Hazırlayan: Aysel Yaşa
Valiliğin davetiyle hafta sonu Şanlıurfa’dayız. Dünyanın ilk İslam üniversitesinin kurulduğu, GAP bölgesinde en fazla tescilli tarihi esere sahip, dünyanın en eski tapınağını içinde barındıran, çile döneminde Hz. Eyyup’e ev sahipliği yapan, Hz. İbrahim’i yakmayan ateşin suya dönüştüğü, Hz. İsa’nın kutsadığı şehirdeyiz yani. Şanlıurfa bugüne dek hep Balıklıgöl’le anıldı, öyle de tanındı. Fakat bu güzel kente yeni gelen Vali Nuri Okutan sayesinde şehrin diğer özelliklerine de rotayı çevirebilme fırsatı buluyoruz. Şanlıurfa’ya gider gitmez dikkatimizi çeken ilk olay; her sokakta en az iki tane kebapçının olmasıydı. Fakat diğer günlerde gördük ki Şanlıurfa’da kebaptan başka bir yiyecek de yok zaten. Sabah kahvaltısı da dâhil olmak üzere her öğün kebap ve et yiyen Urfalılar hallerinden oldukça memnun görünüyordu, o ayrı. Urfa’da gün ya bir kebapçıda başlıyor, ya da lavaş pişiren bir fırında. Yani kahvaltı için önünüzde iki tane alternatif bulunuyor.
Lavaş pişiren fırınlarda kahvaltının tadı ise bir başka. Hemen yandaki manavdan alacağınız bir patlıcan, iki tane de kırmızıbiberi közletip, bir lavaşın içerisine sararak kahvaltınızı ayak üstü hazırlıyorsunuz. Tadı nasıl derseniz, lezzete diyecek laf yok. Anadolu’nun bereketli topraklarında yetişen her şeyde var olan lezzete burada da rastlıyorsunuz.
NEMRUT’UN KIZI AYNZELİHA’NIN ÖYKÜSÜ
Şehirde gezilecek yerlerin başında Balıklıgöl geliyor elbette. Halil-ür Rahman Gölü de denilen Balıklıgöl, Hz. İbrahim’in doğduğu mekân olarak bilinen Mevlid-i Halil Mağarası’nın hemen yakınında yer alıyor. Şanlıurfa’nın simgesi olan Balıklıgöl’ün haricinde dikkatlerin çevrilmediği yerlerden biri Aynzeliha Gölü. Gölün oldukça enteresan bir hikâyesi var. Hz. İbrahim’e inanan Nemrut’un kızı Zeliha, Hz. İbrahim ateşe atılınca o da ardı sıra kendini ateşe atar. Zeliha’nın düştüğü yerde de kendiliğinden bir göl oluşur. İşte Aynzeliha’nın öyküsü böyle. Şimdilerde Balıklıgöl’ü ziyaret eden misafirlerin mırralarını içtikleri bu bölge de, en az diğer mekânlar kadar etkileyici.
Peygamberler şehri olarak bilinen Urfa’da yedi peygamberin izlerini görmek mümkün. Bunlardan biri de Hz. Eyyup. Geçirdiği hastalık yüzünden zor günler yaşayan ve vücudunun her yeri yaralarla kaplı olan Hz. Eyyup’un Çile Mağarası da merkezin güney kısmında kalıyor. Eyyup Peygamber Mahallesi’nde bulunan bu makamda bir de şifalı su kuyusu bulunuyor. Rivayete göre Hz. Eyyup bu sudan içtikten sonra şifa bulup, gençleşmiştir. Bu makam da yine Şanlıurfa’nın en fazla ziyaretçi alan bölgelerinden biri.
