Hep aynı kısır döngü; fikir olmayan yerde ahlâk oluşmaz diye bas bas bağırıyoruz yıllardır. Hukuk ahlâkın pıhtılaşması… Ahlâk yoksa?.. Ne pıhtılaşacak. Neyin pıhtılaştığı meydanda. Fikrin ne ki, onun oluşturduğu “ahlâk” ve “hukuk” olsun… Özellikle “sosyal ve siyasî” meseleler söz konusu olduğunda, âdeta ‘kim daha ahlâksızsa o kazansın’ der gibi bir yarış. Yarış da değil, itiş kakış. Bu dilden anlayan bir Allah’ın kulu da çıkıp; “iyi, doğru, güzel nedir ve onun adına neyi, hangi ahlâkı teklif ediyorsun?” demiyor. Tabii bunu sormak “sistem” ve “dünya görüşü” mevzunu anlamayı gerektiriyor. Üstad’ın Batı’yı tarif ederken; “Yunan aklı, Roma nizâmı, Hıristiyan ahlâkı” diye, Batı’nın üzerinde yükseldiği temeli işaretleyen tesbitine kıyasla, buraya bakarsan ne göreceksin?.. “Osmanlı aklı” desen değil, “Osmanlı nizâmı” desen değil, “İslâm ahlâkı” desen hiç değil. Sistem zaten onu yok etme üzerine kurulmuş. Ne kaldı geriye “temel aldığın?.” Yok.
Efendim on beş sene oldu, dış dünyadan, ailenizden, toplumdan uzak?
Evet, on beş sene. Son dokuz senesi de hücrede, tecritte. Ağızdan kolayca çıkıveriyor; iki kelime dört heceden ibaret bir ses… Yazdıklarımız, anlattıklarımız okunuyor ve anlaşılıyorsa, bu iki kelimede ifâde edilen zamanın ne kadar dolu dolu, ne kadar ağır ve yoğun bir “yaşanmışlıkla” geçtiği – geçmeye devam ettiği- görülebilir. Yıllardan beri söyleyip durduğumuz; zaman kadans dedikleri ahenk helezonuna vakıâların posasını değil de ruhunu yerleştirme işinden başka gaye tanımaz… Vakıâların posasını değil de ruhunu… Bu süreçte ortaya koyduğumuz eserler, zamanın ruhunu yakaladığımızın, zamanın gayesine uygun yaşadığımızın misâli köşe taşları… Anlaşılıyorsa ne âlâ…
“Hukuk” ve “Mirzabeyoğlu”… Ne yan yana gelebiliyor ne de birbirinden ayrılabiliyor. Bu ikisi aynı anda anıldığında, yargı paketleri ile cilâlanmaya çalışılan “hukuk devleti” imajı sönükleşiyor, sahte hukuk makyajı dökülmeye başlıyor?
Hep aynı kısır döngü; fikir olmayan yerde ahlâk oluşmaz diye bas bas bağırıyoruz yıllardır. Hukuk ahlâkın pıhtılaşması… Ahlâk yoksa?.. Ne pıhtılaşacak. Neyin pıhtılaştığı meydanda. Fikrin ne ki, onun oluşturduğu “ahlâk” ve “hukuk” olsun… Özellikle “sosyal ve siyasî” meseleler söz konusu olduğunda, âdeta ‘kim daha ahlâksızsa o kazansın’ der gibi bir yarış. Yarış da değil, itiş kakış. Bu dilden anlayan bir Allah’ın kulu da çıkıp; “iyi, doğru, güzel nedir ve onun adına neyi, hangi ahlâkı teklif ediyorsun?” demiyor. Tabii bunu sormak “sistem” ve “dünya görüşü” mevzunu anlamayı gerektiriyor. Üstad’ın Batı’yı tarif ederken; “Yunan aklı, Roma nizâmı, Hıristiyan ahlâkı” diye, Batı’nın üzerinde yükseldiği temeli işaretleyen tesbitine kıyasla, buraya bakarsan ne göreceksin?.. “Osmanlı aklı” desen değil, “Osmanlı nizâmı” desen değil, “İslâm ahlâkı” desen hiç değil. Sistem zaten onu yok etme üzerine kurulmuş. Ne kaldı geriye “temel aldığın?.” Yok. ‘Kuralsızlık bile kuraldan’ noktasına kadar incelen bir idrâkle mevcut duruma bakarsan, orman kanunundan başka bir şeyin geçerli olmadığı hemen görülebilir. Halbuki hukuk… Değil mi? Adalet onunla, mülk onunla, ahlâk onunla, ideale yaklaşmak onunla, devlet onunla… Meşruiyetinin dayanağı manasına… Bunları kaldırdığın zaman, devleti “örgütlenmiş ahlaksızlık” diye tarif eden Batılı aydına hak vermek gerekir. Tersinden ifâde ederken bile o; “ahlâk” veya “ahlâksızlık”… Bunu ahlâkın pıhtılaşması olan “hukuk” anlamında söylüyorum. Dün ‘kanun böyle’ deyip içeri atmışsın, bugün ‘değiştirdim kanunu’ deyip bırakmışsın… Bu kadar çok, bu kadar sık kanun değiştiren başka bir ülke var mı onu da bilmiyorum. Neyin suç olup olmadığı artık anlaşılamayacak hâle geliyor nerdeyse… Bunu şununla karıştırmamak lazım tabii ki; Hukuk, canlı, dinamik ve değişmez esaslar ve temeller üzerinde sürekli “değişen”, yenilenmesi gereken bir şey. Hayatın her ân yeniliği içinde bu tabii ve zaruri bir şey. Bu keyfe keder ‘suçlar icat edip’, yine suç olan şeyleri keyfe keder suç olmaktan çıkarmak değil.
