Kovid-19’un diğer adı: ‘Sessiz devrim’ ya da ‘dijital darbe’

Dünya
Batı’nın ideoloji/inanç eksenli yürüttüğü/çıkardığı tüm savaşlar, nihayeti itibarıyla daha fazla zenginleşmeyi hedefleyen, kendi zenginlerini ortaya çıkaran ya da daha da zenginleştiren bir kaynaklar ...
EMOJİLE

Batı’nın ideoloji/inanç eksenli yürüttüğü/çıkardığı tüm savaşlar, nihayeti itibarıyla daha fazla zenginleşmeyi hedefleyen, kendi zenginlerini ortaya çıkaran ya da daha da zenginleştiren bir kaynaklar ya da talan savaşıdır.

“Dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözünü duymayan kalmamış olsa gerek. Yeni tip koronavirüs salgınıyla (Kovid-19) birlikte bir kez daha sıklıkla duyduğumuz bu ifade tarihsel dinamizmin ta kendisidir ve neredeyse tüm dönüm noktalarında, kırılmalarda, jeopolitik/stratejik depremlerde yaşanan ve aslında tek bir kelimeyle ifade edilebilecek bir gerçekliğe işaret eder: Değişim.
Önümüzdeki süreçte siyasetçiler ile sermaye kesimleri arasında bir güç mücadelesi kaçınılmaz hale geleceğe benziyor. Sermayenin kendi içinde de baş gösteren bu mücadelede Darwinist kurallar geçerli; temel olarak en güçlü olanın hayatta kalacağı anlayışı.

Değişim, dönüşüm süreçlerini kontrol etmek güce sahip olmakla eşdeğerdir. Bugün de olan aslında bu. Tüm dünyayı, uluslararası sistemi ve onun vazgeçilmez yegâne öznesi olan insanı/insanlığı radikal bir değişikliğe, seçime zorlayan bu değişim sürecinin tek hedefi “güç” ve bu bağlamda onun el değiştirmesi. Kovid-19 salgını da bu sürecin bir parçası olarak, söz konusu değişimde yaşanan güç mücadelesinde araç-yöntem boyutuyla yeni bir aşamaya işaret ediyor. Düne kadar sınırlı olarak kullanılabilen bu silah, şimdi küresel çapta yürütülen kirli savaşın yeni ve gözde silahı olarak karşımıza çıkıyor. Teknoloji-biyoloji-ekonomi üçlüsünü içinde barındıran yeni nesil/tür bu silah, sahip olduğu bu özellikleriyle önümüzdeki süreçte dünyanın ve insanlığın nasıl şekilleneceği ve burada hangi dinamiklerin belirleyici olacağıyla da ilgili somut ipuçları veriyor.

Çok farklı bir devrim sürecinden geçiyoruz. İnsanlar bu sefer sokaklarda değil, tam aksine evlerinde ve otoriteye tam teslim olmuş haldeler. Giyotinin yerini bir virüs almış vaziyette.

Kuşkusuz, ancak bu üçlüye sahip olanlar ayakta kalabilecek. Diğerleri ya yok olacak ya da “gönüllü” olarak daha acımasız bir bağımlılık ilişkisinin parçası haline dönüşecekler. Silahın gücü de zaten buradan kaynaklanıyor. Kovid-19 bir tür neo-kolonyal ilişki sürecini, yaşayış şeklini ve insan tipini beraberinde getiriyor. Dolayısıyla söz konusu salgın, şu ana kadar hiçbir gücün yapamadığını gerçekleştirmeye aday bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Bu salgının milat olarak anılmasının altında da aslında bu özelliği yatıyor.

Tüm insanlık, “seçkinler” ya da kendilerini seçilmiş/üstün görenler arasındaki güç mücadelesine koşar adım gidiyor. Kovid-19 da bu süreci hızlandırıcı bir rol oynuyor.

Bu bağlamda altı çizilmesi gereken bir diğer önemli nokta da şudur: Söz konusu “değişim” salgının bir sonucu değil, bizatihi nedenidir. Dolayısıyla salgın bu değişim sürecini hızlandırıcı ve yapabilirse adını koyucu bir rol oynayacak. Burada esas olan mevzu ise bu değişimin nasıl bir seyir izleyeceği ve buna ne tür, nasıl bir tepki verileceği. Gücün merkezinde kimin yer alacağı, onu kimin kontrol edeceği kadar önemli olan bir diğer husus da hayatta kalabilme, varlığını devam ettirebilme, benliğini koruyabilme, kısacası kendin olarak ayakta kalabilmektir. Bu realite, hiç kuşkusuz devletler kadar, insanlar açısından da geçerli.

