‘Solcular reklam yazarı, mücahitler müteahhit oldu’

Röportaj
Aljazeera’den İrfan Bozan Prof İsmail Kara ile konuşmuş.İşte o konuşma… Türkiye’de İslâmcılık denince akla ilk gelen isimlerden birisi Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi öğretim...
EMOJİLE

Aljazeera’den İrfan Bozan Prof İsmail Kara ile konuşmuş.İşte o konuşma…

Türkiye’de İslâmcılık denince akla ilk gelen isimlerden birisi Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi öğretim üyesi Profesör Doktor İsmail Kara’dır. İlki 1986’da çıkan üç ciltlik “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi” başlıklı antolojinin sahibi olan Prof. Kara çok sayıda kitaba ve makaleye de imza atmış bir isim. İsmail Kara ile AK Parti’nin, İslâmcılık içindeki yerini Türkiye’nin çözüm bekleyen sorunlarından olan Kürt ve Alevi konularını konuştuk.

Türkiye’de AK Parti’nin 13 yıllık iktidarının ardından yapılan yorumlardan biri de Türkiye’de İslâmcılık’ın merkeze oturduğu şeklinde. Bu yoruma katılır mısınız?

Şimdi bu medyatik bir söz. Medyatik bir söz olması bakımından anlamı var ama benim açımdan doğru ve anlamlı bir söz değil. Şunu görmek lâzım, AK Parti İslâmcılıktan vazgeçerek iktidara geldi, bunu kendileri deklare etti. AK Parti gerçekten de kendi geleneğinden, kendi savunduğu fikirlerden büyük ölçüde vazgeçtiğini beyan ederek geldi ama netice itibariyle bir değerlendirmeye tâbi tutulduğu zaman İslâmcılık içerisinde düşünülebilecek bir hareket. Türkiye’de bugün İslâmcılık neredeyse sadece bu siyasi yapı üzerinden tartışılıyor, bu ancak aktüaliteye mahkûm siyasi bir bakış açısı veya bir yönlendirme olabilir. Ayrıca burada bir paradoks ve mesafe de var. Vazgeçen var fakat karşı taraf onu vazgeçmemiş kabul ediyor. Bu iki unsurun ikisini birlikte ele alırsak eğer anlamlı bir şey olabilir belki, yoksa ‘İslâmcılar iktidara oturdu’ cümlesi benim açımdan boşlukta bir cümle.

Baktığımızda Türkiye’deki bütün İslâmcı hareketler, çevreler – Gülen hareketini dışında tutarsak – AK Parti ile tam bir uzlaşı içinde, şikâyet yok aksine bir uzlaşı, memnuniyet hali var. Bunun için ne söylersiniz?

Bu doğru gibi gözüküyor. Ayrıca düne kadar Fethullah Hoca Cemaati de su katılmamış bir AK Partili, AK Parti de Cemaat’in en büyük destekçisi idi. Bunlar bir tarafa, Türkiye’de aslında bir fikir ortamı, ciddi bir arayış, Türkiye merkezli problemleri tartışma vasatı olmadığı için bu böyle gözüküyor.

Ne kastediyorsunuz?

Önce şunu sormak lâzım, Türkiye’de ciddiye alınabilecek bir siyasî ve fikrî tartışma var mı? “Bütün İslâmcı hareketler, çevreler” diyorsunuz bu doğru değil. Türkiye’de bugün İslâmcılık nerede duruyor buna bakmak lâzım. Artık HDP’de bile bir miktar eski aktivist İslâmcı var, bir eski İslâmcı da CHP’de. Liberal solla düne kadar devam eden AK Parti ve İslâmcılık ittifakına ne demeli? Bunları da konuşmak lâzım ama soru ve sorun daha büyük ve genel, Türkiye’de İslâmcılık’ı bir tarafa koyunuz Sol’da, Kemalist kesimde, Milliyetçi cenahta, üniversitelerde kulak kabartılacak bir fikrî, felsefî hatta bıraktık felsefîyi, siyasî bir tartışma ve muhalefet var mı? Mesela anayasa, Alevilik, laiklik konularında… Gevezelik veya çamur atmak, karşı tarafı küçümsemek dışında. Düne kadar Taraf’ta yazan İslâmcıları yahut Yeni Şafak’ta, Zaman’da kalem oynatan liberalleri, solcuları hatırlamak lâzım. Bu yazarlar yazdıkları gazetenin hiç değilse ana politikalarını benimsiyordu herhalde. Yoksa iyi paralar alarak spor mu yapıyorlardı? Dolayısıyla bu düzeyde yürüyen bir ortamda konuşuyoruz. Memnuniyetler veya memnuniyetsizlikler varsa bu çerçevede yürüyor, bunu görmek lâzım. AK Parti kendisi belli bir fikri savunmayı değil, İslâmcılığı hiç değil, bir koalisyon olmayı tercih etti ve başarılı oldu.

“AK Parti’nin siyasi başarısı Türkiye’nin başarısı oldu mu?”

AK Parti belli ki bir ihtiyaca cevap veriyor ya da her şeyi absorbe eden bir hâli var diyebilir miyiz?

Hiç şüphesiz. AK Parti’nin siyasi başarısını kimse inkâr ederek yoluna devam edemez bence. AK Parti büyük bir siyasi başarı kazandı, on küsur yıl sonra hâlâ kazanıyor.

Siz burada bir İslâmcılık başarısı görmüyor musunuz?

Tırnak içine alırsak bir İslâmcılık başarısı da görülebilir. İslâmcılığın içi daha da boşaldı, kuru bir iskelet kaldı da diyebiliriz. Gerçek ölçü şu soru ve onun cevabı olabilir: AK Parti’nin siyasi başarısı, Türkiye’nin başarısı oldu mu? Ekonomide, milli eğitimde, kültür hayatında, dış politikada, toplumsal yarılmaların tamirinde, Türkiye’nin tatlı sularında, meyve ve çiçeklerinde. İsterseniz bu alanlardaki İslâmcılık’ta diyelim, fark etmez. Burada ben İslâmcılık’la hiçbir alâkaları yoktur demiyorum, en azından tarihleri ve biyografileri itibariyle var, oy havuzları itibariyle var ama AK Parti’yi sadece kendilerinin kaçtığı İslâmcılık üzerinden değerlendirmek bence ucuza kaçmaktır.

O zaman nedir?

Biraz uzağa giderek şunu hatırlatıyorum ben; Erbakan’dan önce Türkiye’de irtica karikatür tipi Süleyman Demirel’di. Bu pek bilinmez, basın-yayın dünyasındakiler bile hatırlamıyor, bilmiyor. Demirel’in gazete karikatürlerine yansıyan yeşil takkeli, takunyalı, tespihli fotoğrafları var. Ne zaman başlıyor bu? 1965’lerden sonra. Biliyorsunuz “takunyalılar” diye adlandırılan bürokratlar Demirel’in üst düzey bürokratlarıdır. Sonradan şimdi İslâmcı dediğimiz Milli Selamet Partisi’ni kurdu bu takunyalılar, sonra ANAP’ı kurdu. Bunların son bakiyeleri AK Parti kadrolarında bile var, Nevzat Yalçıntaş gibi. Şimdi AK Parti’den Meclis Başkanı olan İsmail Kahraman AP’li, ANAP’lı, RP’li idi. Buradaki mesele şu; bu İslâmcılık denen çizgiyi Demirel ile ilişkilendirecek misiniz meselâ? Turgut Özal ile ilişkilendirecek misiniz? Erbakan ile elbette ilişkilendireceksiniz, 12 Eylül ile ilişkilendirecek misiniz? İlişkilendirirseniz bu kadar yuvarlak cümleler kurulabilecek mi? Türkiye’de İslâmcılığı kalın bir çizgi olarak düşünürseniz işin bu tarafını görmek lâzım.

“12 Eylülden sonra solcular reklam yazarı, 90’lardan sonra mücahitler müteahhit oldu”

2015 Temmuz’unda Fatma Barbarosoğlu’na verdiğiniz bir mülâkatta “Tahsil yıllarımız itibariyle dindar ve muhafazakâr insanların eline imkânlar, makamlar ve iktidarlar geçtikçe memleketin giderek düzeleceğine, güzelleşeceğine, hak ve hukukun daha fazla tanınacağına dair bir kanaatle yetişmiştik. Hatta bir inançtı bu. İmam Hatip’te talebe iken bizim gibi saf olan hocalarımız “Ne zaman ki imam hatip mezunları profesör, vali, milletvekili, bakan, rektör olur, o zaman Türkiye kurtulacak” derlerdi. Biz de buna inanmıştık, memleketi mutlaka kurtaracaktık” demiştiniz. Yukarıdaki kadrolar artık gücü paylaşmasız yıllardır iktidarda, Türkiye kurtuldu mu?

Doğrusu, “Kurtulma yoluna girdi” demeyi çok isterdim. Türkiye Cumhuriyeti kendisine muhalif olabilecek kesimleri içine alarak gösterdiği başarı dolayısıyla bir miktar kurtuldu. Türkiye, Ankara bu bakımdan başarılı bir yer denebilir. Peki bu başarı Türkiye’nin başarısı mı? Bunun önünde büyük bir soru işareti var. Esas “kurtuluş” adını taşıyan örgütler sol örgütlerdir. Elbette Kemalist, milliyetçi, İslâmcı cenahta da var. Bu kurtuluş fikirleri memleketimizde giderek kendilerinden kurtulmak istenenlere katılmak şeklinde cereyan ediyor, büyük ölçüde. 12 Eylül’den sonra solcular reklam yazarı, 90’lardan sonra mücahitler müteahhit oldu. Onun için “Keşke Türkiye kurtuldu diyebilsem” diyorum.

Peki, daha adaletli oldu mu?

Benim adalet anlayışım itibariyle bu iktidarın getirdiği adalet fikri ve icraatı hiçbir şekilde yetmez. Önceki iktidarlardan daha adaletsiz oldukları söylenebilir mi, emin değilim. Vatandaşa hizmet açısından daha başarılı oldukları alanlar var, sağlık gibi, sosyal yardımlar, eğitime destek gibi. Yuvarlak cümleler kurmaya mecbur kalışımızın sebebi, uzun zamanlardır memleketimizde hukuk ve adalet fikrinin kaybolmuş, ahlâkın hayli zayıflamış olmasıdır. Yalnız 28 Şubat sürecinde neredeyse bütün üst yargı sisteminin şakşakçılığından sonra bu iktidar döneminde önce Ergenekon ve Balyoz, ardından cemaat hadiseleri yüzünden yargı sisteminin, adalet mekanizmalarının neredeyse işlemez hale geldiği çok açık. Yine de bir siyasi iktidar başka iktidarlarla mukayese edilerek ele alınabilir. Demirel, Ecevit, Özal iktidarlarından, 12 Eylül askeri yönetiminden daha adaletsiz oldukları söylenebilir mi bilmiyorum.  

“Kürt meselesi artık sadece İslam kardeşliği üzerinden çözülemez noktaya geldi”

Türkiye’de Kürt meselesi hâlâ yakıcı bir sorun olarak duruyor. Sizce bu sorun nasıl çözülür, İslâmın, Müslümanlığın yeri ne olur?

Tekrarladığımız bir şey var, Türkiye’de İslâmi olmayan hiçbir çözüm gerçek çözüm olamaz. Türkiye’de geniş mânâsıyla dini olmayan hiçbir mesele yoktur çünkü. Türkiye böyle bir ülkedir. Türkiye, bu bakımdan şeriatla yönetildiği iddia edilen İslâm ülkeleriyle bile kıyaslanamaz. Önce bunun anlaşılması lâzım. Maalesef, Kürt meselesi artık sadece İslâm kardeşliği üzerinden çözülemez noktaya geldi, bunu da görmek lâzım. Kürt meselesi çok büyük ve çok taraflı bir mesele artık, bu konuda yuvarlak ve kolay cümleler aldatıcı ve sorumsuz olabilir. Kürt ve Alevilik meselesi Türkiye’deki 60 sonrası sol hareketlerin tabiatı dolayısıyla dindışılığa kayan bir bölgeyi de içinde barındırıyor. PKK, uç sol hareket olarak, hiçbir dini kimlik taşımayan bir çerçevede kuruldu, gelişti. Önceki Kürt ve Kürtçü hareketler böyle değil, bazı liderleri dini lider ya da tarikat şeyhiydi. O sayede BediÜzzaman’la Abdullah Cevdet birlikte Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti’nde yer alabildiler. Bu bir imkândı. Herhalde PKK için, ayrılıkçı Kürt hareketler için böyle bir şey söylenemez.

PKK, uzun bir süre önce çubuğu biraz dini hassasiyetlere büktü aslında. Değil mi?

Bu büktü işi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Soğuk Savaş sonrasında İslâmcı örgüt olması gibi bir şey. Biliyorsunuz FKÖ yurtdışına kaçan Türk solculara silahlı eğitim verecek kadar devrimci sol bir örgüttü. HDP içinde de şimdi başörtülü milletvekilleri, eski İslâmcılar var, koalisyonlar var ama bir de işin kendi tabiatı var.

“Mezhep kullanışlı ve saptırmaya elverişli bir araçtır”

İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilim sizce bir mezhep kavgası mı? Yoksa mezhebin araçsallaştırıldığı jeopolitik bir kavga mı?

Ben burada mezhep ayrılığının bir araç düzeyinde işlediğini düşünüyorum. Hem iç aktörler hem dış aktörler açısından bu böyle. İslâm dünyasındaki mezhep yapıları Hristiyanlıktaki gibi çok katı, ayrı bir din gibi değilse de mezhep aynı zamanda bir inançtır. Mezhep meselesini ciddiye almak lâzım fakat aktüel hadisede mezhebin oynadığı rolün ben çok abartıldığını, biraz da Türkiye’yi kuşatmak için yapıldığını düşünüyorum. Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin iniş çıkışında mezhebin bir etkisi var mı mesela? Türkiye ile İran’ın çok iyi ilişkileri olduğu dönemler oldu, sınırlarımız asırlardır değişmedi. Irak’taki Arap Şiilerle de Türkiye’nin ilişkileri çok iyi olabildi. Azerbaycan ağırlıklı olarak Şii’dir. Irak’taki Türkmenler de. Buna karşılık Irak ve Suriye’deki Kürtler çok büyük ölçüde Sünni’dir. Burada elbette mezhep farklılığının, tarihten gelen birikimlerin etkisinin sıfır olduğunu söyleyemeyiz ama aktüel problemin şiddetlendiricisinin mezhep olduğunu söylemek mümkün değil. Ama mezhep kullanışlı ve saptırmaya elverişli bir araçtır bütün tarih boyunca. Bu araç kullanılıyor, kullanılacak.

Kullananlar o ülkeleri yönetenler mi? Yoksa dış dinamikler mi?

Bunu hem yönetenler, hem de dışarıdakiler kullanıyor. Burada şu ayrımı da yapmamız lâzım. Müslüman ülkelerin eğitim almış kitleleri ile daha az eğitim almış ya da modern eğitim süreçlerinden geçmemiş kitleleri arasında da bu konuda ciddi farklılıklar vardır. İnsanlarımızın, aydınlarımızın pek bilmediği ve dikkat etmediği bir mesele var; modernleşme süreçleri Sünnilerle Şiileri tarihte hiç olmadığı kadar birbirine yakınlaştırmıştır. Diyanet İşleri Başkanı, birkaç hafta önce İran’a gitti, Şii imamın arkasında namaza durdu. Bu tarihte kolay kolay olabilecek bir şey değil. Bir Türkiye Diyanet İşleri Başkanı’nın, geriye doğru gidersek bir şeyhülislamın bir Şii imamın peşinde açıkça namaz kılması modernleşmenin getirdiği yakınlaşma ile alâkalıdır. Siyasi düşünce ve siyasi sistem açısından da Şii ve Sünni siyaset anlayışları modernleşme döneminde bir birine çok yakınlaşmıştır. İranlılar, meşrutiyeti Osmanlılar’dan öğrendiler. Modern eğitim sistemlerinden geçmiş Şii ve Sünniler zihniyet itibariyle tarihte hiç olmadığı kadar bir birine yakınlar. Türk İslâmcıları, mütedeyyin gençler Humeyni’yi, Ali Şeriati’yi çok rahat bir şekilde okudular. Bu modernleşme sürecinin mümkün kıldığı bir şeydir yoksa Ali Şeriati aslında çok tipik modern bir Şii’dir, Humeyni de “Şah’ın yaptığını Ömer yapmadı” diyecek kadar katı bir Şii âlim. Öbür taraftan İranlı eğitimli Müslümanlar da Seyyid Kutub’u rahatlıkla okuyabildiler ve çok etkilendiler. Yalnız az eğitim almış, modern eğitim süreçlerinden fazla geçmemiş halk kesimleri için bu ölçüde yakınlaşmalardan söz edemeyiz.

“Alevilik problemi artık Türkiye’nin sadece kendi şartları ile çözeceği problem olmaktan çıktı”

Türkiye’nin çözemediği inanç temelli sorunlarından bir tanesi de Alevilik. Size göre Türkiye bu sorunu nasıl çözmeli?

Belki Alevilik için de anlamlı olabilecek bir şey ekleyelim: Sünnilik kapanarak Şiilik ise açılarak varlığını sürdüremez. Birçok şey değişti ama bu kalın damar değişmedi bana göre. Onun için Sünnilik için açılmak, Şiilik için kapanmak koruyucu ve yaşatıcı olduğu kadar zaaf da olabilir, tarihte olmuştur. Sorunuza gelirsek Alevilik meselesi Türkiye’nin çözmekte geç kaldığı bir meseledir. Belki önemsemediği, belki gücünün yetmediği… 1940’larda Türkiye’de ilk defa alan araştırmaları yapılmaya başlandı. Niyazi Berkes, Behice Boran daha sonra Mübeccel Kıray, Şerif Mardin, vs.. İlkler Ankara köyleri üzerinde çalıştılar. Alanda tespit ettiklerinden biri şudur: Şehirleşen Aleviler, Sünnileşiyor. Şimdi bu aslında onları şaşırtan bir sonuçtu. Geldikleri yerler, yetişme tarzları itibariyle biraz da Amerikan sosyolojisinin etkisinde oldukları için buna şaşırıyorlar.

Siz de bu ortaya çıkan sonuca katılıyor musunuz?

Doğru bir tespit bence. Aslında bu tarihten beri gelen bir şey. Bu bütün Selçuklu, Osmanlı, Cumhuriyet tarihinden bu yana gelen bir şeydir. Sünnileşiyor dediğimiz zaman bugünkü Sünniliği anlamamak lâzım. Burada Sünnileşiyordan kastedilen şey, Sünnilik içinde kendisine rahatlıkla yer bulabiliyor. Ayrıca çok önemli bir husus var. Türkiye’deki yaygın tarikatların neredeyse tamamı Nakşilik hariç Alevi unsurları içinde fazlasıyla barındıran teknik tabiriyle Alevi meşrep tarikatlardır. Onun için bir Alevi çok rahatlıkla bir Sünni tarikatın içerisinde kendinin, inanışının, kültürünün hatta pratiklerinin karşılıklarını görür, bulur. Tarikatlar içinde Alevilerin kendilerini bulması ve ifade etmesi çok mümkündü. Tarihi tecrübe bu. 1940’lı yıllarda da hadise bu şekilde cereyan ediyor.

Bu çizgideki büyük kırılmalardan biri 1960’larda başlayan sol hareketlerle birlikte Aleviliğin içinde dinsiz ve ateist çizgiye doğru kayan damarın ortaya çıkmasıdır. 1960’lı yılların sonunda Mustafa Timisi, Birlik Partisi adıyla bir Alevi Partisi de kurmuştu. Bu parti sol bir jargona sahipti, parti amblemi ortada aslan etrafta yıldızlar. Aslan, Hazreti Ali’yi temsil eder. Birinci kırılma noktası, solculuk üzerinden ateizme kayıştır. Bu tarihlerden sonra Alevilik kısmen anormal bir çizgiye girmeye başlıyor. Özellikle eğitim süreçlerinden geçen şehirli Alevilerin bir kısmı.

Doğal veya tarihi sürece çok ciddi anlamda bir müdahalede bulunuldu diye düşünebiliriz. İkinci müdahale ise Soğuk Savaş sonrasında kimlik politikalarının Türkiye’ye boca edilmesi ve dayatılması. Ben bu ikisinin de çok programlı olduğunu, Türkiye’nin de çok hazırlıksız yakalandığını düşünüyorum. Bu müdahaleler Alevilik meselesini de Türkiye’nin kendi iç meselesi olmaktan çıkarmaya doğru sürükledi. Problem artık Türkiye’nin sadece kendi şartları ile çözeceği problem olmaktan çıktı.

Siz müdahale diyorsunuz ama bir inanç, kimlik yok olacaksa onun yok olmasına engel olmak ahlaki bir tavır değil midir?

Yok olmuyor. Nasıl modern eğitim süreçleriyle Şiiler ve Sünniler birbirine yakınlaştı diyorsak bu Alevilik için de söz konusu. Erimesinden bahsetmiyoruz, geçişkenlikler imkansız hale geliyor, duvarlar kalınlaşıyor, farklılık kopuşa varıyor. Bu bir memleket için hayra işaret değil.

Alevilik, yazılı kaynak azlığı, baskılanmış olması ve hâkim Sünnilik karşısında dezavantajlı değil mi? Yok olma riski taşımıyor mu?

Tarihi realite diye bir şey var. Alevilik bu topraklarda Selçuklulardan beridir var. Selçuklulardan bu yana var olan bir gelenek, bir inanç, bir dil öyle kolay kolay ortadan kaldırılabilir mi? Bakın ben dindar bir çevrede büyüdüm, babam imam, İmam Hatip Okulu’nda yetiştim. Çocukluğumun geçtiği bölgede Alevi olmadığı için onlara karşı bir hissiyat içinde olmadım, sonradan eğitimim sırasında Alevilik meseleleriyle kademe kademe ilgilendim. Diyorum ki Alevilikle ilgili her şey benim ilgi alanımın, inanç ve his dünyamın dışında bile kalsa Alevi türküleri ilgi alanımın, his dünyamın dışında kalamaz. Alevi türkülerini mesela, kim bu kültürün, dilin dışına itebilir? Dilin, kültürün dışına atamadığınız şey yaşıyor, yaşayacak demek.

Ben şunu söylüyorum; Alevilik problemi artık Türkiye’nin iç problemi olmaktan çıktı, bazı müdahale alanları, bölgeleri dolayısıyla veya modernleşme, şehirleşme süreçleriyle karmaşıklaştı. Alevilik diye tek tip bir vâkıa da yok. Kürt Aleviliği bambaşka bir şey mesela. Ayrıca eskiden beri köylerinde cami olan, Sünnilere yakın ibadet hayatı olan Aleviler de var. