Neredeyse bir aydır Gezi olayları ile yatıp kalkıyoruz. Gezi’den çıkan ve hızla yayılıp başkalaşan kitlesel olaylar nedeniyle bütün bir Türkiye olarak yüreğimiz ağzımızda. Star gazetesinden Fadime Özkan da son günlerde yaşadığımız bu olayları Maltepe Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyeliği ve Uluslararası İlişkiler ve AB Bölüm Başkanlığı yapan Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün ile konuştu. İşte o röportajdan önemli başlıklar…
Gezi’nin bileşenleri de, sonrasında eklemlenenlerle birlikte değişen mahiyet de çok farklı olmasına rağmen bu çok boyutluluk neden görülemedi? Sizce Gezi neydi, ne oldu?
Gezide çok şey oldu, çok şey açığa çıktı. Açığa çıkanları doğru tanımlamak lâzım. Değerlendirme adına kullanılan terimler hiç tatminkâr gelmiyor bana. Mesela “Gezi koalisyonu” yakıştırması bunlardan biri. Koalisyon yerine füzyon daha doğru kelime. Birçok şeyin bir anda birbirinin paraleline düştüğü bir fiili tablo var çünkü. Bu bir füzyon. Füzyon da bu çağın kültürel bir olgusu. Günlük hayatın akışı bizatihi, çok olumsal olarak birbirinden çok farklı kültürel unsurları bir araya getiriyor. Küreselleşmenin kültürel dünyası böyle çalışıyor. İkinci olarak ben Gezi’deki oluşumu bir katarsis olarak değerlendiriyorum. Bir birikimin açığa çıkması bu. Füzyon ve katarsis eşlenmek suretiyle metamorfozlara savrulan fiili durumlar çıktı ortaya.
GEZİ OCCUPY WALL STREET’E BENZEMİYOR
Dünyada benzeri var mı Taksim’in?
Bazıları Gezi’yi Tahrir’e bazıları da Occupy Wall Street’e benzetiliyor. Ben ilkini hiç doğru bulmuyorum. İkincisi ise kısmen doğru. Ama OWS hareketinde çok belirgin şekilde antikapitalist bir vurgu; kaybedenlerin sesi olma gayreti vardı.
Hem bu çizgiyi hem şiddetsizliği sonuna kadar muhafaza ettiler onlar. Burada böyle olmadı. Bir kere birbirinden farklı ve normal şartlarda yan yana gelmesi hayal bile edilemeyecek pek çok unsur biraya geldi. Bu, eylemlerin nasıl yapılacağı konusunda da böyle. Bir yanda çok barışçıl, şiddetsizliği ön plana çıkaran bir ses vardı; diğer yanda da bütün o yakmalar yıkmalar, küfürler. Dolayısıyla Gezi’nin çok daha heterojen bir görünümü var.
Sanki bu karmaşanın bir nedeni de herkesin kendi bakış açını genele teşmil etme çabasıydı?
Bir şeyin nasıl başladığından çok nasıl devam ettiği, neye evrildiği önemlidir. Gezi’ye genel yaklaşım fotografik bir yaklaşımdı. Fotoğraflar çekildi ve pek çok yorumcu ellerindeki fotoğrafları sürecin kendisi gibi gördü. Halbuki süreci akışı içinde izlemek lazım. Tablolar çok değişikti. Ayrıca herkes fotoğrafı hangi açıdan çekmek istiyorsa oradan çekti zaten. Oysa sinematik akışı içinde izlersek tabloları çok başka şeyler görürüz.
ŞİDDETİN BASTIRILMASI ŞARTTI
Sinematik Gezi’de siz neler gördünüz neye yordunuz?