Nitekim güce talip tüm aktörler bu krizi bir fırsata çevirmeye, uluslararası sistemde yaşanan güç boşluğunun yanı sıra insanoğlunun yaşadığı duygusal, ahlaki ve manevi boşluğu da doldurmaya yönelik hamleleriyle, yeni dünya düzeninde en güçlü şekilde yer almaya çalışıyorlar. Peki, bu nasıl olacak? Nasıl bir dünya düzeni hedefleniyor ve burada asıl hedef kim ya da kimler?

Bu soruların cevabı hiç kuşkusuz insanlık tarihinin içinde saklı ve birer kırılma noktası olarak karşımıza çıkan hadiseler burada oldukça önemli bir yere sahip. Bu da bizi devletlerin, büyük güçlerin, medeniyetlerin, uluslararası sistemlerin varlığını derinden etkileyen, yeni dünya düzeni inşa süreçlerini önemli ölçüde şekillendiren devrim süreçlerine ve elbette insan faktörüne götürüyor.

Yeni bir devrim mi?

Peşinen söylemek lazım: Çok farklı bir devrim sürecinden geçiyoruz. İnsanlar bu sefer sokaklarda değil, tam aksine evlerinde ve otoriteye tam teslim olmuş haldeler. Giyotinin yerini bir virüs almış vaziyette. Halk “2B”nin (belirsizlik ve bekleme) gerginliğini sonuna kadar yaşıyor. Sokakların da teslim olduğu bir “sessiz devrim”e hep birlikte şahitlik ediyoruz ve bu süreçte gözler bir kez daha küresel sermayede. Yaşananların birinci derecede müsebbibi olarak onlar gösteriliyor.

Zira biliniyor ki sermaye bu değişim süreçlerinde birinci derecede belirleyici bir yere sahip; tıpkı daha öncesinde olduğu gibi. Çıkış nedenleri farklı motivasyonlara, gerekçelere dayandırılsa da “para” gücü, güç de devamlı olarak mücadeleyi, sömürüyü kaçınılmaz kılıyor. Doğası itibarıyla sermaye güçlendikçe daha fazlasını talep ediyor. Yerelden küresele önce unvanları toplayan, ardından adım adım yönetime ortak olan sermaye, şu anda tüm gücü elinde toplamaya yönelik bir süreci başlatmış görünüyor.

Bu bağlamda sermaye tarafından iki farklı yöntemin izlenildiğine şahit oluyoruz. Dolayısıyla günümüzde yaşananları anlamak ve “önümüzdeki süreçte nasıl bir dünya olacak” sorusunun cevabını verebilmek adına şu iki devrim oldukça önemli, anlamlı bir yere sahip: “Amerikan Devrimi” ve “Fransız İhtilali”.

Bu güç mücadelesinde Amerikan Devrimi, çıkışı itibarıyla “seçilmişler” üst kimliği/motivasyonu üzerinden, “özgürlükler” adı altında aşamalı bir küresel devleti, imparatorluğu hedeflerken Fransız İhtilali ise “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı altında ulus-devlet oluşumlarını ve bu bağlamda imparatorlukları hedef alan bir başkaldırı olarak karşımıza çıkıyor. Sermaye ve burjuvazi bağlamındaki ayrışma da dikkat çekici. Her ikisinin aynı anlama gelmediğini vurgulamak burada önemli. Burjuvazi daha sınırlı bir kesimi, “yerelliği”, “milliliği” ya da “milli gücü” ifade ederken, sermayenin ulus ötesi, sınırları aşan “küresel güç” boyutu ön plana çıkıyor. Dolayısıyla temel ayrım, sahip olunan güç noktasında kendisini gösteriyor.