KADINLARIN HIŞIRLARI ÇOK DEĞERLİ
Şanlıurfa’da gün içerisinde alışverişinizi yapabileceğiniz birçok dükkân bulunuyor. Sipahi Pazarı’ndan halı, kilim, duvar kilimi ve sedir yastıkları alabileceğiniz gibi, Kazzaz Pazarı’nda Güneydoğu’ya özgü birbirinden şık şallar da bulabilirsiniz. Çarşıda iyi araştırdığınızda ucuza ipek şallar satın alabilirsiniz, bizden söylemesi. Yerli ve yabancı turistlerin akınına uğrayan bu çarşıda otantik kıyafetler ve takılar da satılıyor. Takı demişken şehrin o meşhur kuyumcularını anlatmamak olmaz. Takıya “hışır” denen bu memlekette kuyumcular çok değerli. Kuyumcularda bölgede yaşayan Kürt, Türk ve Arap halkları için ayrı takılar bulunuyor. Kuyumcular da öncelikle herkesin tercihini aktarıyor. Özellikle Gümrük Han’a yakın bölgelerde çoğalan kuyumcuların vitrinleri altın sevmeyenleri bile cezbediyor. Kendimi bu kategoriye sokabilirim mesela. Gözlerimizi vitrinlerden alamayınca, soluğumuzu bir kuyumcuda alıyoruz. Kuyumcu başlıyor anlatmaya: “Burada düğünlerde çok fazla takı takılır. Akıtma ve frenkbağı ise takıların olmazsa olmazlarıdır”. Düğünün olmazsa olmaz takılarının fiyatlarını duyunca dudaklarımız uçukluyor ve takıları üzerimizde deneyip, bol bol fotoğraf çektirdikten sonra hemen olay mahallini terk ediyoruz.
DÜNYANIN EN ESKİ TAPINAĞI URFA’DA
Yeni bir günün sabahında rotamızı 11.500 yıllık dünyanın en eski tapınağı Göbeklitepe’ye çeviriyoruz. Şanlıurfa’ya 17 km uzaklıktaki bu eski tapınak adını bölgede bulunan taş yatır mezardan alıyor. Bölgede yapılan arkeolojik kazılar Göbeklitepe’nin olağan dışı buluntuları ile dinsel bir yerleşim yeri olduğu sonucuna götürüyor bizi. Göbeklitepe’de ayrıca bir de dilek ağacı bulunuyor. Buraya her gelen dilek tutarak bir mendil parçasını tutuşturuyor bu ağacın dallarına, ya kabul olursa diye. Ayrıca Hz. Adem ile Havva’nın da bu tepede bir araya geldiği anlatılan rivayetler arasında.
Madem tarihin derinliklerine daldık oradan hiç ayrılmayalım diyoruz ve bu kez Haleplibahçe Mozaikleri’nde buluyoruz kendimizi. İnsanı hayretlere düşüren bu mozaikler dünyada bir ilk olma özelliğini taşıyor. 2007 yılında yapılan kazılarda 3000 yıl önce Ege’den Karadeniz’e ve Anadolu’nun içlerine uzanan kültür havzasında, erkek egemenliğine karşı savaşan Amazon kadınlarının av sahnesini anlatan zemin mozaiği, “savaşçı amazon kraliçelerinin mozaiğe resmedilmiş dünyadaki ilk örnekleri” olarak biliniyor. Haleplibahçe Mozaikleri’nda ayrıca Akhileus Mozaiği de bulunuyor. Zemin mozaiğinde Akhileus’un yaşamından kesitler aktarılıyor. Aldığımız bilgiye göre bu mozaiklerde kullanılan taşlarda boya maddesi yok, hepsi Fırat’ta bulunan minik taşlarla yapılmış. Bu teknolojide bile hala iyi işler çıkmıyor diyerek ayrılıyoruz Haleplibahçe’den. Şanlıurfa’ya geldik sıra gecesi bizi bekler deyip, Şanlıurfa’nın en meşhur sıra gecesine katılıyoruz. Birbirinden güzel türküler söyleniyor, diğer taraftan çiğköfte yoğruluyor. Bu sıra gecelerinde ise asla içki içilmiyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise halaylar çekilmeye başlanıyor. Güçlü bir repertuara ve müzik mirasına sahip Urfa’da hiç bilmediğimiz türküleri de dinleyebilme fırsatını yakalıyoruz. Gün bitiyor, biz yorgun düşüyoruz ama bizi gezdiren ekip ve rehberlerimizi yılmıyor.
