Evlerimizin Yeni Efendileri: Çocuklar

İliskiler
Erol Göka’nın yazısı İki yüz yıl öncesine göre çok farklı, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan zamanları yaşıyoruz.   İki yüz yıldır önce erkekleri, sonra kadınları büyük ölçüde evden ko...
EMOJİLE

Erol Göka’nın yazısı

İki yüz yıl öncesine göre çok farklı, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan zamanları yaşıyoruz.
 

İki yüz yıldır önce erkekleri, sonra kadınları büyük ölçüde evden kopararak çalışma yaşamına katan, son 50 yıldır iyice ivmelenen ve hala tüm hızıyla süren devasa bir değişim sürecinin içindeyiz. Kadınlarla erkeklerin dışarıda çalışmasını şart olarak sunan, bireysel özgürlükleri alabildiğine teşvik eden, bireyin sağlıklı ve iyi hissetmesini her şeyin üstünde tutan, aile değerlerinin ve akrabalığın önemsizleştiği… Çocukluk, gençlik ve yaşlılık gibi yeni toplumsal kategorilerin ortaya çıktığı ama paradoksik olarak geleneksel çocuk oyunları, giyimi ve dilinin, yaşlı insanlara duyulan saygının ve atfedilen bilgeliğin kaybolmakta olduğu,kadınlardan sonra çocukların ve yaşlıların da ev dışına çıktığı… Hayatımız üzerine özellikle evlerimizin yeni efendileri çocuklarımızın "özerk, girişimci ve benlik bilinci en yüksek düzeyde" olan birey olarak yetişmeleri adına giderek artan sayıda uzmanın (eğitim uzmanları, psikologlar, devlet görevlileri, sosyal çalışmacılar, rehber öğretmenler, psikiyatrist ve psikanalistler vd.) söz aldığı… Ev-içinde anne-baba-çocuk birlikte geçirdiğimiz zamanlar ve evlerdeki çocuk sayısı giderek azalırken, boşanmaların, tek ebeveynli çocukların, yalnız yaşayanların hızla arttığı… Eşcinsel evliliklerden, sperm ve embriyo bankalarından, geleneklere yabancı yardımcı üreme tekniklerinden her gün daha fazla söz edilen, çok hızla akan, kimilerine göre ailenin ölümüyle nihayet bulacak olan bir süreç…

Bu hızlı sürecin içinde yol alıyorken bir yandan da iki tarafa ayrılıyoruz. Mark Poster’in Eleştirel Aile Kuramı’nda söylediği şu sözler, bu tarafgirlikleri anlatıyor: "Aile bugün eş şiddette saldırıya uğramakta ve savunulmaktadır. Kadınları baskı altında tuttuğu, çocuklara kötü davrandığı, nevrozu yaydığı ve cemaati (community) engellediği için suçlanmaktadır. Ahlakı yücelttiği, suçu önlediği, düzeni koruduğu ve uygarlığı sürekli kıldığı için ise övülmektedir. Evlilikler eskisinden çok fazla yıkılmakta ve çok daha fazla kurulmaktadır. Aile, bir kişinin umarsızca kaçmaya veya özlemle sığınmaya çalıştığı bir yerdir. Bazıları için aile sıkıcıdır, boğucudur ve izinsiz zorla içeri girmiştir; diğerleri için müşfik, şefkatli ve içtendir. Ve böylece ufukta anlaşma işareti olmadan aile ile ilgili tartışmalar bir ileri bir geri sürer gider."

