Son günlerde ülkemizde kadına yönelik şiddetin arttığını kaygıyla izliyoruz. Ancak kadınlar, ilkçağlardan günümüze birçok alanda bilime katkıda bulunarak çığır açıcı yeniliklere imza attı. Bugün bu kadınlardan bahsedeceğim…
Fizik ve tıp bilimini derinden etkileyecek buluşlara imza atacak Marie Sklodowska, nam-ı diğer, Madam Curie 7 Kasım 1867’de Varşova’da doğdu. Fen öğretmeni ablasının yönlendirmesiyle fizikle ilgilenmeye başladı. 15 yaşındayken okulunu en iyi dereceyle bitirdi ve Sorbonne Üniversitesi’ne başvurdu. Yüksek lisansını tamamladığı sene Fransız fizikçi Pierre Curie ile evlendi.
Hayati keşifler
Curie ailesi, Becquerel’in bazı cisimlerin karanlıkta ışık verme özelliğini araştırdığı deneylerini derinleştirdi. Uranyum içeren kristallerde doğan etkinin yoğunluğunu ölçtüler. Bu etkiye Marie Curie ‘radyoaktivite’ adını verdi. Ancak Marie Curie uranyum dışında birçok maddenin de radyoaktif olabileceğini düşündü ve bu maddeleri tek tek test etmeye başladı. Uranyumun içinde çok katranlı bir cevher tespit ettikten sonra bunu toplamaya yoğunlaştı. Haziran 1898’de uranyumdan 400 kat daha radyoaktif bir kimyasal elementi keşfetti ve bunu anayurdundan esinlenerek “Polonyum” olarak tanımladı.
Marie Curie’nin tıp bilimine esas katkıları, radyumun incelenmesi sonucunda geldi. Radyum, ‘radyoterapi’ denen kanserli hücreleri radyoaktif ışınlarla yok etmenin temellerini attı. Bu süre zarfında Marie Curie, 1903 yılında Nobel Fizik Ödülü‘nü, 1911’de de Nobel Kimya Ödülü’nü aldı. Ancak radyumun çok da masum olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Önce radyum içeren boyalar kullanan işçilerde kemik kanseri gözlendi. Sonrasında Madam Curie’nin 1934 yılında radyum nedeniyle kan kanserine yakalandığı ortaya çıktı. Radyum birçok hastanın hayatının kurtarılmasını sağlamış fakat ona ihanet etmişti. Kısa süre sonra bu fedakar bilim kadını sonsuzluğa uğurlandı.
Genç yetenek
Nobel Tıp Ödülleri’ni incelediğimizdeyse 40 kadar bilim kadınının bu alanda ödül aldığını görüyoruz. 2009 yılında Amerikalı Elizabeth Blackburn ve Carol Greider, telomerleri kısaltan telomeraz enziminin yapısıyla ilgili keşiflerinden dolayı Nobel Tıp Ödülü’ne layık görüldüler. Carol Greider henüz 23 yaşındayken Elizabeth Blackburn’ün laboratuvarında çalışmaya başladı.
Greider, DNA kopyalaması sırasında yapının sonuna eklenen telomerlerin eksildiğini tespit etti. Bu telomer denilen tekrarlayıcı yapıların her kopyalamada eksilmesi, yaşlanma ve kansere neden olan kromozom birleşmelerini tetiklemekteydi. 1985 yılında ünlü bilim dergisi ‘Cell’de yayınlanan makalesinde bu hayati moleküllerin eklenmesinden sorumlu olan enzimleri ‘telomeraz’ olarak tanımladı.
Türk kadınları
Henüz Nobel Ödülü kazanamasa da dünya bilimine katkı yapmış birçok Türk bilim kadını da var. Örneğin 1963 yılında Erzurum’da doğan Doç. Dr. Neva Çiftçioğlu, Finlandiya’da doçentlik unvanı alan ilk yabancı oldu. Nanobakteriler üzerine yaptığı çalışma sonucunda bu bakterilerin kireçlenmeden damar tıkanıklıklarına kadar birçok hastalığa yol açtığını tespit etti. Tezi Ankara Üniversitesi’nde işe yaramaz bulunarak çöpe atılan Çiftçioğlu tam da 11 Eylül saldırılarından bir ay sonra NASA’da çalışmaya başladı. Babasının rahatsızlığı üzerine Türkiye’ye döndü ve farklı üniversitelere çalışmak için başvurdu. Ancak ülkemizdeki üniversiteler, bu çapta bir bilim kadınını ne yazık ki değerlendiremedi.
Esra Alptekin – Milliyet