İnsanlar, Korona virüsün kendisine, yakınlarına bulaşma endişesi kadar, kriz sonrasında nasıl toplumsal bir yapının kendisini beklediğini endişeyle merak ediyorlar.
Yerli yersiz bilgilerin yoğun bir şekilde paylaşılması, doğru bilgilere erişmeyi de zorlaştırır. Böyle bir durumda toplumların gelecek kaygısı daha da artar ve komplo teorileri üretenlerin yönlendirmesine açık hale getirir.
Virüsün yaygınlaştığı daha ilk zamanlarda konun uzmanları olan mikrobiyologların görüşleri tam bilinmeden konuyla alakasız kişilerin televizyonlara çıkıp: ‘’bunu biyolojik laboratuvar ortamlarında ürettiler’’ demeleri toplumda var olan korkuyu daha da derinleştirdi.
Gerek dünya da gerekse bizde aklı başında konun uzmanları virüsün doğal bir şekilde yayıldığını söylemişlerdi. Nitekim gelişmelerde uzmanları doğrular nitelikte. Çünkü eğer iddia edildiği gibi, bir üst akıl bunu planladıysa, kendisinin bir hazırlığı ve menfaati olmalı değil miydi? Oysa hiç kimsenin böyle bir hazırlığı olmadığı yaşanan panikten çok net anlıyoruz.
Toplumun burada çıkaracağı en önemli ders: ‘’Bilmiyorsanız ilim ehline sorun’’ ilkesine uygun olarak her işi ehline sormalıdır. İpe sapa gelmeyen komplo teorileriyle geleceğe korku ekenlere değil, somut olgulardan doğru sonuçlara ulaşıp umut üretebilenlere itibar edilmelidir.
İnsanlığın içinde bulunduğu krizi fırsat görüp ‘’neden geleceğe korku ekiliyor?’’ Diye bir soru sordum kendime. Bu sorunun cevabını bulmak için 1970 ile 2020 dönemlerini mercek altına aldım. Yaptığım küçük çaplı araştırmada ilginç sonuçlara ulaştım:
İki kutuplu dünyada siteminde Sovyetler NATO’yla NATO komünizmle toplumları korkutmuştu. 90’ların başında Sovyetler çökünce sahnede tek kalan ABD terör örgütleriyle toplumları korkuttu. Françis Fukuyama liberalizm insanlığın eriştiği en ideal ekonomik ve değerler sistemi olduğunu ‘’Tarihin sonu ve son insan’’ kitabında iddia etmişti. Ancak, 2000’den sonra çok kutuplu bir dünya sisteminin geliştiği ve 2008’de ekonomik krizin ABD’de başlamış olması Liberal ekonomin de çökeceğinin işaretlerini vermişti. 2011’de ‘’Arap Baharı’’ olarak bilinen halkların özgürlük ve demokrasi arayışları karşısında takındıkları tutumun demokrasi, özgürlük ve hukukun üstünlüğü gibi kulağa hoş gelen ama gerçekte bu değerlere inanmadıkları anlaşıldı. PKK, FETÖ ve Sisi darbesine verilen destek çok somut örneklerdir. Böylece liberalizmin ürettiği hiçbir değerin olmadığını bütün dünya görünce artık terör korkusu da işe yaramadı.
İnsanoğlu, Sosyalist ve Kapitalist düşüncenin de insanlığı mutlu edemediğini milyonlarca insanın ölümü ve kaynaklarının sömürülmesiyle tecrübe etti. Dolaysıyla virüsten önce büyük bir düşünce krizi vardı.
Genelde büyük düşünceler insanlığın içine düştüğü büyük krizlerde ortaya çıkmıştır. Bu krizi aşmak için insana hak ettiği değeri veren, bütün halkların çıkarının barış ve adalette olduğuna inanan, ahlak ve vicdanı esas alan arayışları engellemek için yeni bir korku lazımdı.
Onu da buldular ‘’Dijital diktatörlük’’ kavramıyla toplumları korkutup manipüle etmek istiyorlar. Peki, bunlar dijital diktatörlüğe karşı bizi hangi değerlerle koruyacaklar? Diye bir soru sorduğumuzda, tekrar itibarını kaybetmiş Liberalizmi bize öneriyorlar.
Şimdi asıl soru şudur; insanlık ailesi olarak, geleceğe ekilen bu korkulara teslim mi olacağız veya insanlığı özüyle buluşturacak alternatif bir gelecek kurmak için gerçekçi düşünceler mi üreteceğiz?