Gizem Gül’ün röportajı
Kendisini gazeteci kimliğiyle tanıdığımız Mehmet Ali Bulut Hayat Yayınları’ndan çıkan son kitabı ‘Can Boğazdan Çıkar’ kitabında yediklerimizin sağlığımızın üzerindeki etkilerini sorguluyor. Kişilerin kan gruplarına ve mizaçlarına uygun beslenmesinin önemine dikkat çeken Bulut, kitabında zaman zaman başvurduğu fantastik ifadelerle, kimi zaman da referans gösterdiği dini kaynaklardan yaptığı alıntılarla ağzımıza attığımız her yiyeceğin vücudumuzda nasıl bir süreçten geçtiğini anlaşılır bir dille anlatıyor. Bu kitabın ortaya çıkış süreci de bir hayli ilginç; ciddi bir hastalık geçiren Bulut, bu hastalıktan kurtulmak için yaptığı araştırmaların sonucunda bu kitabı oluşturan bilgileri topluyor. Önce kendisi iyileşiyor, sonra da başkalarına faydalı olmak adına yola çıkıyor. Şunu da belirtmeden geçmeyelim, Mehmet Ali Bulut, ‘Can Boğazdan Çıkar’ kitabının bir diyet kitabı olmadığını, bunun bir bilgelik kitabı olduğunu ve yeme içme usulünü anlattığını üzerine basa basa şu sözlerle vurguluyor: “Sağlık benim konum değil, ben doktor değilim, bu alanda meşhur olmayı ve isim yapmayı da istemiyorum. Ben kamil insanın sıkıntılarını nasıl gideririz düşüncesinin peşindeyim.”
Bu kitabın aslında sizin hastalığınızdan kurtulma çabalarınız sırasında yaptığınız araştırmalar sonucu ortaya çıktı. Bize biraz kitabın ortaya çıkış hikayesini anlatır mısınız?
Her kitabın bir yazılış nedeni vardır. Benim kitaplarımı yazmadaki birinci kaygım ‘ben insanlara ne katabilirim’ düşüncesidir. Kendi kendime şunu düşünüyorum; benim doğru olarak kabul ettiğim bir duruşum, düşüncem, bir dünya görüşüm ve bir idealim var. Öyleyse bu doğruyu benim insanlarla paylaşmam gerekir, insanları da bu doğruya çekmem gerekir diye düşünüyorum. Bu öteden beri bir mücadeledir, insan tabiatında olan bir şeydir. Ben değişik görevlerde ve yerlerde bulunma hasebiyle ‘bizim insanımızın medeniyet üretme kabiliyetini kaybetmiş olduğunu’ fark ettim. Biz medeniyet kurucusuyken sonunda öyle bir noktaya gelmişiz ki medeniyet dilencisi haline düşmüşüz. Ben buna kendimce çareler aradım. Köşe yazıları yazdım, kaygısı, davası olan bir insan olarak gündelik hayat içerisinde insanları etkileyebilecek, en azından hayra çağırabilecek birtakım yollar denedim. Fakat sonra insanı topyekun düzeltmek icap ettiğine dair olan düşüncemden dolayı da kitaplar yazmaya başladım. Fardipli Sinha, Ruhun Deşifresi, Derviş ve SinHa, Ahkamsız Hükümler, Gizemli Sorular kitapları bu düşünceyle ortaya çıktı. Bu kitaplarda da farklı farklı şeyleri okuyucuya anlatmaya çalıştım. Yazdığım kitapların sonuncusu da ‘Can Boğazdan Çıkar’. Tüm bu süreç içinde de fark ettim ki beden dediğimiz hadise yediğimiz içtiğimizden kaynaklanıyor, genetik yapımızdan, bedenimize kadar. Hatta anne karnında yeni inşa halinde iken bebeğin bütün yapıtaşları annenin yediği içtiğinden oluşuyor. İnsanların da birbirlerinden ayrılmaları, beyin yapılarının farklı gelişmesi, vücutlarının farklılaşmasının temel 4 sebebi var. Bunlardan birtanesi annenin ana rahmindeyken inşaatta kullanmak üzere aldığı malzemenin çarıklığı, çürüklüğü, eksikliği, iyiliği, kötülüğüdür.
