arada okunduğunda görülmektedir ki bu karar, AYM Başkanının PR çalışmasıdır. Anayasanın bireysel başvuruyu düzenleyen hükmü, ‘bireysel başvuru için olağan kanun yollarının tüketilmesi şarttır’ diyor. AYM, bu açık hüküm karşısında içeriğe girmeden usulden bu başvuruyu reddetmeliydi. Ama bunu yapmadı. Üstelik vermiş olduğu kararı AİHM’in kararlarına, içtihatlarına dayandırıyor. Oysa şartların ve bağlamın oldukça farklı olduğunu kendileri de biliyor. Twitter Türk mahkemelerinin kararlarını tanımazken, uygulamazken AYM verdiği kararla, Twitterin hukukunu koruyan bir karara imza atmıştır. Mahkeme kararıyla hakları ihlal edildiği tespit edilen kişilerin hakkını gözetmemiştir.

AYM’nin twitter için olumlu karar verirken 1 Mayıs başvurusuna girmemesi çelişkili değil mi?

AYM’nin 1 Mayıs kararı doğru. Çünkü olağan kanun yolu tüketilmiş değil. Ama Twitter kararı da aynı idi. Orada farklı davrandı. Sebebi, hukukun gereğinden ziyade sayın başkanın PR hesabında aranmalı diye düşünüyorum. Sayın Başbakanımızın, Sayın Burhan Kuzu’nun ve pek çok vatandaşın müracaatları var; umarım mahkeme orada da Twitter konusundaki hassasiyeti gibi hassas davranır.

Eskiden yüksek mahkemelerin kuruluş veya açılış törenlerinde mahkeme başkanları tarafından siyasetçileri paylayan, onlara had bildiren konuşmalar yapılırdı. AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın konuşması da o günleri hatırlattı. O günlere bir daha dönülmesi ihtimalinden ürkenlere ne dersiniz?

Türkiye’nin demokrasi tarihi, herkes için ibretlerle dolu bir süreçtir. Bu ülkede demokrasiye balans ayarı yapan bir kısım rütbelilerle cübbeliler işbirliği halindeydi. Biz bu konuda ciddî mücadele yaparak bugünlere geldik. Bir zamanlar, AYM, Barolar Birliği, Yargıtay, Danıştay, HSYK art arda birbirinden sert açıklamalar yapardı. Muhalefet yapma görevini adeta bu kurumlar üstlenmişti. Ama bu geçmişte kaldı. AYM Başkanının son konuşması, bazı kişilerde ‘eski Türkiye hortluyor mu’ şeklinde bir düşünce oluşturduysa da, ben bunun imkansız olduğu kanaatindeyim. Türkiye’de rütbelilerin hükmettiği dönem de cübbelilerin hükmettiği dönem de kapanmıştır. Milletin iradesinin her şeye egemen olduğu dönemdeyiz. Bundan geri dönüş te olmayacaktır.

O KONUŞMA MAHKEMENİN GÖRÜŞÜ DEĞİLDİ

Haşim Kılıç’ın konuşması pek çok kişiyi rahatsız etti. Siz nasıl buldunuz?

AYM Başkanının konuşması tamamen siyasi polemik unsurları içeren bir konuşmaydı. Başkan, Mahkemenin kararlarına yönelik eleştirileri kendi üzerine almış ve konuyu şahsileştirmiştir. Bu konuşma AYM’nin değil, Haşim Bey’in görüşlerini içeren bir konuşmadır. AYM’nin mehabetiyle, toplumun ahlaki değerleriyle, devlet geleneğiyle bağdaşmayacak nezaketsiz bir konuşmaydı. Hiç kimse davet ettiği misafirlere, kendi evinde saygısızlık etmeyiz, imalı hakaretlerde bulunmayı, onları adeta azarlamayı hukukun üstünlüğüne sahip çıkma kılıfıyla sunamaz, sunmamalıdır. Bu konuşma, bizim sevdiğimiz ve saydığımız Haşim Kılıç’a yakışmamıştır. Haşim Beyin konuşması kendini sevenlerini ve dostlarını üzmüştür; ama yıllardır kendisine ve ailesine her türlü saygısızlığı yapanları memnun etmiştir. Alkışlayanlar eleştirenlere baktığınızda bunu net olarak görmek mümkündür.

17 Aralık sürecinde gündeme getirilen yolsuzluk iddialarının AK Parti tarafından örtüleceği propagandasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yolsuzluk iftiraları, AK Parti ile millet arasındaki gönül bağlarını koparmak için kurgulanmış bir komplodur. Bu komplo için kullanılan taşeronları da milletimiz görmektedir. Yolsuzlukla mücadele, AK Partinin en güçlü olduğu alandır. AK Partinin ortaya koyduğu icraat ortadadır. Bu denli büyük bir değişimi ve ekonomik büyümeyi yolsuzlukların olduğu bir ortamda gerçekleştirmek mümkün değildir. AK Parti iktidara geldiğinden bu yana nüfusu 12 milyon artmışken millî gelirimiz 3.5 kat arttı. Petrol mü, altın mı bulduk biz? Hayır. Sadece hazinenin başında bulunanlar, bekçileri değişti. Bu komplonun amacı AK Partiyi ve Başbakanımızı en güçlü olduğu yerden vurmaktı. Ama milletimiz bunlara prim vermedi.

AK Parti’de bu tür işlere bulaşan hiç mi olmadı peki?

