Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek
Yirmi yıl öncesine kadar flu tonların olmadığı yalnızca siyah ve beyazdan ibaret, iki kutuplu bir dünyada yaşıyorduk. Tüm Avrupa kıtası, üzerinde yüz yıllık planların yapıldığı katliam havzasına dönüşmüştü. Dünyanın büyükbaşları milyonlarca insanın kanı üzerinde sosyal bir mastürbasyon yapıyor ve en güçlü biziz demek için sürekli ölmeye rıza gösteriyordu.
Yakın tarihin en kanlı dönemi olan ve iki savaşta yaklaşık 60 milyon insanı ölen Avrupa ve Sovyetler ’in başrollerinde olduğu bu oyun, insanlara bir hayat tercihi yaptırıyordu. Coğrafi şartların çoğu kez tercihi belirlediği bu dönemde Avrupa’nın doğusu batısından kopartılmıştı. Doğu Avrupa bütünüyle dışlanmış, gelişmemiş ve her türlü destekten uzak kalmıştı. Batı ise yaralarını hızla sarıp, her alanda büyüme gösteriyordu. Sovyetler ‘in hem siyasi hem coğrafi hem de ideolojik etkisinde kalan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri/şehirleri homojen bir yapıya sahipti. Tekdüze ve merkezin izin verdiği ölçülerde bir yaşam insanların ufuklarını köreltmişti. Ülke sınırlarının hemen ardında geniş bir özgürlüğün olduğunu bilen ve bu özgürlüğe kaçmak için kimi zaman canını veren Doğu insanı bir nesil boyunca hayallerinden uzak yaşadı. Bugün gelinen nokta ise Avrupa’nın fiziki olmasa da zihinsel bir “Doğu – Batı” ayrımını yaşadığı, doğu insanının batıya göre hâlâ daha az gelişmiş hayat standartlarında olduğu ve doğunun daha fazla problemle uğraşmak zorunda olduğu gerçeğidir.
Doğu ve Orta Avrupa, Sovyetler Birliği’nin devasa gücüne sırtını yaslamış “Doğu Bloku”nun içinde, “Demir Perde”nin tam arkasında duruyordu. Budapeşte, Moskova, Prag, Varşova gibi sanat ve tarihin derin izler bıraktığı şehirler de bu kalın duvarların arkasındaydı. Bu şehirlere bırakın turist olarak gitmeyi, adlarını bile romanlarda, tarih kitaplarında ya da casus filmlerinde duyuyorduk. Bundan 20 yıl önce Kızıl Meydan’da fotoğraf çektirebileceğine; birçok yazara, şaire, sanatçıya ilham olmuş orta Avrupa şehirlerine gidip, özgürce dolaşılabileceğine ve demir perde ülkelerinde dinamik bir hayatın var olabileceğine kim inanabilirdi?
Dünyanın dönüşü gibi hızlı değişimi de engellenemiyordu. Reel ekonomik politikalar, küresel aktörler, yenidünya düzeni, çıkarlar, ittifaklar v.b dengeler dünyayı, sınırları haritalarda belirlenmiş ama ticaret ve bilimle her türlü sınırın ortadan kalktığı küresel bir köy haline getirmişti. Tarım toplumundan Sanayi toplumuna devrim yaparak geçen insanlığın gördüğü en büyük devrimlerden biri yavaş yavaş kendini hissettiriyordu. Artık ülkelerin yenidünya politikası kendi sınırları içinde kontrolsüz ve sürekli sorun yaşayacakları ayrılıkçı güçlerle mücadele değil, onları kontrol altında tutabilecekleri kadar güç sahibi olmak ve ittifaklar yapmaktı. Aslında bu yeni bakış açısı 80’lere kadar süregelen bütün dünya dengelerini sarsıyor ve dünya savaşların ardından savaşmadan kazanım ya da kaybetme dönemi diye yeni bir politika taktiği de gelişiyordu. Dünya, birbirine düşman kardeşlerin aynı ülke sınırları içinde barınabileceği bir yer olmaktan çıkmıştı. Güçlü bir devlet olmanın ise duvarlar, nehirler, sınırlar, inanç ve ideolojilerle kendini dünyadan izole ederek yaşamak olmadığı çok net anlaşılmıştı. Yine de soğuk savaş dönemi bitmiş olsa da küresel kapışmalar devam ediyor, Doğu Bloğunun çöküşüyle içlerine kapanmış Orta Avrupa ülkelerinin yüksek sesle söylediği özgürlük şarkıları yavaş yavaş her yerden duyuluyordu. Berlin Duvarı yıkılmıştı. Buda ve Peşte de birleşmişti.
Sovyetlerden kopan ve büyük bedeller ödeyerek özgür kalan toplumlar için en önemli karar, yüzlerini nereye döneceklerine ve sırtlarını kime yaslayacaklarıyla ilgili karardı. Nitekim Orta Avrupa sınırları içinde geçmişte kendi komşularıyla savaşan, işgaller yaşayan bu yeni özgür ülkeler, kendi sınırlarının karmaşasıyla uğraşmaktansa büyük küresel bir güç olmanın daha akılcı yol olduğunu görmüş ve yüzünü AB’ye dönmüştü. Sistemin adı Avrupa Birliği’ydi. Bu yeni sistem sınır kapılarını yıkarak gelişmeye ve bütünleşmeye kısaca özgür kalarak güçlü olmaya en yakın seçenekti.
I. Dünya Savaşı öncesi savaş endüstrisinin önemli merkezlerinden birisi olan Macaristan, 1920’de galip devletlerle imzaladığı Triyanon Antlaşması ile topraklarının ve nüfusunun üçte ikisini komşu ülkelere bırakmak zorunda kalmıştı. Fransa’nın Versay kentindeki Triyanon Sarayı’nda imzalanan bu anlaşma Macaristan’ın orman havzasının %84’ünü, ekilebilir arazisinin %43’ünü ve demir madenlerinin %83’ünü kaybetmesini sağlamıştı. Bununla birlikte 10 milyona yakın Macar vatandaşının da bu anlaşmaya göre ülke sınırları dışında kaldığı tahmin edilmekte. Bu ağır tablo Macaristan’ın maden yatakları ve ticari yollar kazancından uzaklaşması yani ekonomisin zayıflaması demekti. Macaristan sınırlarında olan ve Triyanon Antlaşması’yla ülkeden kopan toprak parçalarının birçoğunun bugün AB içinde yer alan ülkelere bırakılmış olması nedeniyle Macaristan için AB bir nevi yeniden vatana geri dönüş anlamı taşıyordu.
Macaristan’ın coğrafi olarak Orta Avrupa ile Balkan ülkelerinin kesiştiği yerde olması Almanya’yla olan güçlü ilişkileri “Macaristan için iyi olan Avrupa için de iyidir.” sözüyle daha net anlaşılacaktır.
Sosyalist dönemdeyken eğitim ve teknolojiye önem veren Macaristan’ın yüzünü Avrupa birliğine dönmesi, Budapeşte, Szeged ya da Debrecen gibi şehirlerde uluslararası alanda ün yapmış üniversitelerde yetişen bilişimci, fizikçi, mühendis ve biyo-teknoloji uzmanlarının Avrupa toplumuna ve bilimine büyük katkı yapacağı anlamı da taşıyordu. Macarların fen bilimleri ve matematikte elde ettikleri başarılarla dolu tarihleri bu süreçte gözardı edilmeyen bir başka gerçek. Bu tarih, mükemmel bir eğitim politikası ile Macaristan’ın Avrupa Birliği’nin en cazip ülkelerinden biri olmasına elbette ki büyük katkı sağlamıştır. Nitelikli iş gücüne rağmen Macar piyasasının teknik ve kapasite olarak modernleşmesine ve gelişmesine en büyük katkıyı Almanların yaptığını da unutmamak gerek. Zira Almanya, ülkenin geçmişte kendisi için ödediği bedellerin adeta karşılığıymış gibi bu ülkeyi güçlü sanayisiyle korumaya almış durumda. Macaristan bugün otomobil, yedek parça ve telekomünikasyon sektöründe AB ülkeleri içinde söz sahibi bir konumda. Örneğin Audi ve Suzuki’nin motorları artık Macaristan’da geliştiriliyor ve Budapeşte’nin 13. semti “Silicon Buda” olarak anılıyor.