İnsanın doğru beslenmesi de çok önemlidir. Peki nasıl doğru beslenecek?
Diyorlar ki süt ye, et ye, onu ye, bunu ye… Bütün bunları tükettikleri halde yine bir yığın hastalıklar var. Bunlar ne o zaman? Bana da hipoglisemi teşhisi koymuşlardı, migrenim vardı, çok kilo almıştım, fena vaziyetteydim. O zaman dedim ki, insanlara bir şey söylemeden önce benim bu arazlarımdan kurtulmam lazım. Zaten hiç istemediğim halde bir ameliyat olmuştum. Ameliyattan sonra da ağrılarla uğraştım. Sonra bir yaz günü bir toplantıda otururken bir arkadaş ayağımı altıma aldığımı gördü. “Ya ben üşüyorum, ayağımı altıma alsam ayıp olur mu” dedim sonra ayağımı altıma aldım öyle oturdum. Sonra bir arkadaş bu mevsimde ayağının üşüyor olması bir hastalık işareti dedi. İsterseniz benim hanım sizi görsün dedi. Bunu söyleyen de Muhammed Salih, eşi de Aidin Salih. Gittik, Aidin Hanım beni gördü, dişime baktı, dalağıma baktı, elime baktı ve enteresan bir şey söyledi. “Senin annen seni emzirirken DDT kullanmış, bu DDT senin karaciğerine oturmuş, enzimlerini bozmuş, enzimler bozulduğu için de vücut yeterli hazmı yapamıyor, senin hastalıklarının kaynağı bu” dedi. “Peki ne yapacağız?” diye sordum. “Açlıklar lazım, oruçlar lazım, şu lazım, bu lazım…” dedi. Ben bunları kendime uyguladım ama tabi onlarla da kalmadım. Bunu başkalarına nasıl anlatabilirim bunun yolunu aradım. İbni Sina’yı okudum, Yadigar-ı İbn-i Şerif’i okudum ve Aidin Salih’in Gerçek Tıp kitabını okudum. Ve şunu fark ettim, esasında insan kendisini kendi eliyle hasta ediyor. Hakikaten mizaçlar var, eskiler buna mizaç demişler sonra kan grubuna çevirmişler. Bu mizaçlara göre beslendiği takdirde insanın pek de hasta olmadığını fark etmeye başladım. İnsanların da tıpkı motorlar gibi farklı gıdalar kullanmaları gerekiyor. Çünkü her bir insan başlı başına bir nüshadır. Temelde insanların hepsinin kan grubu sıfır iken, sonra nasıl insanların A olduğunu anlayınca bunu Kur’an-ı Kerim, hadisler ve diğer bilgilerimle birleştirdim ve müthiş bir şey ortaya çıktı.
Bu kitabı yazmanızdaki amaç neydi?
Benim bu kitabı yazmamın iki temel sebebi var, birincisi hakikaten kendime bir çare bulayım, ikincisi de insanlığa bir faydam olsun düşüncesiydi. Başlangıçta bu kitabı yazmak gibi bir hevesim yoktu. 5-6 senedir ben bu alanda çok iyi araştırmalar yaptım. Ama gerçekten yazmak niyetiyle değildi. Fakat benim insanlara önerdiğim ve neticeler aldığı konular artınca insanlar bunu yaz diye ısrar etmeye başladılar. 40 gün gibi kısa bir sürede yazıldı bu kitap. Çünkü bunların hepsi zaten bende vardı. Bunların hepsini zaten ben kendim uyguluyordum.
Sağlıklı beslenme neden önemli?
