İlkokul günlerinde öğrendiğiniz gezegen isimlerini hatırlıyor musunuz? Güneş sistemimizdeki dokuz gezegenin de adını hatırlamayı başaranlardansanız, sevinmek için çok acele etmeyin.
Astronomi söz konusu olduğunda, insanoğlunun hataya düştüğü sayısız inanış söz konusudur. Bunlar içinden en önemli 10 yanılgıyı chip.com.tr’den Atilla Malkoç derledi.
1. Plüton’un gezegen kategorisinden çıkarılması
Güneş sistemimizin dokuzuncu ve en küçük gezegeni olarak bilinen Plüton, 2006 yılında Uluslararası Astronomi Birliği (IAU) tarafından gezegen statüsünden çıkarıldı ve cüce gezegen kategorisine alındı. Bunda, 2005 yılında keşfedilen ve ilk başta 10. gezegen sayılan Eris’in katkısı büyük oldu. Plüton’dan daha büyük olan Eris’in keşfinin ardından, "gezegen" teriminin tanımını yeniden ele alan Uluslararası Astronomi Birliği, Plüton ve Eris’in bu tanıma uymadığına karar verdi.
Bu karara rağmen tam olarak ikna olmayan insanlar olayı; söz konusu kararın, çok hızlı ve az sayıda astronomun katılımıyla alındığı gerekçesiyle protesto etti.
İnsanoğlunun astronomi bilgisi günden güne gelişirken, basit gözleme dayalı bilgiler de zamanla değişime uğrayabiliyor. Teleskop gibi bilimsel araçlar kadar, matematiğin etkisiyle de astronomi anlayışımız ve bilgimiz gelişiyor.
Astronomi konusundaki anlayışımızı değiştiren bazı gelişmeler yüzyıllar öncesine dayanırken, bazıları Plüton’da olduğu gibi tazeliğini koruyor. Üstelik Plüton’un gezegen kategorisinden çıkarılması kararı ve bu kararın gördüğü tepki ilk kez yaşanmıyor.
2. Güneş sisteminin merkezi
Antik atalarımız gökyüzünü gözlemlediğinde, gökteki çeşitli cisimlerin hareket ettiğini görüyorlardı. Güneş sürekli aynı yönden doğuyor ve aynı yönden batıyordu. Yıldızlar da, tahmin edilebilir bir yol izliyorlardı. Tüm gök cisimleri, Dünya’nın etrafında dönüyor gibi görünüyordu.
Tüm bu gözlemlerine dayanan ve güneş sistemimiz hakkında kısıtlı bilgiye sahip olan atalarımız, Dünya’nın merkezinde olduğu bir yıldız sistemi hayal ediyorlardı. Öyle ki, birçok Yunan filozofu da, Dünya merkezli güneş sistemini desteklemişlerdi.
Güneş merkezli güneş sistemi modeliyse, ilk olarak M.Ö. 250 yılında ortaya atılmış ancak 16. yüzyılda, Kopernik’in çalışmalarına kadar bu görüş fazla tanınma şansı bulamamıştı. Bu görüş, Kopernik tarafından 1513 yılında yayınlandığında, kilise tarafından büyük baskı ve yasaklama görerek, 1835 yılına kadar yasak sebebiyle kabul görememişti.
Yasağın sürdüğü 17. yüzyılda, Kopernik’in görüşlerini savunan Galileo Galilei, güneş merkezli modeli savunan yazılar yayınladı. Görüşleri sebebiyle iki kez Engizisyon önüne çıkarılan Galileo, ilk yargılanmasında sadece uyarı aldı. İkinci kez Engizisyon önüne çıktığında 70 yaşında olan Gelileo, ömür boyu hapse mahkum edildi. Bu cezası daha sonra ev hapsine çevrilen Galileo kör oldu ve 78 yaşında hayatını kaybetti.
3. Dünya dışında hayat
Bilim insanları, diğer gezegenlerde hayat olup olmadığını aramaya devam ediyor. Bazı hipotezlere göre, bir yıldızın ölmeye başlayıp kızıl deve dönüşmesi neticesinde artan ısısı, kendi etrafında dönen buzul gezegenleri ısıtacak ve bu durum, eriyen buzul gezegenlerde hayatın başlamasını sağlayabilecekti.
Bu hipotezi destekleyenler, kendi güneşimiz ölmeye başladığında Mars’ın yeterince ısınarak hayatın oluşumu için destek sağlayabilecek şartlara kavuşabileceğini savunuyordu. Günümüzde bu inanış büyük ölçüde terk edilse de, Dünya benzeri gezegenler arama çabalarımız sürüyor.
2009 yılında NASA tarafından başlatılan Kepler görevi, güneş sistemimiz dışında Dünya benzeri gezegenler aramayı amaçlıyor.