Murat Menteş’in benzetmesiyle söylersek Mustafa Keser’in askerleri alandan çekildiler. İstanbul’da şiddet birkaç gün ön plana çıktı. Bunun arkasında ne ağaçlar; ne de barışçıl sivil itiraz metotları vardı. O tamamen şiddetti. Bundan sorumlu olanlar elbette belli gruplardır, kim olduklarını ben değil polis bilecektir. Ankara’da İzmir’de ise durum biraz daha farklı. Oralarda da yer yer şiddet vardı ama bence daha ağırlıklı olarak ulusalcı bir renk ve beyaz Türklerin tepkileriydi ortaya çıkan. Sürecin akışında metamorfozlar devam ediyor. Şiddet biraz daha düştü veya bastırıldı gibi görünüyor. Bundan çok memnunum; çünkü bir ara onun galebe çalacağından endişe ediyordum. Endişe ediyordum çünkü şiddet devam ettiği zaman daha derindeki fay hatlarını harekete geçireceğinden korkulur.
ŞİRİN MANZARALAR DA VARDI AĞIR SİYASİ HOMURTULAR DA
Kamu otoritesi, daha büyük bir riski önlemek, daha büyük bir kaos istihbaratını değerlendirmek için meşru gücümü kullandım diyor, Geziciler başka söylüyor. Akademisyen tarafsızlığıyla söyler misiniz, siz ne gördünüz Gezi’de?
Bu iki aşamada oldu biliyorsunuz. Önce Taksim temizlendi, çatışan, aşırı unsurlar açığa çıktı. Onlar püskürtüldü. Dolayısıyla park daha steril bir noktaya getirildi izlenimi doğdu. Parkı, müdahaleden birkaç saat önce gezdim.
Gördüğüm bu ayrışmanın sanıldığı gibi olmadığı yolundaydı. İki yüzü vardı meydanın. Bir, çok kendi halinde bir meydan. İnsanlar çamaşır yıkıyorlardı, hayvan severler köpek tedavi ediyor, birileri çiçek ekiyor; başkaları gitar çalıyor; resim yapıyordu parkın taşlarına. Bir de bu şirin manzaraları kuşatan, yer yer karartan; parkın homurtusunu veren, benim gibi 70’lerde üniversitede okuyanların aşina olduğu çok ağır bir siyasi hava vardı. Zaten baskın hale gelen de o oldu.
Ardından da biliyorsunuz, müdahale geldi. O siyasal ses, ton kendini deklare ederken diğerlerinin çoğunun bundan haberi bile yoktu. O füzyon soğudu ve katılaştı. Ardından müdahale ve Taksim’in cehenneme dönmesi…
EYLEMCİLER BİR AVUÇ ‘ÇİÇEK ÇOCUK’TAN İBARET DEĞİLDİ
Bu müdahale olmasaydı Taksim’de ne olurdu, olaylar neye evrilirdi?
Bu biraz da farklı tolerans eşiklerine bakılarak anlaşılabilir. Belki üç beş gün daha tolere edilebilirdi ama bir şekilde kamu otoritesinin hilafına devam eden bu durumu bertaraf edecek bir karar çıkacaktı. Çünkü kamu otoritesinin olduğu hiç bir ülke böyle bir fiili işgali ilânihaye kabul edemez. ABD daha beterini yaptı Occupy Wall Street meselesinde. Hiç dinlemedi, çok kararlı ve acımasız davrandı. De Gaulle, 68’de Fransa’da bir süre bekledi sonra da müdahale etmişti.
Kamu otoritesi olan her ülkede tolerans eşikleri değişebilir ama bu ilânihaye devam edemez. Zaman işgalin aleyhine çalışıyor. Meşruiyet eşiği aşılıyor. Bu bir taktik tercihtir, biraz daha durulsaydı kendi kendine sönecekti belki, bilemem.
Ama o ara meydana vaziyet eden siyasal katılık; esnafın kaybı, halkın rahatsızlığı bir sürü başka parametreler de var. Müdahale bir şekilde olacaktı. Öte yandan eylemler Gezi’den, eylemciler de oradaki bir avuç “çiçek çocuk”tan ibaret de değildi aslında. Nitekim yakmalı yıkmalı eylemler tacizler de meşruiyetini Gezi’den alıyordu. Mesela Gazi’deki olaylar, Gezi ruhunun çok dışındaydı. Bunları birbirinin devamı gibi algılamak son derece yanlıştır.