Sizin davanız üzerinden örneklemek gerekirse?
Al sana hiçbir şekilde izah edilemeyecek bir durum. Bir gazeteci arkadaş soruyor; “Bu hukuksuzluğa ne diyorsunuz?..” Adı üstünde hukuksuzluk; yani suç. Ne diyeyim. Yapan orda, uygulayan burada, “Bu kadar hukuksuzluk karşısında ne diyebilirim ki” dedim. Siz gazeteci olarak bunu görüyorsunuz, öbürü bakan olarak, diğeri siyasetçi olarak, hukukçu olarak; herkesten ve her taraftan görülen hukuksuzluk. Bunu buradan düzeltmesi gereken de ben değilim. Hukuksuzluk suç değil mi?.. Suçsa burada ne işim var. Farz edelim ki ben suç işledim. Sen, beni “suçlu” diye karşısına çıkaracağın hukuka uymuyorsun. Darbe, suç. Darbecilerin yargıya talimat vermesi suç. Ama talimatla verilen karar doğru(!) Ee? Bunun böyle olduğunu Araştırma Komisyonu ile resmî rapor hâline getirdin?.. Darbecileri de “darbe yapmak suçundan” içeri attın… Şimdi sen de sorarsın; “Bu kadar çelişki karşısında ne diyorsunuz?..” diye… Ne diyeyim…
Türkiye’nin son on beş yıllık hukuk serüvenini benim üzerimden, benim aynamda seyredebilirsiniz… Şimdi bir de ben sorayım; senin bu hukuksuzluk yapma imtiyazın nereden geliyor?.. Bu “imtiyaz”(!) başka birinin eline geçerse, sürekli çiğnediğin, üzerinden tankları geçirdiğin hukuka sığınıp, “hak ve adalet” dâvâsı güdecek misin!.. “Hukuk”u, bize karşı silah olarak kullanıp bizi boğmaya çalışanlara karşılık, biz dâvâmız, inancımız, imanımız gereği -kendi dünya görüşümüze bağlı olarak- “zerre-i miskal” hukuksuzluk yapmadık, yapmayız. Özellikle “Hukuk Edebiyatı” isimli eserimiz ve DGM’deki tarihî savunmamız, hukuk anlayışımıza dair, hukuk hassasiyetimize dair yeteri kadar ipucu verir… Hele “hukuk düzeni” adına yapılan hukuk dışı işleri göz önüne alırsanız, biz hep üstte, hak ve hukukun merkezindeyiz, onlara göre…
Özellikle idam kararı öncesi çok ağır işkenceler gördünüz, yaşadınız?..
Evet, yaşadık ve yaşadığımızı da yazdık. Yeniden oralara dönecek değilim; ama şu kadarını söyleyebilirim; idam kararını büyük bir sabırsızlıkla bekliyor, idam edecekler ve kurtulacağım diye seviniyordum. Düşünün yani, o kadar… O zaman kendilerini “devlet” zannedenlerin bugünkü acıklı hâli ortada; şimdi “hukuk-adalet” arayıp soruyorlar mahkeme koridorlarında, cezaevi koğuşlarında.
Bugünle bir kıyaslama yapmak gerekirse?..