AK Partinin 10 milyon üyesi var. Bu kadar geniş bir camiada hata yapan birilerinin olmadığı söylenemez. Ama sayın Başbakanımızın bu türden işlere tevessül etmiş kimselerin parti ile olan bağlarını mahkemeden de önce nasıl kestiğini çok iyi biliyorum; defalarca buna şahit olduk. Bizim bu tür işlere bulaşan kişilerle ilgili şu ana kadar nasıl davrandığımız açıkça ortadadır. Bu tür suçlamalara muhatap olan bakan arkadaşlarımız da, bir dilekçe vererek kendi durumlarını incelemek üzere bir komisyon kurulmasını talep etmişlerdir. Biz soruşturmalardan çekinmiyoruz. Hukukun öngördüğü şekilde, anayasa ve yasaların usullerine uygun olarak bu soruşturmaların yürümesinden yanayız. Hukuku bilenler, bu davaların örtülemeyeceğini bilir ve bizim böyle bir niyetimiz yoktur, olamaz da.

Geçtiğimiz hafta CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun ifadeye çağrılması çok tartışıldı. Meseleyi tahkik edebildiniz mi?

Sayın Kılıçdaroğlu’nun ifadeye çağırılması, anayasanın 83’üncü maddesine aykırıdır. Doğru değildir. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı bunun sehven yapıldığını söyledi. İstanbul’da görev yapan savcıların sehven de olsa böyle bir yanlışlık yapmamaları gerekirdi.

Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda gerilediği, gazetecilerin durumunun kötüleştiği iddiası uluslararası çevrelerce çok sık dile getiriliyor. Bu konuda Türkiye ne durumda?

Bugün Türkiye cezaevlerinde; sırf gazetecilik faaliyetinde bulunduğu için tutuklanmış veya hüküm giymiş kimse bulunmamaktadır. Bir suç sebebiyle insanlar hakkında soruşturma ve yargılama yapılır. Suç isnat edilen kişinin mesleği, yargılamaya engellemez. Bir kişi adam öldürmüşse, silah kaçakçılığı yapmışsa, karakolu taramışsa, bomba yapmış ve atmışsa, terör örgütü kurmuşsa veya terör örgütü yönetiyorsa, üyeyse, bu gazeteci diye hakkında bir soruşturma veya yargılama yapılmayacak mı? Hiçbir meslek insanlara suç işleme özgürlüğü vermez.

Ne tür suçlar bunlar?

Bu suçlar arasında adam öldürmek, yaralamak, silah kaçakçılığı, terör örgütlerine üyelik, küçük yaştaki çocukları terör örgütüne kazandırmak, terör örgütleri adına bombalama eylemlerine katılmak, resmi evrakta sahtecilik, casusluk faaliyeti gibi suçlar var. Bunların hiçbirisi gazetecilik faaliyeti değil. Şunun altını çizmek istiyorum; gazetecilik faaliyeti sayılabilecek işlerden ötürü şu an cezaevinde hiç kimse yok. Zaten gazetecilik faaliyeti gibi bir suç da olamaz.

44 DEĞİL 11 KİŞİ TUTUKLU

Freedom House’un raporunu nasıl karşıladınız?

Bu rapor, 2013’e ait verileri içeriyor. Bu tür raporları hazırlayanlar Adalet Bakanlığından bu konudaki verileri isteseler, hataya düşmezler. Meselâ yapılan son açıklamalara göre 44 kişinin tutuklu olduğu söyleniyor. Bu 44 kişiyi incelettirdim. Sonuç, bunlardan 18 kişinin yargılamasının tamamlanmış, hüküm almış ve hükmü kesinleşmiş, 11 kişi tutuklu, 14 kişi tahliye edilmiş, kalan 1 kişinin ise kayıtlarda ismi yok. Dolayısıyla, Freedom House’un raporunun esas aldığı açıklamalarda, tutuklu gazeteciler olarak ismi zikredilen kişilerden yalnızca 11’i tutukludur. Kaldı ki, bu 11 kişinin tutuklu olmalarının sebebi de kesinlikle gazetecilik faaliyeti değildir. Polis karakoluna molotof atmaktan, silah kaçakçılığından, terör örgütüne adam kazandırmaktan tutuklanan kişinin gazeteci olması, ona suç işleme özgürlüğü tanınacağı anlamına gelmez. Üstelik sayılan bu 44 kişiden sadece 6 kişinin basın kartı var. Bütün bu suçlamalar, Türkiye aleyhine yürütülen karalama kampanyası kapsamında dile getiriliyor.

Sizin de yakından takip ettiğiniz gibi son günlerde toplumun gündeminde en çok yer alan konulardan birisi de çocuklara karşı işlenen vahşi suçlar. Bu konuda bir çalışmanız, hukukî bir hazırlığınız var mı?

Bu konuda rakamlar üzerinden bir değerlendirme yapmayı doğru bulmuyorum. Tek bir çocuğumuzun bile bu tür bir muameleye mâruz kalması vicdanımızı yaralar. Çocuklarımızı korumak hepimizin vazifesi. Bu tür olayların olmaması için cezaların caydırıcılığı çok önemli. Fakat bundan daha da fazla bu olayların olmaması için alınacak tedbirler önemlidir. Bunu iki yönüyle düşünmezsek bu olayları önlemekte başarılı olamayız. TCK’da çocuğa karşı işlenen cinayetin cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapistir. Hukukumuzda bundan daha ağır ceza yok. Ama Başbakanımızın talimatı üzerine suçun cezasının infazını daha sıkı hale getiren düzenlemeler yapacağız.

Yeni bir yargı paketi hazırlığınız da var. İçeriğinde neler var bu paketin?

Hazırladığımız yeni yargı paketinde pek çok konu yer almaktadır. Uyuşturucu, cinsel saldırı, hırsızlık gibi suçların cezalarını artıran düzenlemeler var. İstinafla ilgili düzenlemeler var. Ve başkaca konular olacak. Önümüzdeki bakanlar kuruluna arz ettikten sonra detaylarını kamuoyu ile paylaşma imkanımız olacaktır.