Ertesi sabah erkenden yolculuk başlayacak, hem de sular altında kalan Halfeti’ye. Bölge halkı barajın coşkusuyla gerçekleri göremese de kaybolan bir tarih var Halfeti’de. Herşeyden evvel yuvalarından edilen çocuklar, kadınlar, erkekler var. Şimdilik hepsi Yeni Halfeti ismi verilen ilçede ikamet ediyor, ama her birinin içerisinde bir gün eski Halfeti’ye dönme umudu var. Aracımızla ilerlerken Fırat’ın nazlı yüzünü bize göstermesiyle heyecanımız çoğalıyor Halfeti’de. Fırat’ın kenarına vardığımızda dilimiz tutuluyor. Buraya Güneydoğu’nun Bodrum’u demekte o kadar haklı ki Şanlıurfalılar. Etrafı Fırat’la çevrili. Fırat kenarında yemek yemek için çok güzel mekânlar bulunuyor. Buralarda kebap yiyebileceğiniz gibi Fırat’tan tutulan balıkları da tercih edebilirsiniz. Güzel bir yemekten sonra sıra geliyor tekne turuna. Tekneyle Fırat üzerinde kısa bir yolculuğa çıkıyoruz ve sular altında kalan Halfeti evleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Dükkânlar terk edilmiş, caminin sadece minaresi kalmış su yüzünde. Suyun altında ise bir yaşam var biliyoruz. Yaşanmışlıklar, hatıralar, huzur, mutluluk ve belki mutsuzluk… Hepsi suların altında artık. Dışarıda kalanlar ise terk edilmiş. Halfeti Şanlıurfa’da keşfedilememiş en büyük değer bana kalırsa. Ve bana sorarsanız Şanlıurfa’da gitmeniz gereken ilk yer Halfeti olmalı. Fırat kenarına kurulan çardakta bir bardak çay içerken, huzursuzluğunuzu Fırat’a atmak, ruhunuzu dinlendirmek iyi olmaz mı? Ruhunu dinlenmeye alacak olanlar için tam da ideal bir yer olan Halfeti’de şimdilik bir pansiyon yok ama bazı ev sahipleri sizi birkaç gün evlerinde çok az bir ücrete ağırlıyor. Ayrıca Halfeti’de yemek de oldukça ucuz.
SOKAKLAR BİLİNMEZLİĞE AÇILIYOR
Şanlıurfa’nın tarihi mimari dokusunun önemli bir kısmını sokaklar ve evler oluşturuyor. Kendinizi sokaklara attığınızda genelde kapalı kapılarla karşılaşsanız da Halep’i andıran o dar sokaklarda dolaşmak bambaşka bir cümle kurdurtuyor size. O sokaklarda dolaşırken hissettiklerinizi karşılayacak bir kelime yok belki de. Her köşe başından sizi şaşırtan biri çıkabiliyor yani. Geneli avlulu olan evlerin hemen hemen hepsinin kapısı kapalı, pencerelerden yaşam sızmıyor dışarı. Hasbelkader bir açık kapı bulup içeri giriyorum. Şanlıurfa’da Hz. Muhammed’in soyundan gelenler oldukça fazla. Onlara Evlad-ı Nebi diyor Urfa halkı. Tesadüfen girdiğim ev de bir Evlad-ı Nebi’ninmiş. Ama kendisi bir yıl önce vefat etmiş. Şimdilerde medrese olarak hizmet veren evin avlusundaki güvercinler dikkatimi çekiyor. Şanlıurfa’da güvercinin meşhur olduğunu biliyorum ama öyküyü bir de hane halkından dinleyeyim istiyorum ve başlıyor yaşlı amca anlatmaya: “Aslında Şanlıurfa’da çok güzel çeşitlerde güvercinler vardır. Ama kuş uçurmak iyi değildir. Helak olan Lut kavminin yaptığı bir işti bu. Bu evde güvercin bulunmasının sebebi ise cin tebaasından ev halkını koruması ve eve bereket getirmesi içindir”.
Şanlıurfa sokakları dolaşmakla bitmez, ama gezimiz artık sona eriyor. Yazıyı okuduktan sonra bu güzel şehre gitmek isteyenlere son bir uyarımız olsun. Şanlıurfa’da kadınlar için özel tuvalet bulunmuyor. Hatta siz hata edip de birine buralarda lavabo var mı derseniz, “Bacım burada kadınlara tuvalet yapmazlar ki” cevabıyla karşılaşabilirsiniz, hazırlıklı olun!