Antik geçmişteyse insanlık, Dünya dışı yaşamın çok daha yakında, Ay’da bulunduğuna inanıyordu. 15. yüzyılda yaşamış bir Alman filozof ve aynı zamanda Katolik başpapazı olan Nicolas of Cusa, Güneş’te bazı mistik hayvanların yaşıyor olabileceğini, Ay’da ise akıl hastası canlıların bulunabileceğini öne sürüyordu.
4. Astroloji
Astroloji, insanların yaşamları ve gök cisimlerinin hareketi arasında bir bağlantı kuran çok eski bir kavramdır. Tarihin çeşitli zamanlarında, dünyanın birçok yerindeki uygarlık tarafından kabul görmüştür.
Astroloji günümüzde de birçok insan tarafından inanılan bir kavram olup, inananların çoğu tarafından astronomi ile bağlantısı sebebiyle bilimsel görülmektedir.
Astrolojiye yönelik ilk bilimsel araştırma, 1674 yılında İngiliz Kraliyet Astronomu John Flamsteed tarafından yapılmıştır. Araştırmayı, kendisi ve arkadaşlarının doğum tarihlerine dayanarak yürüten Flamsteed, astrolojinin, insanların hayatlarını açıklamaktan uzak ve hatalı olduğu sonucuna varmıştır.
Astroloji, modern bilim topluluğu tarafından da kabul görmeyen bir alandır. Ortaya atılan birçok astroloji görüşü kesin sonuçları göstermemektedir ve herhangi bir şekilde doğrulanması mümkün değildir. Kaldı ki, yoruma açık öngörüler zamanla birçok olayı açıklamak için kullanılabilmektedir.
5. Güneş tutulması
Antik bir uygarlıkta yaşayan birisi olarak, güneş tutulmasına şahit olduğunuzu düşünün. Bu olayı nasıl açıklardınız?
Çinliler bu olayı, güneşi bir ejderhanın yutması olarak düşünüyorlardı. Hint mitolojisinde, güneşi yok edenin iki iblis, ilkel Güney Afrika kabilelerinde ise timsah olarak açıklanıyordu.
Avustralya kabileleri, kaybolan güneşe daha iyimser bir açıklama getirerek, birbirini seven Güneş ve Ay’ın öpüştüğüne inanıyorlardı. Eskimolarsa, Güneş ve Ay’ın insanları gözlemlemek için Dünya’ya geldiğine inanıyorlardı.
Günümüzde, elbette bu olayın, Ay’ın Güneş ve Dünya arasından geçmesiyle meydana geldiğini biliyoruz. Tam güneş tutulması sık sık rastlanan bir olay olmasa da, parçalı tutulmalar her yıl ortalama iki kez meydana geliyor.
6. Dünyanın şekli
Antik uygarlıklar, Dünya’nın şekli konusunda farklı inanışlara sahiplerdi. Shang Hanedanlığı dönemindeki Çin’de, Dünyanın şekli insanların merkezinde yaşadığı bir haç şeklinde hayal ediliyordu. Bu haçın iki kolunda ise, ruhlar âleminin bulunduğuna inanılıyordu.
Daha sonraki antik Çin uygarlıkları ise, Dünyanın düz bir kare olduğuna ve gökyüzünün, dört köşede bulunan dağlar tarafından taşındığına inanıyorlardı.
Babil Uygarlığı’ndaysa, Dünya, içi boş bir küre olarak tasvir ediliyordu ve Dünyanın içinin, ölümden sonra yaşanılacak bir yer olduğuna inanılıyordu.
İnsanlığın, Dünyanın şeklinin küresel olduğuna inandığına dair ilk kaynaklar ise M.Ö. 500 yıllarına dayanıyor. Aristotoles’de Dünyanın küre biçiminde olduğunu destekliyordu ve bu desteğini, Dünya’nın, Ay’ın üzerinde bıraktığı gölgenin eğimli olmasına bağlıyordu. Dünya’nın çevresini hesaplama girişiminde de bulunan Aristotoles, hesaplamasını 73.225 kilometre olarak açıklıyordu.
Sonraki yüzyıldaysa, yine Yunanlı astronom ve matematikçi olan Eratosten, Dünya’nın çevresini, bugün bilinen rakama yakın olarak hesaplamış ve 40.233 km olarak açıklamıştı. Dünyanın bugün hesaplanan çevresi ise yaklaşık 40.000 km’dir.
7. Ateş topları
Uzayın bilinmezliklerini keşfederken, bilim insanlarının ilk tahminleri genellikle hatalı olur. Antik dönemlerdeki gökbilimciler kuyrukluyıldızları gözlemlediklerinde, bu keşiflerine bir anlam vermeye çalıştılar. Bu gözlemlerine getirdikleri yorumsa, kuyrukluyıldızların birer ateş topu olduğuydu.
