Engin Dinç’in röportajı
28 Şubat süreci, dini referans alarak iktidara gelen Refah Partisi ve onun iktidardaki ortağı DYP’ye yönelik bir post-modern darbe olarak kabul edilir. Ancak bu post-modern darbeyi gerçekleştiren aktörlerin, temelde neyi hedefledikleri pek gündeme gelmedi. 28 Şubat, RP’yi iktidardan indirmek için bir takım fişlemeler, andıçlar, eğitim ve dini bir takım hususlardaki yaptırımlar olarak algılandı. Siyaseten de Necmettin Erbakan ve onunla birlikte siyaset yapan bazı isimlerin önünün kesilmesi olarak görüldü. Ancak İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Star Gazetesi yazarı Cemil Ertem’le yaptığımız söyleşide 28 Şubat’ın tabiri caizse derin kodlarını keşfetme şansı bulduk. 28 Şubat’la aslında hangi gelişmelerin önünün kesilmek istendiği, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu süreçteki rolü, Türkiye’de AK Parti iktidarına yol veren gelişmeleri bu röportajda bulabilirsiniz…
DEMİREL ASKERİ VESAYETİN PARLAMENTER TARAFTAKİ AKTÖRÜYDÜ
Türkiye 80’li yıllarda neo-liberal bir yola oturmak ve küresel piyasalarla bütünleşme yoluna gitti. Buna karşın 90’lı yıllar zayıf koalisyon hükümetleriyle geçti. 28 Şubat ise Refah Partisi gibi dini referans alan bir partinin ortak olduğu iktidara karşı yapıldı. Refahyol iktidarına yönelik 28 Şubat post-modern darbesini, diğer darbelerden ayıran unsurlar nelerdir?
Birkaç bağlamda 28 Şubat’ı değerlendirmek lazım. Bir, sizin de belirttiğiniz gibi Türkiye’nin iç dinamikleri vardı. O zamanki ekonomik, sosyal koşullar vardı. Bir de tabii dünya konjonktürüne bakmak lazım. Hem dünya konjonktürünü, hem toplumun iç dinamiklerini hem de tarihsel süreci bir araya getirdiğimizde 28 Şubat’ı anlayabilir ve derin olarak kavrayabiliriz diye düşünüyorum.
90’lı yıllardan 2000’li yıllara doğru gidiş bize bugünkü yaşadığımız krize giden süreci de anlatıyordu. Yani ne olmuştu? 90’lı yılların hemen başında, 89’da Berlin Duvarı yıkılmıştı. İki kutuplu dünya son bulmuştu ve Amerikan hegemonyası tek başına kaldı gibi gözüktü. Ama aslında öyle değildi; çünkü Amerika’nın karşısında Sovyetler olmadan Soğuk Savaş geleneği ve Soğuk Savaş olmadan Amerika’nın bu hegemonyayı yürütmesi çok zordu. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması aslında yeni bir dönemi başlattı. Bu yeni dönem Sovyetler’in olmadığı bir dönem olduğu kadar Amerika’nın tek başına hüküm süremeyeceği bir dönemi de paradoksal bir şekilde anlatıyordu. Amerika her ne kadar Sovyetlerin ortadan kalkmasından sonra tek başına kaldığını zannediyorsa da, esasında tek başına kalmıyordu; çünkü bütün bu süreçte Amerika’yı da ayakta tutan Sovyetlerin varlığıydı.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması aslında bir liberal dalgalanış; yani dünyada siyasi anlamda liberalizmin Doğu Avrupa’dan başlayarak giderek doğuya doğru yayılmasıdır. Bu dalga Türkiye’ye geldiği zaman Türkiye gerçekten çok şanssız bir dönem yaşıyordu. Neden şanssızdı? Çünkü Türkiye’de koalisyon hükümetleri her zaman askeri vesayeti sürdüren maskeler olmuştur. Koalisyon hükümetlerinin zayıflığı, siyasetin zayıflığı, seçilmişlerin zayıflığı anlamına geliyordu. Hemen onun arkasındaki askeri vesayet rejimi bu zayıflığı, meclisi ve partileri çok iyi kullanarak kendi hükümdarlığını, kendi oligarşik diktatörlüğünü yürütüyordu. Tabii ki bu 28 Şubat’ın aktörlerine baktığınızda bu askeri vesayet rejiminin parlamenter taraftaki aktörlerini görürsünüz. Örneğin Demirel gibi…
ÖZAL’IN LİBERAL DÖNÜŞÜMÜ YARIM KALDI
Askeri vesayetin yürütülmesinde bir kere zayıf koalisyon hükümetlerinin çok önemli rolleri olmuştur. 90’lı yıllar aslında Türkiye’de bunların bir şekilde ortaya iyice çıktığı ve somut olarak var olduğu dönemlerdi. Çünkü 1980’de Turgut Özal’ın başlattığı dönüşüm, 24 Ocak kararlarıyla başlayan ve aslında 12 Eylül darbesinin de bir şekilde siyasi olarak tamamladığı, ama 83’te özellikle Özal’ın bütün bu cendereyi yırtmak istediği dönüşüm yarım kalmıştı. Çünkü Türkiye’nin şartları “o liberal dönüşümü” ortaya çıkarmaya, bunu derinleştirmeye elverişli değildi. Birçok açıdan elverişli değildi. Bir kere Türkiye sermayesi bu yeni yapılanmaya, küresel pazarlarda rekabet etmeye, küresel pazarlara açılmaya, gümrük duvarlarını aşağı çekmeye razı değildi.
