İçeni sonsuz hayata kavuşturduğuna inanılan âb-ı hayat nedir? Âb-ı hayat kavramı islam kaynaklarında nasıl geçer ve dünya mitolojisinde yeri nedir ? İşte âb-ı hayat (abı hayat) hikâyesi…
Türk-İslam kaynaklarında ve edebi eserlerinde aynü’l hayat, nehrü’l hayat, âb-ı câvidani, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bengi su, dirilik suyu bazen de Hızır ve İskender’e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. gibi isimlerle anılan bu efsanevi su, aslında bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır.
İnsanın yaratılışından beri hemen her toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun güçlü olması, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik unsurlar oluşturduğu ve insanların ebedi bir hayat aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış Destanı ve İskender Efsanesi gibi gerçekten şaheser niteliği taşıyan örnekler verildiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen fark edilir. Çünkü ebedi bir hayat sağlayan suyun (ab-ı hayat) varlığına olan inancın doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.
Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa ve Hızır kıssası anlatılırken (el-Kehf 18/60-82), dolaylı olarak bahsedilmiştir. Ayet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İsrailoğullarının peygamberi Hz. Musa bir gün genç arkadaşıyla birlikte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek üzere yola çıkar. Buluşma mevki “iki denizin birleştiği yer” (mecmau’l-bahreyn)dir. Hz. Musa burasını tanıyabilmek için yanına azık alarak aldığı balıktan faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Musa’nın genç arkadaşı, deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutmuştur. Yolda yemek için konakladıklarında ise durumu Hz. Musa’ya anlatır. Bunun üzerine Hz. Musa tekrar oraya döner ve gerçekten aradığı kişinin orada kişinin orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından “rahmet” ve “gizli ilim” verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, Ebû Dâvûd, Tirmizi ve el-Müstedrek’te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur-an’ı Kerim’de ve Buhari dışındaki hadis kaynaklarında Hz. Musa ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhari’de mevcut değişik bir rivayette bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, “Hızır’la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna ‘hayat kaynağı’ (aynü’l hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı” (Buhari, “Tefsir, Sûretü’l-Kehf”, 4).Âb-ı hayât kavramına İslâm kaynaklarında rastlanılan ilk yer burası olmalıdır. Ancak, Buhari bu hadisi öteki rivayetlerin ardından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli bir rivayet tarzında zikrederek söz konusu rivayete güvenmediğini ortaya koymak istemiştir. Bununla birlikte bu hadis Hızır meselesinde çok önemli yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramının o devir Arap toplumunda gayet iyi bilindiğini belgelemiş olmaktadır.
Hz. Musa ve Hızır kıssası, Kitab-ı Mukaddes’teki benzer rivayetler dolayısıyla Kuran-ı Kerim’deki peygamber kıssalarıyla ilgilenen ve bunların kaynaklarını tespit etmeye çalışan müsteşriklerin daha ilk planda dikkatlerini çekmiştir. Wensinck’e göre bu kıssa “suyun içindeki ebedi ot” imajının yer aldığı Gılgamış Destanı ile İskender ve Yahudi efsanelerinin sağladığı malzemelerin oluşturduğu bir hikâyedir. Friendlaender bu kıssanın İskender hikâyesi ve Yahudi efsanesinin isim değişikliği suretiyle adaptasyonundan ibaret olduğunu söyler. Bütün müsteşriklerin birleştikleri, ama en çok Friendlaender’in üstünde durduğu İskender hikâyesi birçok araştırma ve metin neşrinin konusu olmuştur. Onun bütün örneklerini en iyi inceleyen ve tahlilini yapan Friendlaender, İskender efsanesini kıssanın kaynağı olarak kabul etmek gerektiği sonucuna varmıştır. L. Massignon da ağırlığını İskender hikâyesine verir ve Kur-an-ı Kerim’deki Zülkarneyn kıssasını (el-Kehf 18/83-98) buna delil gösterir. Gerek Friendlaender, gerekse Wensinck ve Massignon’a kıssanın İskender efsanesiyle alâkasını takviye eden ipuçlarını müfessir, muhaddis ve tarihçilerin bu efsaneden yaptıkları aktarmalarla Kuran-ı Kerim’deki Zülkarneyn kıssasının sağladığı görülmektedir. Ancak Kuran’da bu kıssanın Hızır kıssasıyla bağlantısını ima eden herhangi bir işaret yoktur. Üstelik Zülkarneyn kıssası tamamen bağımsız bir kıssadır.