GAZİ OLAYLARI GEZİ’NİN DEVAMI DEĞİLDİ
Gezi’de görece bir toplumsal çoğulculuk vardı, Gazi’de ne vardı?
Orada çok tehlikeli bir toplumsal fay hattı var. Gezi olaylarını protesto amacıyla sokağa çıkıyorlar ama ağaçların ya da parkın çok da umurlarında olduğunu sanmıyorum.
ASIL SORUN DERİN POZİTİVİZM PARADOKSU
Böylesi bir patlamaya sebep olacak bir toplumsal muhalefetin nasıl oluştuğunu, neden siyasi alana kanalize olamadığını düşünüyorsunuz?
Bu bir hesap hatası. Modern Türkiye tarihinde gözlemlediğim, hatta bunu Osmanlının son dönemlerine Tanzimat’a kadar götürebileceğimiz, benim derin pozitivizm diye tanımladığım bir büyük ana akım süreç var. Bu derin süreçte tüm hesaplar maddi dünyadaki zenginliklerin artışı nispetinde bu coğrafyada yaşayan insanların daha fazla mutlu olacağı gibi bir beklentinin üzerine yapıldı. Oysa bu çok yanlış. Dikkat edin her iktidar, kendini anlatırken bir maddi başarıya referans yapar. Kurucu Cumhuriyet kadroları, ülkeyi demir ağlarla donatmasıyla övünür. Menderes traktör der, karayollarını anlatır. 60’larda planlama başarıları, barajlar, Süleyman Demirel. Turgut Özal için bu; elektrifikasyondur. AK Parti iktidarı için de mutlaka söylenecek şeyler var. Hükümetin başarıları bu derin süreci, içerdiği bütün çelişkilerle birlikte derinleştirmiştir.
Siyasi iktidarlar kalkınırsak mutlu oluruz diye mi düşünüyor?
Tam da öyle. Derin pozitivizm aşağıdan gidiyor ve bütün siyasal eğilimleri kuşatıyor. 70’lerde bütün cenahlar kalkınma nasıl olacak diye tartışıyordu. Sosyalist yoldan mı, milliyetçi yoldan mı yoksa İslam usullerini takiben mi olacak? “Bunları yapınca mutlu olacak mıyız” diye bir soru yoktu. O yüzden yüzeydeki siyasal sismografiye ben artık çok fazla önem vermiyorum çünkü daha derinde temel bir problem var.
KONFOR MUTLULUK GETİRİR Mİ?
Neye yol açtı derin pozitivizmin hasarını fark edememek?
Şuna: İlk defa bu hükümet zamanında medeniyetin nimetleriyle şu ya da bu oranda yüzyüze gelen hayli şişkin bir orta sınıf ortaya çıktı ve bu sonuç, insanların maddi çevreleriyle ruhsal durumları, dış gerçekleriyle iç gerçekleri arasındaki çelişkiyi açığa çıkardı. Mutluluğun her zaman başarılara endekslenemeyeceği anlaşıldı. Bu, sadece mevcut hükümetin değil, bütün geçmiş hükümetlerin de paylaştığı; derin pozitivizmin paradoksudur. Hepsi aynı şeyi söylüyor, yol yaptık, belediyeleri düzgün hale getirdik, milli geliri artırdık… Dolayısıyla tepkilerin karşılığında bir şaşkınlık yaşıyor siyasi iktidar.
Bir ihanete uğramışlık duygusu var. “Bunları verdik siz kalkıp isyan ediyorsunuz” diyorlar. Bu noktada takılıp kalırlarsa durum anlaşılamaz.
Ne yapmak lazım bu duygudan çıkmak için?
Kompleksiz moral tartışmalar başlatmalı. Mesela mutluluğun tanımı üzerine daha fazla konuşalım. Her şeyi bu kadar başarı üzerinden hesaplamayalım. Maddi kazanımların konfor sunmakla birlikte insanları neden her zaman mutlu edecek unsurlar haline gelemediğini tartışalım. Bu bir moral tartışmadır. Bu tartışmalar yaşadıklarımızı bir fırsata da dönüştürülebilir.