YAĞMACI SERMAYE STATÜKONUN DEVAMINI İSTİYORDU
Türkiye sermayesi derken İstanbul sermayesini mi kastediyorsunuz, TÜSİAD gibi…
Şimdi burada birtakım yazarlar ve iktisatçı arkadaşlar İstanbul-Anadolu diye ayırıyorlar ama bu ayrımın çok suni olduğunu düşünüyorum. Öyle demeyelim de, Türkiye’nin hakim finans sermayesi ve bu finans sermayesinin bir şekilde palazlandırdığı, devlete dayalı yağmacı sermaye diyelim. Bu hiçbir zaman gerçek anlamda bir sanayi sermayesi olmamıştır. Bunu da vurgulamak lazım… Çarpık bir sanayileşme çerçevesinde gene kendi banka sistemini ve finans kurumlarını yaratan bir sermaye oligarşisi olarak bu tezahür etmiştir. Bunun Anadolu’da da, İstanbul’da temsilcileri vardır. Önemli olan bu yapının ve anlayışın hüküm sürdüğü zemindir. Bu zemin 28 Şubat’a gelinen süreçte gerçekten birçok açıdan sıkıntılı dönem yaşıyordu.
1994 krizi bu sıkıntının geleceğini haber veriyordu. Yani bu sistem hem finansal, hem sanayi anlamında kendisini yenileyemiyordu. 98’e geldiğinizde bu kendini yenileyememenin bariz sancılarını görüyoruz. Bu finans ve çarpık sanayileşme sistemini sürdürmek isteyen bir yapı vardı. Bu daha ziyade Türkiye’nin batısında yerleşikti. İşte TÜSİAD gibi örgütlenmelerin içerisinde ağırlıklı olarak yer alıyordu.
28 ŞUBAT, ASKERİ VESAYETİN SON HAMLESİDİR
Öte taraftan 90’lı yıllarda biliyorsunuz dünyada çok önemli mali krizler olmuştu. Rusya krizi, Güney Kore krizi, Meksika krizi… Bütün bu finansal krizler hem bugünkü krizi bize haber veriyordu hem de dünyada eski sektörlerin silah sanayi, petrokimya sanayi ve daha ziyade bu sanayilerin sürükleyici olduğu teknolojiye dayanan yapının finans ayağının da giderek çökmekte olduğunu gösteriyordu. 90’lı yıllarda Meksika’da, Güney Kore’de ve Rusya’da yaşanan borç krizleri, 94’te Türkiye’de yaşanan kriz bize bu yapının küresel anlamda da giderek çürümekte olduğunu gösteren öncü krizlerdi esasında. Bugünkü krizi anlatan öncü krizlerdi. Dolayısıyla bu Türkiye’de nerede geldi tıkandı? 90’lı yılların sonunda tıkandı. 28 Şubat da böyle bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda 28 Şubat hem Türkiye’deki eski askeri vesayet rejiminin tıkanması ve onun son hamlesidir, hem de küresel düzeyde kökleri neo-conlara, Ortadoğu’da İsrail terörüne kadar giden, yine Ortadoğu’da Baas rejimlerine kadar giden bir yapıdır.