Öyle göründüğüne bakmayın, aslında çok karışık değil, tarafımızı kadının çalışma yaşamında ve kamusal hayatta etkin rol üstlenmesi ve babanın otoritesinin ortadan kalkması konusundaki görüş ve tutumlarımıza göre seçiyoruz. Bu cümleyi de "kadın özgürlüğü" konusunda ne dediğimize kadar daraltabiliriz. Kim ki, kadının eğitimde, üretimde, siyasal yaşamda rolünden; insan, kadın ve çocuk haklarından belirgin bir vurguyla bahsediyor, hele hele kadın hareketinin modern dönüşüme olumlu katkılarını ifade ediyorsa o insanlar arasında yaşama tarzı düzeyinde nihai safını belli ediyordur. Aynı şekilde kadın-erkek ilişkilerinde tipik örneği geleneksel toplumda olan rol kalıplarını savunan, modern yaşamla birlikte kadın özgürlüğü adı altında bunların değişmesinin her türlü olumsuz yönelime zemin hazırladığını ileri sürenler de yaşama tarzı düzeyinde karşı taraftadır.

MODERN KADINI TANIMLAMA SAVAŞI

Modern hayatın ve tipik modern zihnin kendisi şüphesiz "kadın özgürlüğü" lehine bir işleyiş gösteriyor ama doğrusu henüz "savaş"ı kimin kazandığı tam olarak belli değil. Bu nedenle kadın özgürlüğünden yana olanları "modernler", diğerlerini "modernlik-karşıtları" diye niteleyemeyiz. Tüm modernler, bu iki yaşama tarzı tarafı arasında kendilerini konumluyorlar demek daha uygun. Şüphesiz bu iki karşıt yaşama tarzında olanlar, değişik alanlarda benzer tavırlar alabilirler, aynı tarzda giyinebilirler, aynı takımı tutabilirler, aynı partiye oy verebilirler hatta aynı ibadethaneye gidebilirler ama aralarındaki farklılık son tahlilde benzerlikten daha çoktur ve belirleyicidir. Yanlışlıkla bu iki tarafın insanları birbirlerini eş olarak seçmişlerse ya da ebeveyn bir tarafta çocuk diğer tarafta yer almışsa, öldürücü bir geçimsizlik ve çatışma ortamı kaçınılmazdır.

Modernliğin aile yaşamındaki sıkıntıları ve komplikasyonlarından da, başta kadınlar olmak üzere hayatlarımız için getirdiği kazanımlardan da aynı şevkle bahseden insanlar var. Sıkıntı ve komplikasyonlardan bahsedenler, modernlikle birlikte ailedeki rol dağılımlarının psikolojilerimizi nasıl alt-üst ettiğini ballandırarak anlatıyorlar. Boşanmaların, tek ebeveynli çocukların, çocuklardaki ruhsal rahatsızlıkların, hatta aile-içi şiddetteki artışın modern zihniyetin ürünü olduğunu söylüyorlar. Çalışma ve kamu hayatına etkin katılımın kadınlara, özellikle annelere mutluluk getirmediğini; çalışan annelerin suçluluk duygusu, aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk, çocuk bakıcısı arayışı uğraşlarıyla heder olduklarını dile getiriyorlar.

Yapılan araştırmaların yoğun bir tempo içinde olan babaların 10 ile 15 saniye arasında değişen üç ayrı zaman dilimine bölerek günde 40 saniyenin altında bir süre çocuklarıyla ilgilendiklerini, çoğu anneleri de çalışan çocukların günde en az üç saatlerini televizyon ve internet karşısında geçirdiklerini gösterdiğinden… Anne ve babalarını bir arada görme imkânları azalan, daha çok kreşlerde ve eğitimde vakit geçiren çocukların hem ebeveynin kendilerine aktarabilecekleri büyük bir bilgi birikimi ve tecrübeden hem de onlarla özdeşleşebilme imkânından yoksun kaldıklarından… Çocukların dış dünyadan gelebilecek tehlikelere, iç dünyadan kaynaklanan korkulara ve annenin fazla baskılarına karşı muhtaç oldukları baba korunmasından çoğu zaman mahrum olduklarından… Erkek çocuklarda şiddet ve suça yöneliş oranıyla, küçüklüklerinde yeterli bir baba figürünün yokluğu arasındaki ilişkiden… Babasız evlerde büyüyen çocukların hem yetişkinlerle hem de başka çocuklarla iyi ilişkiler geliştirme ve sürdürmede güçlük çektikleri, daha sıkılgan, içe kapanık veya uyum bozukluğu ve intihar davranışı gösterdikleri, ihmal ve suistimale uğradıklarından… Araştırma sonuçlarına göre, eşleri çalışan erkeklerin, eşleri çalışmayanlardan daha mutsuz olma eğiliminde olduğu ve daha yüksek oranda ruhsal sıkıntı yaşadığından… Yine araştırmalara göre değişik yaş ve demografik özelliklere sahip babaların en az üçte ikisinin bugün baba olmanın geçmişten daha zor olduğunu, iş ile aile arasında denge kurmanın giderek güçleştiğini düşündüklerinden ve bunlara benzer birçok başka olgudan bahsediyorlar.