SADECE SEKÜLER EYLEMCİ Mİ MUTSUZ?
Bileşenleri farklı olsa da yine karakteristik özellikler itibariyle Gezi eylemcileri az çok ortak bir hüviyete sahip: Laik seküler şehirli eğitimli ve yüzde 75 oranında CHP’li. Bu durumda, mutsuz olanlar sadece onlar mı?
Bakınız, mutsuzluklarını ifşa etmemiş unsurlar da olabilir. Ben yüzde 50 diye bahsedilen unsurlar içinde de derinlerde bir yerlerde çok ağır ruhsal meselelerin yattığını hissediyorum. İnsanları bilgisayarla donatmak, teknolojiyi emrine vermek, turistik faaliyetlere katmak ev bark sahibi yapmak önemli ama bunlarla pek fazla mutlu olunmuyor. Belki sessiz mutsuzlar sorunlarını çok fazla seslendirmiyorlar ama belki üç beş yıl sonra dile getirirlerse şaşırmayalım.
ALINGAN KIRILGAN İNSANLAR TÜREDİ ÇÜNKÜ…
Dediğinizden farklı, güncel olarak dindarlar arasında Gezi dolayısıyla bir başka mutsuzluk huzursuzluk çıktı ortaya, gözlemleyebildiğim. Şöyle bir şey: Eylemciler özel hayatlarının daraltıldığını söylüyor, benim de yıllarca en temel haklarım gasp edildi, kısıtlandı, hor görüldüm, hâlâ haklarıma kavuşmuş değilim ama isyan etmedim, kimsenin kapısını camını indirmedim, tencere tava çalarak komşumu rahatsız etmedim, ama şimdi ilk fırsatta başörtülerin arabasını yumrukladı, sözlü fiili tacizde bulundu. Demek ki her şey yalanmış gibi yaygın bir kırılganlık ve umutsuzluk var…
Zaten hassasiyetler dediğimiz bu. Son derece alıngan kırılgan insanlar türedi. Bu, günlük hayatta bir şekilde trafikteki patlamalarla veya apartman kavgalarında ortaya çıkıyor. Başka düşündürücü rakamlar da var. Geçen yıl ilk defa boşanma oranları evlilik oranlarını aştı. Bu geçiştirilecek bir şey değil. Çekirdek aile çözülüyor. İnsanlar her geçen gün daha fazla bireysileştiriliyorlar. Bu bireyleşmek değil. İnsanlar yalnızlaştırılıyorlar. Bakın bir artı bir evlere hücum var. “Ne güzel TOKİ’leri yapıyoruz, insanları sağlam akıllı evlerde oturtuyoruz” demek yetmiyor. Çünkü o evlerde son derece sorunlu insanlar yaşıyor. Sığınabilecekleri alanlar genellikle teknolojinin avuntuları. Oralarda da tuhaf networkler gelişiyor. Ve bu networkler sonuç olarak bütün o bireysileşmiş yabancılaşmış yalnızlaşmış insanları sanal cemaatlere taşıyor. Ve o bir keztetiklendiği zaman birden açığa çıkabiliyor. Gezi parkındaki o çeşitlilik; ya da marjinalizm cümbüşü bunun açığa çıkma halidir.
ÇOCUK İNSANLIK TÜREDİ
Yaşanmakta olan pek çok başka durumun temelinde ailenin çözülüşü var o zaman, öyle mi?
Benim çok önemsediğim bir başka şey de var burada. Paternalizm çöküyor. Paternalizm sadece geleneksel dünyanın niteliği değildir. Modern kültür paternalizmi ortadan kaldırmadı. Sadece çekirdek aile temelinde küçülttü. Çekirdek burjuva ailelerde paternalizmin hiyerarşisi vardır. Burjuva ailede de baba rol modeldir, bilendir, görmüş olandır .