Bu yapı bugünkü krizde iyice açığa çıkmıştır. Ama esasında bu krizde açığa çıkan yapının kökleri Türkiye’de 28 Şubat’a, dünyada da borç krizlerine dayanmaktadır. İlk işaretlerini o zaman vermiştir. Dolayısıyla 28 Şubat krizi bir anlamda Türkiye’de sermayenin geleneksel yağmacı, devlete dayanan tekelci sermayenin kendisini yenileme çabasıdır. Bu çabanın son ve en önemli adımlarından bir tanesidir. Bu anlamda bir post-modern darbedir.
28 ŞUBAT’TA SERMAYENİN ORTAKLARINI TASYİFE ETMESİNDE ORDU ARAÇ OLDU
Burada ordunun görevi nedir?
Ordu bütün bu süreçlerde, 27 Mayıs olsun, 12 Mart olsun, 12 Eylül olsun Türkiye’de yağmacı, tekelci sermayenin öncüsü, kurucusu, kollayıcısı olmuştur ve oligarşi içerisinde bu sermayenin yeniden yapılanması, bu sermayenin güçlü olması, bu sermayenin tek başına kalması, bu sermayenin diğer ortakları tasfiye etmesi için ordu bir araç olmuştur. Ordu tabii ki bu sermayeyle birlikte var olan sistemden çok önemli paylar da almıştır. Mesela OYAK örgütlenmesi böyle bir örgütlenmedir. Başından beri böyledir. Dolayısıyla OYAK, ordunun bürokratik bir iktidar mekanizması olarak varlığı, esasında bir sermaye gücü ve varlığıdır, aynı zamanda ve çok ciddi bir ortaklıktır. Türkiye’de yağmacı, tekelci, devletçi sermaye orduyu; hem bir silahlı güç, hem de daha sonra OYAK’la birlikte bir sermaye gücü olarak kendisine ortak yapmış ve böylece oligarşik diktatörlük içerisinde yer almıştır. Oligarşik iktidarı bu şekilde oluşturmuştur. Dolayısıyla ordu, yalnızca Türkiye’de bürokratik bir güç mekanizması değil aynı zamanda tekelci sermayeyi tamamlayan bir sermaye mekanizması da olmuştur. Ordunun iktidara ortaklığı, bürokratik bir ortaklık değil ekonomik bir ortaklıktır da aynı zamanda ve 28 Şubat bunun en somut ve en önemli örneğidir.
REFAHYOL, SERMAYENİN ÇİZDİĞİ YOLDAN ÇOK AYRILMADI
28 Şubat’ta Refahyol iktidarı bu sermaye gruplarının hoşlanmayacağı işler mi yaptı? Ya da Erbakan’ın D8 projesi gibi hamleleri mi getirdi 28 Şubat’ı…
Bir kere Refahyol iktidarı esasında Türkiye’nin başından beri bu sermaye grubunun çizdiği yoldan çok ayrılmadı. Ama onları rahatsız eden birtakım yaklaşımlarda da bulundu. Fakat Erbakan’ın bütün bu süreçten çok kopan bir siyasi figür olduğunu açıkçası düşünmüyorum. Tabi Erbakan’a Demirel gibi bir rol biçmek haksızlık olur ama Erbakan’ın partisi, örneğin AK Parti’nin yaptığını yapamamıştır. Dolayısıyla Refahyol iktidarının bütün bu Türkiye’nin oligarşik sistemi içerisinde, Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren süreçte bir kopuş olduğunu söyleyemeyiz. Ama Refahyol iktidarının tasfiyesi, esasında bunu yanlış bir şekilde böyle anlatmaktadır. Dediğin gibi Refahyol iktidarının tasfiyesi esasında tekelci sermayenin iktidarını daha net, daha pürüzsüz bir şekilde sürdürme ve diğer ortaklarına gözdağı verme, kendilerinin de ifade ettikleri gibi iktidarlarını, hiçbir kesintiye yol açmaksızın uzun yıllar – işte bin yıl demişlerdi- sürdürme gayretidir. Bu anlamda askeri vesayet rejiminin kalıcılaştırılması çabasıdır 28 Şubat.