Bunların her biri çok ciddi, üzerinde çok düşünülmesi gereken iddialar ama diğer tarafın söyledikleri de hiç yabana atılır cinsten değil. Aile-içi şiddet ve cinsel suç mağduru kadınlar, çocuk denecek yaşta evlendirilen, anne olan genç hanımlarla ilgili söz alanlar, 15-44 yaş arası kadınların erkek şiddeti sonucunda sakatlanma ve ölüm riski, aynı yaş grubu kadınların kanser ve trafik kazası gibi nedenlerle ölme riskinin toplamından daha fazla dediklerinde kayıtsız kalamazsınız. Kadın özgürlüğünü, özellikle kadının çalışma ve kamusal hayatta yer alma hakkını savunanların yukarıda karşı kutbun tezlerine karşı söyledikleri de es geçilemeyecek cinsten. Araştırmalar, çocuğun kişilik gelişimi üzerinde annenin çalışıp çalışmamasının değil, ancak anne-babanın çocuk yetiştirme tutumlarının etkisini ve annesi çalışan çocukların psiko-sosyal gelişimlerinin annesi çalışmayan çocuklara kıyasla çok daha üstün olduğunu ortaya koyuyor. Çalışan annelerin eğitim düzeyi, çalışmayanlara göre daha yüksek ve kendini geliştirme çabası ve bilinçlenme düzeyi daha yeterlidir. Ayrıca, annenin çalışması, onun üretken olmasına, diplomasını değerlendirmesine fırsat veren ve ruh sağlığı açısından önemli bir faaliyettir. Bu açılardan annenin çalışması, çocuğuna ilişkin doğru yaklaşımları benimsemesini, daha sağlıklı bir ortam yaratmasını olumlu yönde etkiliyor. Sanılanın aksine çalışmayan çok sayıda anne de zamanlarının tümünü çocuklarına veremiyor, ev-içi ve ev-dışı işleri, bunu büyük ölçüde engelliyor. Önemli olan, annenin evde bulunduğu süreyi iyi değerlendirmesi, bu zaman içinde çocuğuyla bütünleşmesi, ilgilenmesi, oyun oynayabilmesidir. Annenin çocuk ile birlikte geçirdiği süre arttıkça kalitesi azalıyor. Ev hanımları çocukları ile birlikte aynı mekânda olsalar da onlarla pek birlikte vakit geçirmeye katlanamıyorlar. Çalışan anneler genellikle çocukları ile "yeterince vakit geçiremedikleri"nden yakınıyorlar ama araştırmalar, anne-babası çalışan çocukların yüzde 85-90’ının böyle bir durumdan şikayetçi olmadıklarını gösteriyor.