Nitekim her iki devrimin de ortak özelliğini “güce sahip olmak” teşkil ediyor. Amerikan Devrimi ve sonrasında izlenilen politika Avrupa’yı kendi sınırlarına hapsetti. Avrupa’yı terk eden sermaye, Batı’nın kendi içindeki açık/örtülü güç mücadelelerinin de zeminini oluşturuyor. ABD Bağımsızlık Savaşı’na giden yol, bir bakıma sermayenin bağımsızlık savaşı olarak da karşımıza çıkıyor. Monroe Doktrini ile de bu sermayenin önce bölgesel başat güç olmasının, akabinde de uluslararasılaşmasının önü açılıyor.

Sınırları aşan yerel sermayenin küresel bir niteliğe kavuşmasıysa ABD Devrimi ile gerçekleşti. Avrupa kendi sınırlarına tekrar sürülürken, kendi içinde iki defa hesaplaşmaya zorlandı. Hitler’i 1938’de hesaplaşma tehdidine iten de ABD menşeli küresel sermayenin güç tekeli olma konusundaki bu acımasızlığı ve Avrupa üzerindeki oyunları oldu. Aynı şekilde Hitler’in “üstün ırk” fikrinin beslendiği kaynak ve neden de üç aşağı beş yukarı ortaya çıkıyor.

Bu bağlamda, günümüzde yaşananlar da aslında dünden çok farklı değil. Güç ve sermayenin el değiştirdiği yeni döneme yönelik eş zamanlı alt yapı çalışmalarına ve bunların hayata geçirilmesine yönelik yoğun bir mücadeleye, aynı zamanda insanın bir kez daha hedef alınmasına hep birlikte şahitlik ediyoruz. Sistemin kendi içinde bir değişim/dönüşüm süreci söz konusu ve buna direnmeye çalışanlar, her kim olursa olsun, virüsle tehdit ediliyor, hizaya getirilmeye çalışılıyor.

Temel hedef: İnsan

Güç mücadelesinin yaşandığı ve yeni elitlerin ön plana çıktığı bu süreçte, aslında kaybeden yine halk oluyor. Fransız İhtilali ile çokça anılan “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözünün ne zaman, kim tarafından, hangi şartlarda söylendiğini ve dolayısıyla ne anlama geldiğini birçoğumuz biliyor olsa gerek. Bilmeyenler de en azından işitmiştir diye düşünüyorum. Yine Fransız İhtilali ile özdeş o meşhur tabloyu da çoğumuz görmüşüzdür. “Halka yol gösteren özgürlük” olarak da bilinen bu tablodaki her bir renk ve figürün neyi ifade ettiğini net olarak bilmesek de en azından burada bir şeyler ya da birileri adına yapılan bir isyanı, devrimi, karşı çıkışı, başkaldırıyı görmekteyiz. Aynı şekilde ABD’deki Özgürlük Anıtı’nı ve Atlantik’in ötesinden gelenlere yönelik anlattığı masalları da… Bu bağlamda, Haçlı Seferleri ve Tapınak Şövalyeleri ile başlayan sermayenin tarihi serüveninde çok da değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Zira biliyoruz ki Batı’nın ideoloji/inanç eksenli yürüttüğü/çıkardığı tüm savaşlar, nihayeti itibarıyla daha fazla zenginleşmeyi hedefleyen, kendi zenginlerini ortaya çıkaran ya da daha da zenginleştiren bir kaynaklar ya da talan savaşıdır.

Bu zenginleşme sürecinde kendi insanını da pervasızca kullanan ve harcamaktan çekinmeyen sömürgeci anlayışın başarısının temelinde, bu değişim süreçlerini kontrol etmesi ve sürece gösterdiği muhteşem uyum yatıyor. Hollywood sinemasında sıkça işlenen, kendisine güçlü bir beden arayan uzaylı yaratıklar filmlerine bakmak, onun son bin yıllık tarihi hakkında fazlasıyla fikir verecektir.

Yeryüzündeki kaynakların hızlı bir şekilde tüketildiği, her geçen gün sayısı artan insan varlığının burada en büyük tehdit olarak lanse edildiği bir ortamda, yeni bir insan tipinin ve yaşam koşullarının inşa edildiğine şahitlik ediyoruz. Doğadan koparılan, sorgulamayan, kendisine verilenle yetinen, duyarsız, sadece hayatta kalma refleksine sahip “zombi” tipi bir insanlık, yeni dünya düzeninin hedefi olarak karşımıza çıkıyor. Kıyamet senaryolarının havada uçuştuğu bir dönemde, küresel efendiliğe soyunanlar bu tip insan yapılanmasıyla ulus-devlet anlayışlarını da kökten bitirmek istiyor. Küreselleşme denilen süreçte, “küresel insan” tipiyle, istikametinden çıkmış insanı sembolize eden “zombilik” arasındaki yakın ilişki de zaten burada yatıyor.