28 ŞUBAT’I YAPANLAR MEDYANIN TAMAMINI YANINA ÇEKMİŞTİR
28 Şubat, diğer darbelerden ayrı olarak çok ciddi bir basın propagandasına, medya ağına ve bunun ideolojik ayaklarına da dayanır. Bu anlamda başarılıdır da 28 Şubat süreci. Nasıl başarılıdır? Zaten buna tarihsel olarak büyük ölçüde teşne olan medyanın neredeyse tamamını yanına çekmiştir. Ve dolayısıyla böyle bir ideolojik hakimiyet oluşturmuştur. Bu ideolojik hakimiyet daha sonraki yıllarda Cumhuriyet mitingleriyle ortaya çıkmıştır. Daha sonraki yıllarda birtakım darbe teşebbüsleriyle var olma cesaretini göstermiştir. Şunu düşünün; Dünyada örneğin bütün darbeler Amerika’nın desteğiyle olmuştur. Ama Amerika’nın başka bir yola girdiği, dünya konjonktürünün büyük ölçüde değiştiği bir dönemde Türkiye’de cuntacılar darbe yapma cesaretini ve cüretini gösterebilmişlerdir. Bu cesaretin kaynaklandığı nokta ise 28 Şubat’ın oluşturduğu, Kemalizm’e dayanan ve 28 Şubat’ta da önemli ölçüde tahkim edilen darbeci medyayla yapılmış bir hikayedir. Biliyorsunuz Nokta dergisinin ortaya çıkardığı Ayışığı gibi girişimler de, Orgeneral Özden’in günlüklerinde yer alan darbe girişimleri, hikayeleri de gerçektir ve bunlar da 28 Şubat’ın ideolojik altyapısında pişirilmiştir. Ama tabi bu altyapı da tarihsel olarak çok açık olarak Kemalizm’e dayanır. Yani 12 Eylül de Kemalizm’e dayanır, 27 Mayıs da, 12 Mart da… Dolayısıyla 28 Şubat süreci bütün bu Kemalist ideolojinin belki de son altın vuruşlarından bir tanesidir.
28 ŞUBAT’IN SONUÇLARINDAN BİRİ DE 2001 KRİZİDİR
3 Kasım seçimleri ve 28 Şubat öncesi siyasi aktörlerinin birçoğunun silindiği ve AK Parti’nin iktidara geldiği bir süreç yaşandı. AK Parti’yi iktidara taşıyan dinamikler neler oldu?
28 Şubat süreci Türkiye’yi 2001 krizine götüren ve Türkiye’deki ekonomik değişimi zorlayan ve eski yağmacı, devletçi sermayenin tıkanma sürecini hızlandıran bir süreçtir aslında. Böyle bir paradoksal yönü de vardır. Yani bu sermaye bir çıkış aramıştır ama o çıkışı bulamadığı gibi çıkış zannettiği şey de üzerine gelen trenin ışığıdır. Tünel örneği çok verilir, bu sermaye tünel sonunda bir ışık görmüştür ama o ışık üzerine gelen trendir. Dolayısıyla o trenin ışığı nedir? Bir mali tıkanıklık, bu mali tıkanıklığın oluşturduğu yeniden yapılanma sorunları, arkadan gelen rekabetçi bir sanayi sermayesinin ortaya çıkması, bunun küresel pazarlarda yer alması… Bu yeni sanayi sermayenin önünün açılması, geleneksel sermayenin buna direnmek istemesi… Hem içerideki pazar paylaşımı hem küresel pazarlardaki paylaşımın giderek keskinleşmesi ve dolayısıyla geleneksel sermayenin buradan çıkamaması ve küresel sermayeden uzak kalıp yenilmesi ve bunun mali ayağının da, banka sisteminin de iflas etmesi… Hikaye budur… 2001 krizi böyledir. Dolayısıyla 28 Şubat’ın zorunlu sonuçlarından birisi de 2001 krizidir.