Son dönemde genel ekonomik krizden etkilenmiş olsada Macaristan Avrupa Birliği ülkeleri içinde ekonomik göstergeleri iyi sayılan birkaç ülkeden biri. Macaristan’ın elbette ki sıkıntıları da var. Son yıllarda yaşanan küresel ekonomik kriz sebebiyle çok sayıda gayrimenkul bu ülkede de el değiştirmiş. Neredeyse her sokakta satılık ilanı ile karşılaşabilirsiniz. Emlak fiyatlarında önceki yıllara göre ciddi bir düşüş olmuş. Budapeşte’nin turistik bölgelerinde de arka sokaklarında da bu ilanlara rastlamak mümkün.
Macaristan’ın en sıkıntılı olduğu konulardan biri de bölgesel farklılıklar. Ülkenin doğusunda kurulmuş ağır endüstri, Sosyalist dönemde daha çok sübvansiyonlarla ayakta kalırken, Sosyalizmden Kapitalizme geçişle gelen rekabet o dönemden kalma birçok şirketin kapanmasına ve işsizliğin kimi bölgelerde % 30’lara ulaşmasına neden olmuş. Bölgesel farklılıkları gidermek için sanayi ve insan gücünü batıya, güçlü sanayilerin olduğu şehirlere kaydırma çabası da işe yaramamış gözüküyor. Zira Macarların doğduğu yere/yöreye sadık, iç ve dış göç oranının en az olduğu toplumlardan biri olduğunu unutmamak gerek. Bu nedenle başkent Budapeşte’de kapitalizm sonrası zengin olan yeni bir burjuva sınıfı var. Bu sınıf gününü gün ederken, halkın üçte ikisinin refah düzeyi, sosyalizmin terk edildiği dönemden daha düşük.
Macarların ve esasında AB ülkelerin adeta bela olarak gördüğü bir başka sorun da nüfusu 600 bini bulan Romenler. Bütün Avrupa’da hatta dünyada olduğu gibi maalesef Macaristan’da da Romenlere karşı gösterilen ayrımcı tutum -günlük hayatta, okulda, işte, mahkemeler de bile- hissedilecek kadar belirgin ve büyük. Romen çocukların özürlü olmadıkları halde zekâ özürlülerin gittiği okullara gönderildiği ya da çingene sınıflarında toplandığı anlatılıyor. Bu ayrımcılığın giderilmesi ve Romenlerin entegresi için Avrupa birliği fonlarından alınan desteklerin başka alanlarda kullanılması da ülkede ciddi tartışma konularından biri. Ayrıca hırsızlık, gasp ve muhtelif adi suçlarda Romenlerin ön plana çıkması da üzerinde durulması gereken başka bir nokta.
Not düşelim:
Devam yazımızda Macaristan hakkında verdiğimiz genel bilgilerden çok daha başka bir konudan bahsedeceğiz. Başkent Budapeşte ve Estergon başta olmak üzere, sokaktaki günlük yaşam, ulaşım, turizm, genel kültür ve gezilecek yerler hakkında kılavuz niteliğinde olacak yazımız bölge hakkında detaylı bilgiler verecektir. Nerede ne yenirden, nelere dikkat edilmelidire kadar birçok konuyu devam yazımızda okuyabilirsiniz.