Beslenme insanın kendisidir. İnsanın programı 4 harfle yazılıyor. A. T. G. C. Adenin, timin, sitozin ve guanin. Cenab-ı Hak koca bir insan programını 4 harf ile, 4 kimyasal ile, 4 asit ile yazıyor. Bu asitlerin hepsi yediklerimizden oluşuyor. “Kişi yediğine baksın” diyor Cenab-ı Hak. “Siz salih amel işlemek istiyorsanız, düzgün yiyin” diyor. Bu bildiğimiz temizlik sadece bildiğimiz hijyen değil, aynı zamanda yapısının da bozulmamış olması. Çünkü insanın genetik yapısı yediğimiz içtiğimiz şeylerden etkilenebiliyor. Temel haram dediğimiz şey insanın insan olma sıfatını bozan şeylere karşı olan tavırdır. Kan, leş, domuz eti, üzerine Allah’ın adı anılmamış şey dediğimiz genetik yapısıyla oynanmış gıdalar insanın genetik yapısını bozar. Bu temel haram kabul edilmiş gıdalar doğrudan insanın genetik yapısına kendisini monte ediyor ve bu yolla insan mutasyona uğruyor, avatara dönüşüyor. Asıl haramlar ve helaller bu noktadan hareketle konulmuştur. Yoksa “Aman yeme, Allah bundan hoşnut olmaz”, öyle bir derdi yok Allah’ın. Yoksa domuz eti ile normal etin Cenab-ı Hak nezninde bir farkı yoktur ki. Fark nerede, senin nezninde. Senin bünyene domuz eti girdiği zaman yavaş yavaş seni insan olmaktan çıkarıyor. Cenab-ı Hakk’ın bize haram ve helalleri koymasının nedeni bizim insan olarak kalmamızı sağlamak içindir.
Midemiz de bir çamaşır makinesi gibidir
Siz kitabınızda besinleri belli bir sıraya göre yememiz gerektiğini öneriyorsunuz. Örneğin Sıfır ve B grubunun ekmek ve eti birlikte yememesi gibi. Peki bu neden önemli?
Midenin çalışma düzeni sıralıdır. Neyi ilk yediyseniz öncelikle onu öğütüyor. Öyleyse yiyeceğiniz gıdaların hazım zamanlarını sıralayarak yiyiniz. Diyelim ki, çorba, salata, et yiyeceksiniz. Sıralaması da yine aynen çorba, salata, et şeklinde olmalı. Çorba da süt ürünü olmamak kaydıyla tabi. Siz etin üzerine tatlı ve meyve yerseniz sırayı bozarsınız. Hem onun hazmını zorlaştırırsınız, hem de etten sonra yediklerinizin midede çürümesine sebebiyet verdiğiniz için kanınızı bozarsınız. Halbuki diyelim ki en uzun süre midede kalan hazım açısından peynirdir. 1 saat 55 dakika. Dolayısıyla bir çamaşır makinesinde biz nasıl beyazları, renklileri, ağır kirlileri farklı farklı programlarda yıkıyorsak, midenin de böyle bir programı var ve bu programa uygun bir şekilde gıdaları hazmediyor. Bizim de öyleyse gıdalarımızı ona göre seçmemiz gerekiyor. Bugün tansiyon, migren, şeker hastalıkları, kanser dediğimiz hastalıklar kan bozukluklarından kaynaklanıyor. Yani kanda kan olmayan unsurların çoğalması çürümelerle oluşuyor, midede bir şey çürüdüğü zaman onu yine çürük olarak kana katıyor.
Günümüzde sağlıklı beslenmeden ziyade haz ve damak tadı odaklı bir beslenme olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Bunu da ‘Beslenmek için değil, lezzet almak için’ sözleriyle ifade ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Esasında Allah bu bünyeyi, bu bedeni hastalanmak üzere yaratmamıştır. Bu bedenin hasta olması için uzun süreli, kasıtlı gayret göstermek gerekiyor. Cenab-ı Hak bu vücudun her tarafına sensörler yerleştirmiştir ki içine yabancı maddeler, zarar verecek unsurlar girmesin diye. İnsan bedeni, içine çok özel bir davetiye ile girilen son derece yoğun korunaklı bir saray gibidir. Ama bir tek açık yolu var rahat girilebilecek: Ağız. Burundan girdiğin zaman burundaki kıllar, sümükler şunlar bunlar, burundan girebilecek bakteriler için o bölgeyi geçilmesi imkansız hale getiriyor. Zaten eğer vücudun bağışıklık sistemini biz yediklerimizle bozmamışsak ne kulağımızdan, ne gözümüzden, ne burnumuzdan girenler bize zarar verebilecek duruma gelirler. Ama bizim bağışıklık sistemimiz düşmüşse, kapılarımız, pencerelerimiz laçka olmuşsa oradan her türlü pislik girer.