28 ŞUBAT GERİCİ BİR ADIMDIR
94 krizi de 28 Şubat’ı ve 2001 krizini bizatihi haber veren bir öncü göstergedir. Dünyadaki yeniden yapılanmadan, yani bu yeni krizden, borç krizlerinden, mali krizlerden Güney Kore’de, Meksika’da Rusya’da olsun ayrı değildir. 28 Şubat’ı küresel olarak özetlersek, 1989’un beyaz dalgalarının, liberal dalgaların Türkiye’ye girmesini önleyen ve burada bariyer görevi gören önemli bir siyasi gerici adımdır. Faşist bir adımdır. 28 Şubat bu anlamda, işte “biz din üzerinden örgütlenen bir yapıya karşı bu işi yaptık” dese de, Türkiye’de Avrupa Birliği’nden yola çıkarak demokrasinin gelmesini engelleyen barikattır. Burada 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün yarım bıraktığı birçok alanı dünyanın değişen koşullarına göre tamamlamadı. Örneğin eğitim gibi… Çünkü çift kutuplu bir dünya yok artık, soğuk savaş yok. Soğuk Savaş’ın olmaması Amerika’nın şahin, kendi ülkesinde baskıcı, katliamcı faşist yönetimlere ihtiyaç duymamasını da beraberinde getiriyordu. Böyle olunca da Türkiye’deki darbeci güçler ve onların temsilcileri bir şekilde geri çekileceklerdi ya da kendilerini yeni sürece uygun olarak takdim ederek iktidarlarına devam edeceklerdi. Ve bunun ideolojik altyapısını oluşturacaklardı. İşte 28 Şubat bu altyapıyı oluşturma sürecidir de aynı zamanda. Bu anlamda bir tahkimattır. “Biz burada bir demokrasi oluşturacağız ama ondan önce kendimize rakip olacak, aşağıdan gelen bütün unsurları ezecek, onları baskı altına alacak bir hikaye oluşturalım” demişlerdir. “Eğitim sisteminden başlayalım, din meselesini bölücü olarak tanıtalım”, neredeyse “İslam dinini terör hikayesi olarak anlatalım” diye düşünmüşlerdir. Biliyorsun Amerika’daki Neo-conların da en önemli çıkış noktalarından bir tanesiydi bu. Ortadoğu’daki bütün siyasi uyanışları “İslami terör” olarak nitelediler ve böyle damgaladılar. 28 Şubat da Türkiye’de aynı şeyi yapmaya çalıştı.
DEMİREL, BİR ERGENEKON UNSURU OLARAK AÇIĞA ÇIKTI
Ak Parti iktidarıyla neler değişti? Darbe teşebbüsleri devam etti. Ayışığı, Sarıkız, Balyoz, Ergenekon ortaya çıktı. Ama bunlara rağmen AK Parti iktidarı Türkiye’yi demokratikleştiren birtakım adımlar attı.
AK Parti iktidarı esasında 28 Şubat sürecinin bittiği anlamına gelmedi. AK Parti iktidara geldikten sonra da 28 Şubat süreci sürdü. Ama AK Parti bu 28 Şubat sürecine karşı siyasi bir direnç gösterdi. Yani Erbakan ve partisinin yapmadığını AK Parti 2002’den itibaren yapmaya başladı. Bu, hiç ummadıkları bir dirençti esasında. Ummadıkları için de çok hızlı ve telaşlı bir şekilde tepki gösterdiler. İşte yarım kalan darbe teşebbüsleri alelacele hazırlanmış… Bugün ortaya çıktığında bu kadar da olmaz, kör göze parmak misali yapılmaz dediğimiz darbe teşebbüsleri; bir siyasi dirençle karşılaştıkları için telaşla hazırlanmış, hiç de kurmay bakışından geçmeyen ama yapıldığı zaman Türkiye’yi mahvedecek gerçeklerdir ne yazık ki. Bu anlamda Ergenekon da böyle bir hikayedir. Türkiye’deki Ergenekon yapılanması Cumhuriyet öncesine kadar giden derin bir yapılanmadır ve Kemalist hikayenin, faşist bir devlet olarak tezahür etmesine yol açan bir yapılanmadır. Ergenekon yapılanması tarihe baktığınızda hiçbir zaman ciddi, kendisini deşifre edecek, ortaya çıkaracak, Demirel gibi figürü açık edecek hatalar yapmaz. Ama bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki, Ergenekon yapılanması, Demirel gibi bir figürü bile açık edecek, onun kaç numara olduğunu tartıştıracak açıklar vermiştir. Bu hata da neye bağlı olarak yapılmıştır? AK Parti iktidarının gösterdiği siyasi direnç ve bu direncin sonucudur. Demirel’in bir Ergenekon unsuru olarak açığa çıkması buna bağlıdır.
DEMİREL’İN BÜTÜN KATLİAMLARDA ROLÜ VARDIR
Demirel, Ergenekon’un kaç numarasıdır..?
Hiç önemli değil. 1 numara, 2 numara hikayeleri hiç önemli değildir. Ergenekon tarihsel bloktur. Bunun içerisinde sol da vardır, sağ da vardır. Bunun içerisinde ne yazık ki İslam etiketinde olan da vardır.
Oğuzhan Asiltürk Ergenekon’u aklayan açıklamalar yaptı. Bu bir talihsizlik midir?
Hiç değildir, başından beri içindedirler. Başından beri öyledir, Oğuzhan Asiltürk değişmemiştir. Burada şimdi tarihe mal olmuş ve pek çok insanın saygı duyduğu birtakım kişilikler üzerinden konuşmayacağım. Onlara artık gerek yok; ama Oğuzhan Asiltürk üzerinden söylersek, o düşüncenin temsilcileri değişmemiştir.
Demirel bütün bu süreçte, yalnız 28 Şubat’ta değil, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de, 12 Eylül’ün hazırlanmasında da çok ciddi roller oynamıştır. İnsanların sokaklarda birbirini öldürdükleri, faşist bir terörün uygulandığı, Kahramanmaraş’ta, Çorum’da katliamlar yapıldığı, 1 Mayıs’ın kana bulandığı dönemlerde Demirel’in rolü çok önemlidir. Demirel bütün bu rollerini başarıyla uygulamıştır. Bütün bu katliamlarda parmağı vardır, 28 Şubat’ta nasıl parmağı varsa, 12 Eylül’de nasıl parmağı varsa, 12 Eylül’ün hazırlanmasında da öncü olan Demirel’dir. Şimdi baktığımızda Türkiye tarihine, bu acı gerçekleri bugün daha iyi görüyoruz. Bunlara daha geniş bakıyoruz. Bu anlamda önemlidir bu günler.
AK PARTİ, RP’DEN NİTELİKSEL BİR KOPUŞTUR
AK Parti’nin küresel ölçekte de güçlü bir duruşu var. Bu anlamda AK Parti dünyanın gidişatını iyi okuyan hamleler yaptı ve küresel sermaye grupları ve küresel güç odakları olabilir, bunlarla ilişkilerini iyi tuttu. AK Parti’nin küresel düzlemdeki yeri hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Bir kere şunu söylemek lazım; küresel birtakım dinamiklerden ziyade, AK Parti Türkiye’nin özgün dinamiklerinin küresel dinamiklere bağlanmasından güç almaktadır. Türkiye’de AK Parti’ye gelene kadar Türkiye’deki iktidarlar iki temel alandan güç almışlardır. Halktan güç almamışlardır. Birincisi demin anlattığım Türkiye’deki oligarşik örgüttür. Askeri vesayet rejimiyle taçlandırılan oligarşik diktatörlükten güç almışlardır. İktidarların güç aldığı ikinci önemli dinamik de ABD’nin başını çektiği emperyalist bloktur. Bu bloğun içerisinde Soğuk Savaş olmasına rağmen Sovyetler de vardır mesela. Çünkü bu bir paylaşımdır. Dolayısıyla Türkiye’deki darbeler bu iki temel dinamik üzerinden planlanmış ve tezgahlanmıştır. İki dinamiğin de örtülü onayları vardır. Ama 2002’ye geldiğimizde, AK Parti iktidarı bu iki temel dinamiği dışlayan, bu dinamiklerden hareket etmeyen bir yerde durmuştur. Dolayısıyla Türkiye tarihinde hiç olmayacak bir şekilde gücünü kendi seçmeninden almıştır. Bu anlamda önemlidir. Ak Parti bu anlamda Refah Partisi’nden ayrılır. Refah Partisi’nden niteliksel bir kopuştur AK Parti.
RP GÜCÜNÜ HALKTAN ALMIYORDU
Peki şu soru akla geliyor: Refah Partisi gücünü halktan almıyor muydu?
Almıyordu. Bu dediğim iki hikayeden alıyordu. Şimdi burada şuna da bakmak lazım; 28 Şubat ve bu zamana kadar gelen süreçte tabii ki AK Parti de homojen bir yapı değildir. AK Parti’yi aşağı çeken, adım atmasını güçleştiren ve askeri vesayet rejimine yaklaştıran dinamikler vardır. Bunları da görüyoruz. Bazen bir adım ileri atıyorlar, sonra iki adım da geri atıyorlar. Ama AK Parti şunu görüyor; Afrika atasözünde olduğu gibi, leoparı kuyruğundan yakaladıktan sonra hiçbir zaman bırakamazsın. Eğer bırakırsan o leopar seni parçalar. AK Parti leoparı kuyruğundan yakalamıştır. Bırakırsa kendisi de dağılır, gider. Böyle bir gerçekle de karşı karşıyayız. Dolayısıyla 2002’den itibaren geçen süreç birçok açıdan çok öğreticidir.
Şu da sorulabilir; AK Parti’nin arkasında hangi sınıfsal güçler vardır? AK Parti’nin arkasında 28 Şubat sürecinde yağmacı, devletçi, hakim sermayenin ezmek istediği, kendi uydusuna almak istediği, bayileştirmek istediği sermaye vardır. Bu sermaye bugün Anadolu sermayesi diye anlatılıyor. Bu sermaye krizde, şimdi gidip Almanya’da yatırım yapıyor. Alman firmalarını alıyorlar. Bu sermaye yalnızca AB’ye ihracat yapmıyor. Örneğin Uzak Doğu’ya ihracat yapıyor. Bu sermaye şimdi Çin pazarında, Amerika pazarında. Bu sermaye yarın Afrika pazarında olacak. Bu sermaye Ortadoğu’da Arap Baharı siyasi bir sürece girdiği zaman, orada demokrasi oluşmaya başladığı zaman, burjuva anlamında bir demokrasi oluşmaya başladığı zaman orada olacak. Dolayısıyla bu sermaye kendisini ihraç edebilecek bir dinamiktir. AK Parti’nin arkasında da bu sermaye var. Türkiye’nin yeniden yapılanmasında bu sermaye çok önemli bir rol oynuyor.
Ayrıca bu sermaye yeni bir Anayasa yapacak dinamiklerden en önemlisidir. Bu sermaye aynı zamanda Türkiye halkının büyük çoğunluğuyla, hepimizin çıkarlarıyla örtüşen bir şey de yapıyor. Türkiye’yi demokratikleştiriyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi ne demek? İşçilerin daha fazla masaya oturması, yeni bir sendikal anlayış ve bunun demokrasisi, yeni iş alanları, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinin hızlandırılması…
Bu arada Avrupa’nın krizden çıkması da Türkiye’ye bağlı. Bu anlamda Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle bütünleşmesi, Türkiye’yle Ortadoğu bütünleşmesi, Türkiye’nin Ortadoğu’da ekonomik anlamda hakim bir güç olması… Bütün bunlar hepimizin çıkarına olan, onların yarınını daha iyi yaşamasını sağlayacak bir dinamiği de ortaya çıkarıyor.
TÜRKİYE YENİ ANAYASAYI 2012’DE TAMAMLAMAK ZORUNDA
Sizin de bahsettiğiniz gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesine hizmet eden 12 Eylül Referandumu ve yeni anayasa çalışmaları çok önemli gelişmeler. Yeni anayasa çalışmalarında çok önemli bir gelişme olmadı son zamanlarda…
Burada gerçekten olmuyor gibi gözüküyor ama TBMM Başkanlığı mahalle muhtarlarından, çok büyük sivil toplum kuruluşlarına, üniversitelere kadar her yere mektup yolladı. “Bu anayasa çalışmalarına katılın, anayasa konusunda görüş bildirin” diyor. Hem bireysel anlamda görüş bildirilebilir, hem de örgütlü olduğu yapılar nezdinde görüş bildirilebilir. Dolayısıyla bu anayasa süreci yavaş işleyebilir; çünkü Türkiye’nin çok önemli yapısal sorunları var. Hala örneğin Türkiye’de çeteler iş başında. Ergenekon bitmiş değil. Hala gördük ki, eski Genelkurmay Başkanı -savcı öyle iddia ediyor, ben etmiyorum- darbe yapmaya teşebbüs etmiş. Dolayısıyla bu önemli bir süreç. Öyle kolay ilerleyebilecek bir süreç değil. Bu anayasal süreci 2012’de Türkiye tamamlamak zorunda. Tamamlayamazsa çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalırız…
YARIN: MİT KRİZİNİN ARKASINDA YATAN SEBEPLER
on5yirmi5