Büyük İskender’in adı etrafında oluşan İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde pek çok mahalli unsuru da alarak zenginleşmiştir. Milattan önce oluşmaya başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yılları civarında tamamlanmıştır. İskender efsanesi Süryaniceye de aktarılmış, Süryanice metinde İskender’e “iki boynuzlu” lakabı da eklenmiştir. Arapçadaki Zülkarneyn’in bunun tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Grekçe ve Süryanice metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedi hayat bahşeden bir çeşme olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender’e anlatır. İskender aşçısının tarif ettiği yeri arasa da bulamaz ve kızarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedi hayatına devam eder.
Müfessirler Kuran-ı Kerim’deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken İskender efsanesinden geniş ölçüde faydalanmışlardır. Bu efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinler şöyle özetlenebilir:
Nuh Peygamber’in torunu Yunan’ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedi hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivayete göre Allah bunu Sâm’ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa ile askerlerinin refaketinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, “karanlıklar ülkesindedir”. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan Hızır ilâhi bir ses duyar bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayât-ı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedi hayata kavuşur hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn’le karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı arasa da bulamaz, kaderine razı olur ve bir müddet sonra ölür.
Gılgamış destanındaki “su içinde otun sağladığı ebedi hayat” kavramı ve bunun Gılgamış tarafından aranması, İskender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir. Çünkü M.Ö. 3000-2000 yıllarına kadar uzanan Mezopotamya destanının, İskender efsanesinin teşekkülü sırasında, İskender’in ebedi hayat veren suyu araması dilim olarak kullanılması, coğrafi mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İskender efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Musa’nın canlanıp denize atlayan balığı arasında bir benzerlik görülmekteyse de gerçekte Kuran-ı Kerim ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedi hayat bahşeden âb-ı hayâtı aramaya giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri sürdükleri tezler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdikleri bilgiler için tam anlamıyla geçerlidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en önemli nokta budur, yani onlar meselenin tahlilini yaparken Kuran’ı Kerim’in metni ile müfessirlerin metinleri birbirinden ayırt etmemişlerdir. Efsane bu haliyle diğer İslâmi edebiyatlarda olduğu gibi Türk edebiyatında da İskendernâme denilen bir edebi türün oluşmasına yol açmıştır.
Müslümanlığı kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dini ve din dışı edebiyatlarda Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bunlarla ilgili giderek zenginleşen mitolojik ürünler sık sık işlenip yeni örnekler ortaya konulmuştur. Pek çok Arap edip şairi ile Attar, Fahreddin- Irâkî ve Hâfız gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konuları işlediği veya mazmun olarak kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı hayât Allah’ın “el-Hayy” isminin hakikatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse getiren kimse, âb-ı hayâtı içmiş olur. Artık O Hakk’ın “hay” sıfatıyla hayatta olduğu gibi, diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakk’ın hayatıdır.
Ab-ı hayat kavramı din dışı edebiyatta İskendernamelerde, divan ve halk edebiyatında kullanılmıştır. İskender’in yahut Zülkarneyn’in ab-ı hayatı aramak için yaptığı yolculukları, bu yolculukta karşılaştığı tehlike ve tuhaf olayları, yaptığı savaşları anlatan efsanelerin daha erken devirlerde İslam dünyasında yazılması, başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintliler, Malayalılar ve Cavalılar’a varıncaya kadar muhtelif milletlerde İskendernameler’in yazılmasına yol açmıştır. Türk edebiyatında özellikle Ahmedi’nin İskendernâmesi, kendinden sonra gelen bazı manzum ve mensur Türkçe İskendernâmeler’e numune olmuş ve türün en güzel örneklerinden birini teşkil etmiştir.
KAYNAK : TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