Kendi “tarih muhasebemiz” açısından bir kıyaslama yapabiliriz, ama o zamanda mesele derinleşir; alâkalı olduğu mevzuları da ele almak gerekir -ki uzar- fakat dış yüzünden kabaca söylemek gerekirse; bir “tasfiye” yapıldığı herkesin malûmu; dış yüzden yılanın kabuk değiştirmesi gibi, bir “el” değiştirme. “Balkondakiler” değişince düzenin-sistemin özü değişmez, ama tabii ki politikalar, uygulamalar değişebilir, yumuşayabilir. Bizim için önemli olan; ideolocyamızda tablolaştırılan sistem ve toplum hayalidir. Gaye odur. Ve o muhkem bir kale edâsıyla yükselmeye devam ediyor, çerden çöpten ‘düşünsel’(!) gecekonduların ortasında… Elhamdülillah…
“Balkondakiler” mi değişti sadece?
Bu o kadar mühim bir mesele değil. Bir toplumda öncelikli olarak yönetici sınıfta olması gereken temel insanî vasıflar ve kültür-irfan meselesi… Yüceler Kurultayı’nı hatırlayın, orda sorumluluk alacak insanda bulunması gereken vasıf ve nitelikleri… Uyanıklık, kurnazlık, yalakalık şu bu marifetiyle(!) “Balkona çıkanlar”ın, aşağıdakileri obje gibi görmeye devam etmesinde şaşılacak bir durum yok tabii ki. O yüzden niye önce “bir dünya görüşü” şartını ısrarla tekrarladığımız anlaşılmalı… Fikir diyoruz, dil diyoruz, dünya görüşü diyoruz, sistem diyoruz, bir toplum mimarîsinin temelini oluşturan bu meseleler anlaşılmadan, her biri başlı başına bir idrak harikası olan, ortaya koyduğumuz çözüm çekirdeklerinin anlaşılması da imkânsız. Misâl olarak söylüyorum; sen gerçekten zor bir problemi tarif edip, onun çözümüne dair bir şey anlatıyorsun; ama muhatap kopya çekme-taklit derdinde. Sen ne anlatırsan anlat… Olmaz… Mesele bu, çözümü bu filân derken…
“Var olma müşkülü” gibi?
“Çözdük her müşkülü derlerse de ki / Sonunda var olma müşkülü kaldı…” Var olmak başlı başına bir mesele ve bütün meselelerin de başı… Varsın… Mesele başladı… Niçin?… Cevabının bulunması, aranması, verilmesi gereken bir mesele… Muhatap bu mevzuya yabancı, sığır gibi yaşayıp gidiyor diye, bu mevzu mesele olmaktan çıkmaz. Sadece; “Onun meselesi karnı doyuncaya kadarmış” olur. Cevap zarureti ortadan kalkmaz. “Varsın”… Niçin?… Hadi buyur… Bak şimdi, insana kendini empoze eden temel meselelerin (varlık nedir, hayat nedir, sanat nedir, ölüm nedir, fert nedir, toplum nedir, insan nedir, ben kimim, zaman nedir, oluş nedir v.s.) bir sistem tutarlılığı içinde cevaplanamadığı yerde, bunlara nisbetle ele alınması gereken diğer bütün meseleler havada kalır… Bir ân için; “çözdük her müşkülü” ifadesini, “çözdük bütün insan ve toplum meselelerini” diye düşünün -ki temel meseleler çözülmeden bu imkansız ya, neyse- öyle kabul etsek bile “var olma müşkülü”, dağ gibi, sahici insanın omuzunda durmaya devam edecektir… İnsanlığın varoluşundan bugüne temel mesele; “Var olma müşkülü…”dür.
“Zulüm” deyince, yalnız hadisenin mağdur edebiyatına yatkınlarca kolayca anlaşılan tarafı yanında bunun bir de…
Zulmün, zulme maruz kalanı mağdur ettiği bir gerçek tabii… Tamam. Şimdi… Zulme uğramak başka, gördüğün zulme hangi şart altında olursa olsun direnmek başka, “edebiyat yapma” denilen cinsten, hakikatsiz ve abartılı zulüm veya mağdur edebiyatı yapmak başka, bizzat yaşanmış bir zulmü, zalimliği tesbit başka… Bu çerçevede kendi adıma şunu söyleyebilirim rahatlıkla; Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederiz… Bakın ne kadar hassas bir inceliğe işaret ediyorum, dikkat edin; Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederim… Özellikle Üstad’ımı başa alarak, hem Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar’ı, hem Son Devrin Din Mazlumları’nı hatırlatarak… O zulme ve bu ızdıraba yabancı olmadığımızın delili hâlinde… “Zalimin” dünyada ve ahirette Allah’ın gazabına hedef olması da unutulmamalı tabii…
Bu “Arap Baharı” denilen hadiseleri, herkes bir ucundan bir tarafa çekiyor?
