Sinema onun için küçük yaştan beri bir tutku. İlk filmini yedi yaşındayken kaydetmiş. Babasının 8 mm’lik kamerasıyla çektiği gerçeküstü filmi ‘Tarantella’ ise onu müjdeleyen bir film.
Bir yönetmen için önemli olan ‘kurduğu’ atmosfer ise Christopher Nolan sinemaya kattıklarıyla sinema tarihine şimdiden geçti demek hiç de abartılı olmaz. Senaristliği de en az yönetmenliği kadar önemli olan Nolan’ın hikâye anlatma becerisi ve görsel dünyasının birbirini tahkim etmesi, imza attığı her işe fark katmasını sağlıyor. Bir Nolan dünyası, Nolan atmosferi var ise bunda yazarlığının da büyük bir payı var. Bir Hollywood author’u diyebiliriz onun için.
Graham Swift’in ‘Waterland’ının epey etkisinde kalan Nolan, eşzamanlılık üzerine kafa yormaya başladığı sırada Londra’daki evine hırsız girmesiyle ilk uzun metrajlı filmi olan Following için kendisine gerekli olan ‘ilhamı’ devşirdi. Film, işsiz bir yazarın insanların hayatlarını öğrenmek için evlerine gizlice girmeyi takıntı haline getirmeyi anlatıyordu.
1998’de çektiği ilk uzun metrajlı denemesi ‘Following’ hafızalarda iz bırakmasa da sonraki filmleriyle bunun acısını fazlasıyla çıkardı Nolan. 2001’de yönettiği ‘Memento’nun, hafızası 15 dakikayla sınırlı kahramanının mitolojideki Sisyphus’u aratmayan kimlik mücadelesi nasıl bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzu bize müjdeledi.
Al Pacino ve Robin Williams’ı bir araya getirdiği ‘Insomnia’da kurduğu atmosferle olduğu kadar sinemanın sempatik aktörlerinden çıkardığı ‘kötü adam’ performanslarıyla da çok konuşuldu. Bir Norveç filmini Hollywood için tekrar çekmişti. Nolan’ın en büyük başarılarından biri ise ‘bayatlayan’ Batman serisine hayat vermesi. ‘Batman Beings’, tükenmiş bir konuya taze bir hava getirdi.
Çözümü geriye gitmekte bulan Nolan’ın kurduğu atmosfer sayesinde yüksek bir gişe başarısı sağlayan ‘The Dark Knight’, Joker karakterini canlandıran Heath Ledger’ın filmden sonraki trajik ölümü sebebiyle de hafızalara kazındı.
İki illüzyonistin dostluktan rekabete dönüşen hikâyesini soluk kesici bir üslupla anlatan ‘The Prestige’i izleyen ‘Inception’ ise 2010’a tam anlamıyla damgasını vurdu. İnsanları rüyaları aracılığıyla yönetme ve yönlendirme yoluyla güç ve iktidara nüfuz eden bir grubun macerasını anlatan film; sadece bir görsel şölen olması dolayısıyla değil, tartışmaya açtığı sorularla da sinema tarihinde özel bir yerde durmayı hak ediyor. Zaten sinema da rüyalarda olduğu gibi karanlığın içinde birden beliren aydınlıkla başlar her şey. Rüyada da, filmde de heyecanlanır, duygulanır, ağlar ya da güleriz. Zaten hayat da bir anlamda rüya gibi değil mi? Ne demiş korkunun ve şiirin usta kalemi Edgar Allan Poe: “Yoksa rüya içinde bir rüya mı?/Hep gördüğümüz, göründüğümüz?” Sinema, rüya ile bu paralelliğini teğet geçmemiş, nice karakterine rüya gördürmüş, nice kurgu da rüya teması üzerinden seyirciye değmiş. Christopher Nolan ise rüya temasını baş tacı etmiş kendisine. Sahi filmin rüyaların içinde dünya inşa eden ve insanları kurdukları bu rüyalarla yönlendiren kahramanları biraz da Nolan’ın meslektaşı değil miydi?
Besbelli Christopher Nolan bundan sonra bize pek çok yeni rüya gösterecek.
Suavi Kemal Yazgıç*