Çocuk önce baba görgüsü alır sonra okulda devam eder paternalist yapılar. Olgunlaşma bu paternalist yapılar üzerinden sağlanır. Şimdi bu çöktü. Türkiye şartlarını özetleyerek söylüyorum, 70’lerde 80’lerin başında doğanlar bugün o çocukların ebeveyni. Bunlar ne gördü? Mesela 12 Eylül’de 70 doğumlu biri 10 yaşındadır, çocuktur. Bu çocuk ne dinleyecek? Baba susmuştur, anne susmuştur. Suskun bir dünya. Konuşan üç beş general. Onlar da zekâ ve bilgi yoksunu deli saçması şeyler söylüyorlar. Ve otoriteyi temsil ediyorlar. Akabinde bankerleri gördüler. Akabinde başarı ve fırsatçılık ideolojisiyle donatıldılar. Bu paternalist yapılar aşınmaya başladı. Tutun ki baba çok başarılı, çok fırsatçı babadır. O baba ile çocuğu arasındaki ilişkiler artık dürüst bir ilişki olmaktan çıkmıştır. Eğer fırsatçılık ölçüyse,kaybetmiş, başarısız bir babaya da çocuk saygı duymayacaktır. Dolayısıyla bu durum, baba çocuk ilişkisini çok fena çözdü. İkinci bir şey daha oldu. Siber devrim çocuğu babası karşısında mücehhezkıldı. Baba bilgisayardan anlamıyordu ama çocuk onunla tıkır tıkır oynuyordu. Dünyanın epistemolojisi online sistemine girdiği andan itibaren çocuğun egemenlik alınana girilmiş oldu. Üçüncü husus, tüketim kapitalizmi çocuğu odağa aldı. Olgunlaşma ülküsü söndü. Bakın yazılan kitaplara; içinizdeki çocuğu keşfedin, çocuk tarafınızı şımartın, kendinizi sevin… Bunlar olgunsuzluğun alametleridir. Dolayısıyla çocuk bir insanlık türedi. İlişkiler yataylaştı. Paternalizm çözüldü.
VALİ BEY “EVLADIM” DEMESİN
Toplumda bunlar olurken siyaset nasıl seyretti?
Siyaset daima paternalist kaldı. Toplumla da iletişim koptu. Eylemcilerle Vali Bey’in konuşmalarına bakın. Onlara “evladım, çocuklar” derseniz bu çok kötü yankılanır öbür tarafta. Çünkü orası babasız bir dünya. Şöyle bir tablo çizelim isterseniz: İnsanlara ev yapıyorsunuz, müteahhitlik sektörü almış başını gidiyor. Her yer ev dolu ama içinde yuva olmuyor. Aileler halinde yaşıyoruz ama babayla çocuğun iletişimi kopuk, çoğu kez yüz göz… Bu çocukların nasıl bir dünya algılaması olacak? Kimlerle neyi paylaşacak? Siber alem ve bu yeni dünyaya özgü toplumsallaşmalar onlar için yeni bir pencere açıyor.
GENÇ KUŞAK BABASIZ, SİYASET BABACI
Peki, nasıl çıkacağız biz bu durumdan, çağın akışı ve hızı böyleyken? Ayrıca toplumsal ve siyasal arasındaki kopukluğu nasıl gidereceğiz?
Çok zor. Bu dünyada da zor, sadece Türkiye’de değil. Ama Avrupa’da şöyle bir durum var, bunu gördüler, tabi 68 olaylarının da tecrübesi var. Bir taraflarıyla paternalist kurumsal yapılar varlığını sürdürdü ama yanı sıra siyaset dışı alanları da siyasetin karşısında daha az müdahale görür hale getirmeye, bunların bir şekilde siyasette ifadesini bulmaya çalışıyorlar. Yeşiller hareketi, çok çeşitli kültürel marjinal grupları bir araya getiren radikal partiler… Biz de bu yok. Türkiye’de muhalefet deyince paternalizmin dik alasını bilen CHP çıkıyor karşımıza. Onun da bu aşamada hitap ettiği çevre, orta sınıfların daha kent soylu kesimleri. Türkiye’de bu aşağı yukarı yüzde 20’dir. Diğerleriyle zaten bir bağı yok ki.