Bir şeyler oluyor. Olup biteni -olup bittikten sonra- siyasî istismar -kendi lehine- ayrı mesele, hadisenin çok farklı bir arka plânı var; sanırsın dünya sancılanıyor… Doğum sancısı mı, ölüm sancısı mı; düğüm bu. Yanlış hatırlamıyorsam Amerikan Dışişleri Bakanıydı; “Gerçekçi olalım, ne olup bittiğini biz de anlamıyoruz, neticenin nereye varacağını bilmiyoruz” gibi laflar ediyordu. Hadise ortada ama, “niyetler başka başka” olmasından hareketle, Zamanın Maksatlılığı’ndan -bizim için- onunla irtibatlı, ona rabt olmuş bir şuurla sezmeye çalışmak lâzım; Zamanın maksatlılığına rabt olmuş bir şuurla değerlendirmek… Bu da ideolocya demek, sistem demek… Bunun gerektirdiği bir oluş çabası ve duruş yoksa; dünya yıkılsa sana ne gibi bir yere varır. Orda öyle olur, burda böyle olur… Sen “nesin?” nerdesin ve kimsin, “hastanın” karşısında doktor -doktor keyfiyeti ile- çözüm reçete sunan bir yerde mi, hastayı seyreden meraklı kalabalığın içinde mi, durduğun yer neresi…
“Çözüm süreci” konusunda ne düşünüyorsunuz, bu konuya bakışınız?
Çözülecekse, biz bu “çözüm sürecinden” tabii ki memnun oluruz… Bu ayrı dava. Ama, “amasız barış olmaz” diyorlar ya, bizim de insan ve toplum hayatına bitişik, -Türk’ü de Kürd’ü de ilgilendiren- ;”yaşanmaya değer hayat sorusuna teklif ettiğin sistem ne?” Sorumuz baki… Cevabımızın İslâm’ın kefaleti altında ve sistem çapında ortada olduğu gibi… “Niçin savaşıyordun da, şimdi niçin barışıyorsun” gibi işin aslına ve hakikatine dair mevzulara hiç girmiyorum…
Yarı resmî, yarı sivil ‘Necip Fazıl’ı Anma’ etkinlikleri bu Mayıs ayında da ‘şarkılar, türküler eşliğinde’ birçok yerde, farklı çevrelerce kutlanıyor(!). Bu konuda?
Bazen insanın nutku tutuluyor, hani ‘bu ne yahu böyle’ dersin… Onun gibi… Şimdi diyelim ki bir insanın O’nun mânâsına ve dâvâsına zıt çevre ve kişilerce, O’nun “mânâsı ve dâvâsını” tahrif amaçlı gayretleri neyse de… Bir de “O’nun tarafından”mış, “gibi”lerin hali… İşte bunu bir yere oturtmak çok zor… Ne yapıyorsun, ‘Necip Fazıl’ı Anma’… Evet? Birisi; “Necip Fazıl büyük adamdı…”, diğeri; “Olur mu, Necip Fazıl daha büyük adamdı…”, öbürü; “Ne diyorsun sen, Necip Fazıl daha daha daha da büyük adamdı…” Bu… Bu mudur yani… Bu pohpohtan en çok nefret eden, bizzat “andığın” adam… “Mış gibiler…” Söyledim, O’nun mânâsına-davasına zıt… E, ne takâza yapıyorsun… Vicdan, utanma, Allah korkusu?.. (…..) Vesilesi geldi madem, ölçüyü de söyleyelim; Bir büyüğü ancak bir büyük metheder… Âlimi âlim, arifi arif, veliyi veli… O da bir hikmete, bir inceliğe mebnidir… Aynı ölçü içinde; âlimi âlim bilir, arifi arif olan… Ee, senin de esnaf kılıklı hâlin ortada… O’nun mânâsı ve davası etrafında, böyle bir incelikle ele alınmadığına göre, ne bu goygoy!… Hademenin başhekimi “takdiri”(!) cinsinden takdirler. Öyle yapacağına önce bir hademe keyfiyetinden kurtulmaya baksana… Erin Generali övmesi gibi, bayağılıklar…
Röportajın devamını okumak için tıklayınız!
Milli Gazete