Ağzımıza rüşvet vere vere onu sarhoş etmişiz
Ağzımızdan girenler için Cenab-ı Hak bir sistem koymuş. Ve bu sisteme göre de ağzımızda bir bekçi var. O bekçi ağza alınanları orada bir müddet tutar. Siz bunu çiğnemeye başlarsınız ve 15- 16 çiğnemeden sonra, o iyice çözümlenen lokmaya beyin yeterli analizi yapabilir. Bu analiz gerçekleşince bunun bilgileri mideye gider. Mide o analizde belirtilen rapor sonuçlarına bakar. Ben şunu, şunu istemiyorum der. Bir anda mide bulanır ve istenmeyenler atılır. Ağızdaki o tat, midenin seçebilmesi için var edilmiş ve ancak mizacına uygun olanları alabilmesi için yapılmış bir düzenektir. Fakat biz zaman içerisinde ona rüşvet vere vere onu sarhoş etmişiz. O, kim çok rüşvet veriyorsa ona buyur ediyor. Normalde insanın bir lokmayı en az 16 kere çiğnemesi gerekiyor. Ama biz ne yapıyoruz? Daha üç çiğnemeden sonra analiz yapılmadan yutuyoruz. Neden? Lezzetli. Hemen arkasından öbürünün lezzetini alacak.
Ağzımız artık bir lezzet tiryakisi olmuş durumda
Bediüzzaman’ın anlattığı çok ilginç bir şey var. Bir tarafta 40 kuruşa ekmek, peynir var. Diğer tarafta 10 liraya baklava var diyelim. İkisinin de görevi aynı. Yiyeceksiniz ve karbonhidrata dönüşecek. Farkı yoksa niye baklava tercih ediliyor peki? İşte bu rüşvetten dolayı. Bu lezzetin peşine düştüğümüzden dolayı. Evlilikte de onun peşinde, yeme içmede de onun peşinde, dostlukta da onun peşinde… Her bir şeyde hazzın peşinde. Haz önceliklidir hayat. Haz öncelikli beslenmeyi esas aldığımız için yediklerimiz bize bela olmuş. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın, kontrol etsinler de her gelen vücuda girmesin diye yaratmış olduğu düzeneği biz bugün aldatmışız, o lezzetin tiryakisi yapmışız, o lezzet için her şeyi vücudumuza alıyoruz. Sonra vücuda aldığımız o lezzetli gıdalar gidiyor karaciğerimizi bozuyor, dalağımızı bozuyor, safra kesemizi bozuyor, özellikle içerideki enzim salgılarımızı bozuyor
Diyetisyenler insana davar muamelesi yapıyor
Siz üç öğün yemek israftır sözüyle Peygamber Efendimize atıfta bulunuyorsunuz. Yalnız bu günümüz diyetisyenlerinin söylediğinin tamamen zıttı bir şey. Günümüz diyetisyenleri üç ana öğün ve üç ara öğünden söz ediyorlar.
Günümüz diyetisyenleri paganist bakıyorlar meseleye. Yani bir davar muamelesi yapıyorlar insana. İnsan bir davar değildir. Davarların böyle bir sistematiği vardır. Yerler atarlar, yerler atarlar. Daha sonra onları tekrar çıkarırlar ve kullanırlar. Ama insanoğlu öyle değil. İnsanoğlu geviş getiremiyor. Geviş getirebilseydi insanoğlu için de arızalar ortadan kalkardı. Öyleyse insanoğlunun normalde yirmi dört saat içerisinde kullanabileceği gıda miktarı yumruğu kadardır. Bunu bütün eski tabipler söylüyor. Yani bu fikri ben üretmiş değilim. Yani çok yiyen bir insan hastalık ağacı dikmiş olur diyor İbni Sina. Peygamberimiz (sav) diyor ki: “Midesini doldurup yatan bir insanın başına gelen hastalıklardan dolayı başka sebep araması gerekmez.”