GEZİ’DEN SİYASİ PARTİ ÇIKAR MI?
Gezi dolayısıyla görünür olan ama siyasi temsili olmayan toplumsal muhalefetten güçlü bir siyasi yapının, siyasi bir fikrin, partinin çıkmasını bekler misiniz?
Bunun çok kolay olacağını zannetmiyorum. Bir takım tabela partileri var, bir tür siyasal dolmuş kaldırmaya amade, “o da gelsin bu da gelsin, bütün muhalif unsurları toplayalım” diyen. Ama bu dolmuş kaldırma meselesi değil. Bu işe soyunan öncü grupların süreçleri çok daha titizincelemeleri lazım. Öte taraftan da şunu düşünüyorum: Bunların siyasete aktarılması her zaman hayırlı bir sonuç mu getirir, bilmiyorum.
REDDETTİKLERİ ÜZERİNDEN VAROLUYORLAR
Yeşiller ve sol gelecek partisi mesela bu talepleri toplayabilse… Niye hayırlı olmasın?
Ama o zaman siyasetten gelen kimi etkiler bu işin sahiciliğini, samimiyetine zarar verebileceğinden endişe ederim. Benim gönlümden geçen –kimi ilgilendirir bilemem ama- bu sivil dinamiklerin mümkün olduğunca sivil kalması, barışçıl bir çizgide, alternatif yaşam alanları geliştirmesidir. Çok marjinal grup var bizde ama daha çok tepkileri dile getiriyor. Yani reddettikleri üzerinden varoluyorlar. Oysa bu yetmez; savundukları üzerinden alternatif hayatlar geliştirmeyi de bilmeleri, bir şeyleri de kurmaları lazım gelmez mi? Mesela aşramlarda yaptıklarıyla Gandhi buna iyi bir örnektir.
GENÇLER KENDİ YARALARIYLA YÜZLEŞEBİLMELİ
Gezi olayları Türkiye için çok yeni bir durumdu ve siyasi partiler de bunu anlamaya çalışıyor. Mesela AK Parti bu ay iki kez topladı MKYK’yı, toplumsal muhalefeti dindirmek, talepleri bir şekilde karşılayabilmek için. Siyasi partilerin reflekslerine, sorunları anlama kavrama ve bunu siyasete dönüştürme kabiliyetlerine baktığınızda kim neyi ne kadar yapabilir sizce?
Niyetlere bakmak lazım, ben niyet okuyacak değilim ama eğer “şunları bir anlayalım ki daha kolay bastırabilelim” diye bakılıyorsa çok yanlış. Bastırmak için anlamak eksik anlamaktır. Bu noktada yine mahut paternalizm sırıtıyor. Bakınız bu, Kılıçdaroğlu için de geçerli. “Bu gençleri anlayın” demek de bir baba edasıyla konuşmaktır. Onun için giremiyor Taksim’e, girdiğinde ondan hoşlanmıyorlar. Eğer “Bunları anlayalım ve o nispette de ontolojik meselelerini çözebilecekleri bir takım alanlar oluşturmalarına izin verelim, çekilelim o alanlardan” demek bana daha anlamlı geliyor.
Bu, babasızkuşakların derinlerdeki yaralarıyla ilgili. Bırakalım kendi dünyalarında bu yaralarla kendileri yüzleşsin. Onlara bu fırsatı vereceksiniz. Tek kırmızıçizgi şiddettir. Taksim füzyonunda; bir katarsisle ortaya çıkan şeyleri mümkün olduğunca kendi ontolojilerini ayağa kaldırabilecekleri adam yerine konacakları çevrelerde bırakmak lazım geldiğini düşünüyorum. Onları önce eşit muhatap olarak görmek lazım.