Antik Yunan filozofu Aristotoles’e göre birer gaz topu olan bu cisimler, Dünya atmosferine girdiğinde tutuşuyorlardı ve geçtiği yerde iz bırakarak ilerleyen ateş toplarına dönüşüyorlardı. Aristotoles’in bu görüşü, 1577 yılına dek fazla sorgulanmaksızın kabul edilmişti.
Tam bu tarihte, Tycho Brahe adındaki Danimarka’lı astronom, defalarca yaptığı gözlemler ve hesaplamalarla, kuyrukluyıldızların Ay’ın da ötesinde bulunduklarını ortaya çıkardı. Bu keşif, insanlığı bugünkü kuyrukluyıldız anlayışına götürdü ve kuyrukluyıldızların, buz ile diğer katı maddelerden oluşan ve güneş etrafındaki yörüngede hareket eden cisimler olduğu keşfedildi.
8. Sabit durum teorisi
Astronomların, evren anlayışımızın gelişmesiyle çürütülen bir başka inanışı da Sabit Durum Teorisiydi. 1948 yılında; Hermann Bondi, Thomas Gold ve Fred Hoyle isimli astronomlar, evrenin her zaman var olduğunu ve her zaman şu anki haliyle bulunduğunu varsayan, Sabit Durum Teorisini ortaya attılar.
Bu teoriye göre, evrenin ve zamanın başlangıcı sayılan Büyük Patlama (Big Bang) hiçbir zaman gerçekleşmemişti ve evren başlangıcı ve sonu bulunmayan bir yerdi. Evrenin genişlediğine ilişkin gözlemlerin yapıldığı bir dönemde ortaya atılan Sabit Durum Teorisi, kısa zamanda önemli destek görmeyi başardı.
Toeriye destek veren üç bilim insanına göre, evrende sürekli olarak yeni maddeler üretiliyor ve boş alanları doldurarak evrenin genişlemesini sağlıyordu. Fred Hoyle bu durumu, durağan şekilde bulunan, zamanla yeni sular eklenerek genişleyen, ancak var olan bölümleri hiç değişmeyen bir nehre benzetiyordu.
Teorinin bilim insanları arasında yaşattığı tartışma basit bir sorudan kaynaklanıyordu: Evren her zaman var mıydı, yoksa belli bir başlangıç anı mı vardı? 1960 yılında bu tartışmalar bir son buldu ve bilim dünyası, Sabit Evren teorisine verdiği desteği çekti.
Bu gelişmede en etkili olan şeyse, Arno Penzias ve Robert Wilson’ın, Büyük Patlama (Big Bang) kaynaklı olduğu düşünülen mikrodalga fon ışınımını keşfetmesiydi.
9. Titius-Bode yasası
1766 yılında, Profesör Johann Titius, güneş sistemimizde o gün için bilinen 6 gezegenin arasında bulunan ve gezegenlerin konumlarını belirleyen bir ilişkiyi keşfettiğine inanıyordu. Bu ilişki, 1768 yılında, Johann Elert Bode tarafından matematik formülü haline getirilerek yayınlandı.
Zamanın astronomları, Bode yasasının doğruluğunu hesaplamaya çalıştı ve sonuç olarak hiç birisi yasanın doğruluğunu kanıtlayamadı ancak bu amaçla yürütülen araştırmalarda, güneş sistemindeki birçok göktaşı keşfedildi.
Ortaya atıldığı dönem için, doğruluğu kanıtlamasa da çürütlemeyen bu tez, 1846 yılında Urbain Le Verrier tarafından Merkür’ün keşfedilmesiyle geçersiz kalmıştır.
10. Vulcan gezegeni
Güneş sistemimizde bulunduğuna inanılırken, tartışmalar içerisinde rafa kaldırılan ilk gezegen Plüton değildi. 1846 yılında, Urbain Le Verrier isimli Fransız matematikçi, Neptün gezegeninin varlığını doğru olarak hesaplamıştı.
Bu başarısını yenilemeyi deneyen matematikçi, 1859 yılında, hesaplamalarına dayanarak Güneş ve Merkür arasında bir gezegen daha bulunması gerektiğini ortaya attı. Bunun sebebiyse, Merkür’ün Güneş etrafında tamamladığı her dönüşte, yörüngesinde gözlemlenen değişimdi. Le Verrier’e göre bu durumun tek açıklaması, Güneş ve Merkür arasında, Vulcan adını verdiği bir gezegenin daha bulunuyor olmasıydı.
Bu iddianın ardından astronomlar, Vulcan gezegenini görsel olarak tespit etmeye çalışsalar da başarılı olamadılar. Merkür yörüngesindeki bu değişimin nedeniyse yaklaşık yüz yıl sonra Einstein’ın Genel görelilik kuramıyla açıklanabildi. :Buna göre Güneş, sahip olduğu muazzam kütlesiyle aslında uzayı eğmişti ve bu da Merkür’ün yörüngesindeki garipliğe sebep oluyordu.
www.chip.com.tr