Kur’an-ı Kerim’de oruç “ketebe” fiiliyle anılır. Kuran’da bir emir bu fiille anıldıysa bu dini bir emirden ziyade bir fıtrat emridir de. Yani fıtratın gereğidir. Bu fıtrat ancak aç kalarak, yani açlık ve temizlikle adamlıktan ademiyete çıkar, davarlıktan insaniyete çıkar. Bugünkü diyetisyenlerin yaklaşımı pozitif düşünceye dayalıdır. Pozitif düşünce de bu meseleyi ‘insan bir hayvandır, bol bol yiyebilir’ yaklaşımıyla ele alıyor. Halbuki bize Kur’an-ı Kerim’in ve dini metinlerin söyledikleri var.
Hz. Peygamber (sav): “Biz hasta olmayız. Çünkü biz acıkmadan yemeyiz”
Mukavkıs’ın doktoru Hz. Peygamber’in yanına geliyor ve eğer hastanız varsa tedavi edeyim diyor. Peygamberimiz de “Biz hasta olmayız. Çünkü biz acıkmadan yemeyiz. Yediğimiz zaman tıka basa yemeyiz, doymadan kalkarız ve senede bir hacamat yaparız” diyor. Hacamatın yapılma sebebi de yanlış beslenme sonucu oluşmuş damar tıkanıklıklarını, yüzeye yakın deri tıkanıklıklarını temizlemek için geliştirilmiş bir yöntemdir. Hacamat fevkalade büyük bir nimettir. Esasında bu bünyenin şebeke sistemi dediğimiz yani kan dolaşımını sağlayan sistem sağlıklı olsa ve kan temiz olsa hiçbir hastalık olmaz. Normalde çokça beslenmek zararlı. En fazla 300-500 gram. Bunun dışındakilerin tamamı fazladır.
Vücut bir şeyi alıyor, hazmediyor, enerji üretiyor. Bu enerjiyi kullanması lazım. Bu enerjinin yüzde 35’ini hazım sistemi kullanıyor. Yüzde 20’sini beyin kullanıyor. Geri kalanını da diğer organlar kullanıyor. Şimdi sindirim sisteminin enerjiyi kullanma sebepleri nelerdir? Birincisi fazlalıkların stoklanması, iki vücuttan atılması. Siz habire yiyorsunuz. Bunu nereye stoklasın, nereye saklasın? Dolayısıyla da adamların mantığı şu: Ben sürekli bunu yorayım da kilo versin. Öbür tarafta sen makineyi aşındırıyorsun. Yanlış yapıyorsun. Sürekli yesin. Bir taraftan vücut bloklanmayacaksa, vücut bunu bloke edemeyecekse yani depolayamayacaksa sürekli yaksın. O zaman da sen bitap düşüyorsun. İnsan olmak vasfını kaybediyorsun. Bunun zıddına insan ciddi bir açlıkla, hastalıklardan bile kurtulabilir.
Davarlar 3 öğün yer, biz de 3 öğün yiyoruz
Bu diyetisyenlerin söylediklerine inanan insan devam etsin. Ama ben inanmıyorum. Bana dediler ki, iki saatte bir yemek yiyeceksin. Sakın oruç tutma, oruç tutarsan bayılıp düşersin. Ben de inadına ne dediklerini yaptım ne orucumdan vazgeçtim. Onların üzerine açlıkla gittim, otuz altı saat, yetmiş iki saat hiçbir şey yemedim. Hiçbir şey de olmadı. Düzeldim, toparlandım, hiçbir şey de olmadı.
Eski tasavvuf kitaplarında diyor ki, Allah dostları bir öğün yerler, insanlar iki öğün yerler, davarlar üç öğün yerler. Biz bugün üç öğün yiyoruz. Biz de yiyoruz zaman zaman. Çünkü örf ağır basıyor.
Kan gruplarına göre beslenme neden önemli?
Yanlış beslenme alışkanlıklarımızı nasıl değiştireceğiz?
Karatay diyeti ile kan gruplarına göre beslenme örtüşüyor mu?
Oruç tutmak sağlığımızı nasıl etkiliyor? sorularının cevaplarını ise yarın röportajın devamında okuyabilirsiniz.
On5yirmi5