Her türlü sapkınlığın birer tercih olarak empoze edildiği günümüz dünyasında, sistematik bir saldırıyla karşı karşıya olmamız bundan ötürü bir tesadüf değil. Bu saldırılarla tüm toplumsal dinamiklerin altüst edilmesi, bireyler arası başlatılan çatışmanın “birey-toplum” ve “birey-devlet” boyutuna taşınması isteniyor.

Hiç kuşkusuz Dördüncü ve Beşinci Sanayi Devrimleri ile birlikte robotik-dijital çağa girildiği bir dönemde, insanî işgücüne talebin azalması ve dolayısıyla nüfus artışının önüne geçmek de bir diğer hedef olarak karşımıza çıkıyor. İnsan kaybı, sadece rakamsal maliyetlerden birini oluşturan “demografik arınma” ile eşdeğer kabul ediliyor. Dolayısıyla ulus-devletlerin küreselleşmeye karşı bundan sonra ortaya koyması gereken direnç, en az sınırları kadar, belki de ondan daha önemlisi, sahip olduğu insan kaynağını gerçek manada bir “insan” olarak muhafaza etmesinden geçecek gibi görünüyor.

Kovid-19 bir “dijital darbe” mi?

Her devrim kendi insan tipini, toplumsal yapısını ve hiç kuşkusuz devlet-uluslararası sistem yapısını da beraberinde getirir. Buna direnen toplumların ya da devletlerin ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Bu süreç hiç kuşkusuz sermayeyi, sermaye yapısını da derinden etkiliyor. Teknolojinin bir kez daha ekonomiyi, sosyokültürel yapı ve dinamikleri, insanı, kısacası hayatı/dünyayı yeniden şekillendirdiği bir ortamda, bunun liderliğini kimin yapacağı sorusuna verilecek cevap, tam da bu noktada büyük bir önem arz ediyor.

Devletlerin büyük ölçüde belirleyici olduğu önceki sanayi devrimlerinden farklı olarak, bu sefer küresel sermaye ya da küreselleşmiş burjuvazi -buna dijital burjuvazi de diyebiliriz- başlı başına gücü elinde tutmak istiyor. Küreselleşmiş dijital burjuvazi, bir anlamda Fransız İhtilali’nde yarım kalmış işini, Amerikan Devrimi’ndeki tecrübesiyle birleştirmek suretiyle hayata geçirmek ve güce mutlak manada sahip olmak istiyor.

Bu mücadelede klasik savunma ya da saldırı silahlarının, yöntemlerinin bir anlamda devre dışı kalması da oldukça dikkat çekici. Öyle ki konvansiyonel ya da nükleer silahların caydırıcılığını neredeyse sıfırlayan bir tehditle, gücün tanımı büyük ölçüde değişmiş durumda.

“Endüstri 5.0” olarak da adlandırılan Beşinci Sanayi Devrimi’nin önündeki en büyük engel hiç kuşkusuz sınırlar ve bunların arkasındaki devletler. Dolayısıyla tehdit irili ufaklı tüm ulus-devletler açısından geçerli, buna Birleşik Devletler’deki iki temel yapıdan biri de dahil. Kovid-19 gibi sınır tanımayan tehditler üzerinden devletlerin koruyucu kalkanının anlamsızlaştırılması, dolayısıyla devletlerin varlığının tartışmaya açılması da bu açıdan tesadüf olmasa gerek.

Önümüzdeki süreçte devlet/siyaset ile özel sektör/sermaye, (daha somuta indirgenmiş haliyle) siyasetçiler ile sermaye kesimleri arasında bir güç mücadelesi kaçınılmaz hale geleceğe benziyor. Sermayenin kendi içinde de baş gösteren bu mücadelede Darwinist kurallar geçerli; temel olarak da en güçlü olanın hayatta kalacağı anlayışı. Tüm insanlık, “seçkinler” ya da kendilerini seçilmiş/üstün görenler arasındaki güç mücadelesine koşar adım gidiyor. Kovid-19 da bu süreci hızlandırıcı bir rol oynuyor.

[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]