ÇALIŞMAK ‘AİLE’YE ENGEL DEĞİL

"Yaşamın ilk yıllarında çocuğun beden gelişimi için vitamin ve protein ne kadar gerekli ise, bedensel, zihinsel ve duygusal gelişimi için anne sevgisi de o kadar gereklidir. Aynı şekilde bebeğe bakım verenlerin ve yaşama ortamının sürekliliğinin sağlanması da hayati önemdedir." Bunlar elbette doğrudur ama çalışan annelere bu konularda kolaylıklar getiren düzenlemeler yapılabilir, yapılmaktadır. Çalışan anneler için daha esnek bir çalışma programı uygulanması ve iş yükünün belli bir süre hafifletilmesi için farklı seçenekler yaratılması; çalışan kadının doğumdan sonra, iş yerinden bir yıla kadar "maaşlı" ya da en azından "yarı maaşlı" izin alabilmesi; anne-çocuk sağlığı hizmetlerinin geliştirilmesi; iş yerlerinde kreş, yuva, çocuk kulübü vb. bakım ve eğitim yerlerinin açılması; okul öncesi eğitim kurumlarının sayı ve nitelik olarak geliştirilmesi; nitelikli ve sertifikalı çocuk bakıcısı yetiştirilmesi; anneye destek programlarının uygulanması gibi önlemler faydalı olacaktır.

Bu arada her iki tarafın da savunabilecekleri modern zamanlarda ortaya çıkan olgular da var: Örneğin çocukluğun en doğal ifadesi olan oyunun sırf bir eğlence diye değil de, zekâ ve psiko-motor becerileri geliştirici bir modern araca, metaya dönüştürüldüğünü gören tüm gözler görüyor ve bundan rahatsız oluyor. Her türlü reklamın aileleri, çocuklarına "en özel" varlıklar olarak davranacak şekilde tüketime kışkırttığını da herkes biliyor. Araştırmalarla kanıtlanmış ve hangi taraftan olursa olsun herkesin kabul edebileceği şu tür olgular da var: Babalarıyla sevgi dolu ve sağlam ilişkiler yaşayan çocuklar, eşleriyle, sağlıklı ve tatmin edici ilişkiler kurmakta daha başarılı oluyor… Çocuklarıyla güçlü ilişkileri olan baba için hayat daha anlamlı, daha zevkli, daha güvenli hale geliyor; şefkat, hoşgörü, sabır, sevgi, cömertlik, yaşama sevinci ve azmi gibi duygular gelişebiliyor… Çocuğun yetişmesi ve bakımını eşler birlikte paylaştıklarında kadın-erkek ilişkisindeki sağlıklı görünümler artıyor, aynı şekilde babanın çocuklarına olan ilgisi, anneyle aynı evi paylaşmasıyla ve kurduğu ilişkinin kalitesiyle paralellik gösteriyor…

Tezler ve olgular böyle, iki tarafı da çok ciddiye almakla birlikte ben kendimi daha çok modernliğin yol açtığı değişimlere karşı eleştirel yaklaşanların safında konumluyorum. Bunu da geleneksel olanı her türlü eleştiriden münezzeh bir bakışla yapmıyorum. Geleneksel hayatta kadın hakları açısından birçok sorun olduğu doğru. Benim konumumu daha çok, modernlikle birlikte ailenin ölmeye doğru gittiğini düşündüğüm süreç belirliyor. Her ne kadar bazı modernler, aileyi savunsa da modern zihniyetin kökenindeki insana ve özgürlüğe sakat bakış nedeniyle eninde sonunda aile-karşıtı saflara doğru yuvarlanacağını düşünüyorum.

Modern zihniyet, toplumu soyut birey üzerine inşa ediyor. Oysa insan modernlerin sandığı gibi soyut ve köksüz bir varlık değil; gerçek yaşamda hiçbir zaman soyut birey yok, insan hep grup-varlık olarak tezahür ediyor. Aile, inanın grup-varlığının en temel biçimi; toplumun en küçük birimi birey değil ailedir. İnsan yeryüzüne yalnız gelmedi, Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzünde bir sınama-yanılma, bir flört sonucu aileyi icat etmediler. Aile hep vardı, hep var olacak, bu nedenle her türlü tartışmaya evet ama aileyi gözeten bir perspektifle yapmak şartıyla. Bu şart yerine geldiğinde seve seve kadın hareketinin insanlığımıza kattıklarını da dinleyebilirim.

TimeTürk