Y KUŞAĞI NE ŞEYTAN NE MELEK SADECE DİLLERİ YOK
Gezi olaylarında Y Kuşağı üzerine büyük bir güzelleme yazıldı, onların zekâlarına, muhalefet etme, kendini ifade etme biçimlerine. Bu kutsamaya temkinli ve eleştirel yaklaşanlar ise neredeyse lanetlendi. Y Kuşağı şu süreçte ne kadar doğru anlaşıldı?
Bakın bu da bir başka aşırılık fenomeni. İki bakış var. Bir demonolojik, şeytaniyat üzerinden onları yargılıyor. Bir takım sorunlu terimlerle bakıyor bu meseleye. İkincisi de onlara anjelist bir bakış geliştiriyor. Onları birer kanat takmış melek, harika çocuklar, pırıl pırıl zekalar olarak görüyor. Bunlara gerek yok. Biz üniversiteden biliyoruz ki bu gençlerin kendilerini ifade edebilecekleri bir dilleri yok. Bakın o mizah patlaması, her şeyin mizahla anlatılması aslında ifadesizliktendir. Öyle bir tuhaf şey çıkıyor ki o mizahın anaforları arasında anlam kaybı yaşanıyor. Anlatılmak istenen nedir anlamıyorsunuz. O ara bir sürü küfür başka şeyler. Bu, gençlerin ifade zorluklarını ortaya koyar. Nedense sağ olsun, bizim sosyal medyaçalışan meslektaşlar mal bulmuş mağribi gibi bu dili yere göğe koyamadılar. Oysa sorun var. Tiwetter’da 140 vuruşla sınırlısınız. Haliyle en vurucu olana başvuracaksınız, o da bazen mizah; bazen de küfürdür. Dolayısıyla sürekli sitcomlar üzerinden bir akıl yürütme var. Bu hoştur değildir; tercih meselesi, küçümsemeye hakkımızyok. Ama biz bunu zeka parıltısı olarak anlıyor ve aktarıyorsak çok yanılıyoruz demektir. Ben üniversiteden biliyorum. Kes yapıştır ödevleri alıyoruz biz. Öğrenciye diyoruzki şu konuyu bir araştır incele bakalım. Ne kütüphaneye gidiyorlar ne kitap okuyorlar.
Dalıyorlar internete ne bulurlarsa copy paste. E şimdi çok mu harika bir tablo bu? Olaylar sırasında “bu gençler pırıl pırıl zekaya sahip” diyen bazı meslektaşlarımızın, başka ortamlarda “bunlar ne ahmak gençlik, ne okuyor ne de iki satırı bir araya getiremiyor” dediklerini çok iyi biliyorum.
Bir iki yüzlülük de orada var yani?
Elbette. Her anjelizm bir ikiyüzlülüktür. Her demonoloji de öyle. Beraber görmek lazım.
TAKSİM DAYANIŞMA SİYASAL VESAYETÇİ
Eylemler Y kuşağının sırtına binerek ve meşruiyetini onlardan alarak yürüdü fakat eylemciler adına konuşan, Başbakan dâhil diğer yetkililerle görüşen Taksim Dayanışma Platformu’nun kimliğine diline baktığımızda onların aslında her anlamda hayli geçkin olduğu da görüldü. Bu nedir peki?
Bu da bir tür siyasal vesayetçilik örneğidir. Paradoks ortaya çıktı, meydan şenlenip çeşitlendi, Hükümet şenlenip çeşitlenen meydan ile görüşmek istedi. Temsilci diye gelen adamlar son derece kaba saba konuşan, buyurgan, forum ağzı dediğim, şu şöyle olmalıdır bu böyle olmalıdır, gibi son derece dayatmacı bir tarzda konuşan insanlardı. Mesela aralarında tek bir kadın yoktu. Yani meydana, buyurgan bir siyasal dil üzerinden vesayet geliştirilmiş oldu. Kültürel anlamda çiçeklenmiş meydanın bu kadar renksiztemsil edilmesi tuhaf değil mi?
Röportajın devamını okumak için tıklayınız!