Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek
Gorajde şehrine gitmek için Srebrenica’dan ayrıldığımızda, sırtımızdaki yükün ne olduğunu anlamlandırma çabasındaydık. Yazılı ve sözlü gelenek hep şunu söyler: Suyun olduğu yerde hayat vardır, su varsa sorun yoktur. Bosna Hersek’i tek kelimeyle özetlememiz istense, herhalde su deriz. Hangi yöne gidilse mutlaka su ve suyun yeşerttiği yaşam alanlarıyla karşılaşırsınız. Suyun temel özellikleri dışında bir de hafızası var sanki. Hiçbir olayı unutmayan, başkalarına anlatmak için akan, sürekli artan, arttıkça değerinden bir şey kaybetmeyen bir hafıza. Drina, Tuna ve Sava’nın anlattığı çok şey var. İsterseniz birlikte dinleyelim.
Gorajde
Bosna Hersek’in doğusunda, başkente 2-3 saat mesafedeki Gorajde (Goražde) şehrine giderken de Sırp Bölgesi’nden geçtiğimiz için, Srebrenica yolunda karşılaştığımız manzarayla karşılaşıyoruz. Şehre ulaşım kolay değil. Önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi Bosna Hersek’te otoban yok denecek kadar az. Bunun dışındaki tüm şehirlerarası yollar tek şerit. Bölge dağlık olduğu için mesafeniz belli olsa da zaman konusunda net şeyler söyleyemiyorsunuz. Bu yüzden öteden beri turist çeken şehirler dışındaki şehirlere rağbet edilmiyor. Muhteşem doğasına rağmen Gorajde’de bunlardan biri. Şehirde turistik tesis yok, fakat kurşun izlerini görmek için şehre gelen insanlar olduğunu duyunca açıkçası hiç şaşırmıyoruz. Şehrin girişindeki küçük tepeye, büyük harflerle yazılmış ve uzaklardan da görülebilen "Tito" ismi, psikolojik harbin hâlâ devam ettiğinin en büyük işareti. Yolun iki tarafında da yanmış, boşaltılmış, kullanılmayan evler var. İç savaş öncesi hemen hiç kimse tarafından bilinmeyen, az sayıdaki nüfusuyla kendi halinde bir yerleşim birimiyken; Sırp saldırılarına direnen Boşnakların destansı mücadelesiyle kamuoyuna adını duyurmuş, bugün yine bir caddeden oluşan merkezi, az sayıdaki nüfusunun büyük bir kısmı yaşlı olmasına rağmen en çok da işsizlik oranının yüksekliği ile bilinen bir şehir Gorajde. Şehrin hemen her yerinde şarapnel izlerine rastlamak mümkün. Bütün sokaklar ve duvarlar bu izlerle dolu. Üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen duvarlarda kurşun izleri olmasının da sebebi bir var. Bu izlerle yaşamak, bir anlamda Sırp saldırılarını hem dünyaya hem de gelecek nesillere örnek göstermek için diri tutmak anlamına geliyor. Gorajde, yüksek dağların arasında kurulu ve Drina Nehri tarafından ikiye bölünmüş cennet parçası. Sırbistan sınırına yakın olan diğer tüm Bosna şehirleri gibi Gorajde’de yoğun saldırılara maruz kalıp, şehri çevreleyen dağlardan 3 yıl boyunca vurulmasına rağmen düşmemiş. Nehrin iki tarafını birbirine bağlayan köprünün altına, derme çatma bir yürüme yolu var. Bugüne kadar hiçbir yerde benzerine rastlamadığımız bu yolun ne olduğunu sorduğumuzda aldığımız cevap hayli ilginç. Keskin nişancılar hareket eden her şeye ateş ettiği için, onlarca insan ölümü göze alıp, sırf şehir ikiye bölünmesin, ulaşım bir şekilde sağlansın diye, köprünün altına halatlardan yol yapmış. Bu sayede savaş boyunca, özellikle gece vakitlerinde, karşıdan karşıya geçişlerde can güvenliği sağlanmış. Şehir, oldukça yavaş işleyen onarım ve toparlanma sürecinden geçiyor. Aksaklığın sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: Öncelikle bölgede önemli oranda Sırp nüfusu var. Gorajde Sırp Özerk Bölgesi’ne sınır ve Sırbistan’a oldukça yakın. Genç nüfus savaşta kaybedildiği için yaş ortalaması oldukça yüksek. Federasyon bürokrasisinin de şehir üzerinde ciddi yaptırımlar uygulayamaması şehrin değişkenlik dinamiğini frenliyor. Bölgedeki sivil toplum kuruluşları da bu hazin tablonun değişmesi için ciddi çabalar sarf edemiyor. Şehir merkezinde Türkiye tarafından yaptırılan ve ismi Kayseri olan bir cami var. Gorajde halkı, savaşı iliklerine kadar yaşamış ve hatıralarını diri tutmak için çabalayan bir halk. Her şehirde duyduğumuz kan donduran hikâyeleri burada da duyuyoruz. Drina Nehri günlerce ceset taşımış. Ne zaman nehre baksak mutlaka cansız bir beden görürdük diyorlar. Şehrin vurulduğu tepelerde yer alan köyler Sırp köyleriymiş. Şehir merkezi ve merkeze yakın köylerde Boşnaklar yaşıyor. Yaslandığımız duvardaki kurşun izleri bu şehrin önsözü gibi: Yeterince mazlum, yeterince masum.
Belgrad
Bosna Hersek’in Tuzla şehri üzerinden Sırbistan sınırına doğru ilerliyoruz. Bosna içindeki yolculuğumuzun önemli kısmı Sırp Özerk Bölgesi’nde geçiyor. Neredeyse bütün yön levhaları Kiril alfabesiyle yazıldığı için, sınıra oldukça yakın olduğunu tahmin ettiğimiz bir bölgede kayboluyoruz. Yol bizi dağlık köye çıkarıyor. Hava oldukça sıcak. Bahçe içindeki evler, çimenlerin üzerinde koşuşan tavuklar, türlü meyve sebze ağaçları içimizi ferahlatıyor. İhtiyar köylünün tarifiyle anlıyoruz 15 km. kadar ters yolda olduğumuzu. Yol boyu tabela faciaları devam ettiği için tekrar adres sormak durumunda kalıyoruz. Bu sefer iki yaşlı kadının tarifiyle yaklaşık 1,5 saat sonra Raça Sınır Kapısı’ndan Sırbistan’a giriyoruz. Sınır kapısı oldukça sakin, bizden başka kimse yok. Herhangi bir sorunla karşılaşmadan içeri giriyoruz. Ülke değişikliğinin belirtileri ilk andan itibaren kendini gösteriyor; Otoban yol başlıyor. Sırp Özerk Bölgesi’ndeki yön levhalarının aksine Sırbistan’daki levhalar ya Latin ya da hem Kiril, hem Latin harfleriyle düzenlenmiş. Sınır ile Belgrad arası 150 kilometre. Düz ve geniş bir ovanın ortasından geçiyoruz. Balkanların hiçbir yerinde görmediğimiz uzunluk ve genişlikteki bu ovanın tamamı tahıl üretimi için kullanılıyor. İlerlediğimiz yol uluslararası taşımacılığın da önemli geçişlerinden birini teşkil ediyor. Yol boyu Türk plakalı tırlarla korna, selektör ve biz Türklere has camdan el sallama işaretleriyle selamlaşıyoruz. Belgrad (Beograd) ışık şehri veya beyaz şehir anlamına geliyor. Osmanlı şehri ele geçirdiği zaman yerli halkın bir kısmını İstanbul’a, bugün Belgrad Ormanları denilen bölgeye göndermiş. Orman da adını bu göç eden insanlardan almış.
Şehrin girişinde oldukça yoğun bir araç trafiği var. Geniş caddeler, gri sokaklar, heybetli ve eski binalar. Tam anlamıyla sonbahar şehri ve her yer gri. Komün düzen sonrası nasıl olur sorusunun cevabını yollarda görebilirsiniz: Tito döneminden kalma arabalar, yeni arabalardan daha fazla. Daha aracımızdan inip şehre ayak basmadan kendimizi yakın çağın kollarında buluyoruz. Belgrad için mimari anlamda Doğu Avrupa’nın en önemli şehri diyebiliriz. Merkezde NATO uçakları tarafından vurulan birkaç büyük bina var. Neredeyse yıkılmak üzereler. Şehrin araç park sistemi oldukça farklı. Kapalı otopark dışında her park yerinin SMS numarası var. Aracı park edip mesaj atıyorsunuz ve park ücreti telefon faturasına yansıtılıyor. Belgrad halkı oldukça kültürlü. Hemen her yerde kitap evi, sanat evi ya da kültürel etkinliklerin organize edildiği alanlar var. Parklar, kafeteryalar ellerinde kitap olan insanlarla dolu. Bosna Hersek içindeki Sırp Özerk Bölgesi’nde gördüğümüz suratsız, iletişime kapalı, gözünü nefret bürümüş insan fotoğrafını pek görmüyoruz. Başkonsolosluğumuz şehrin merkezinde, biz de kendilerini ziyaret ediyoruz. Konsolosluk görevlilerinden aldığımız bilgiye göre iki milyon nüfuslu bu şehirde yüz seksen Türk yaşıyormuş. Bir Türk dönercisi, dil kursu ve baklavacı var. Türklerin önemli kısmını Belgrad Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler ve iş adamları oluşturuyormuş. Üç işletmeyi de ziyaret ediyoruz. Baklavacıda Türk’e rastlamadık. Dönerci Nihat Bey Bursa’dan beş yıl önce gelip buraya yerleşmiş. İşletmesi konsolosluğumuza oldukça yakın. Burada yaşayan bütün Türkler birbirini tanır diyor ve bizi dil kursu öğretmeni Fatih Bey ile tanıştırıyor. Fatih Bey de iki yıl önce gelmiş. Türk Okulu açmak için girişimleri olan idealist bir öğretmen. Bizi Bayraklı Camii’ne götürüyor. Belgrad’da yıkılmamış tek Camii. Hemen arkasında da Şeyh Mustafa Türbesi var. Fatih Beye “Yıkılan eserlerimiz ne oldu, şimdi yerlerinde ne var, birinin yerini gösterir misiniz?” diye sorduğumuzda şu cevabı veriyor: “Bu şehirde yaşıyorum, yaşamak için sevmek zorundayım. Sorularınızın cevapları kalbimi acıtıyor, siz yarın gideceksiniz, ben burada o izlerle baş başa kalacağım. Sadece yıkılmış diyeyim, tekrar kalbimizi kanatmayalım.” Biz de yarayı deşmeden Fatih Bey ile vedalaşıp Sırpların Kalemegdan dediği Kale Meydanı’na gidiyoruz. Kale Meydanı, Belgrad Kalesi’nin üzerine yapılmış, içinde Damat Ali Paşa Türbesi de dâhil çeşitli heykel ve anıtları barındıran, Tuna ile Sava Nehri’nin birleştiği yere kurulmuş; festival, önemli gün ve gecelerin tertiplendiği, girişinde iki dünya savaşında da kullanılmış teçhizatların bulunduğu etkileyici bir yer. Stambol (İstanbul) Kapısı’ndan içeri girerek iki nehrin birleştiği yere hâkim tepede, kalenin taş kemerine oturup, insanların garip bakışlarına aldırmadan Osman Paşa marşı olarak da bilinen “Tuna Nehri akmam diyor. Etrafımı yıkmam diyor. Şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor.” marşını yüksek sesle söylüyoruz. Kimse duymasa da nehrin bize eşlik ettiğini düşünerek, nehirlerin birleştiği yerde hoş bir sadâ bırakıp meydandan ayrılıyoruz.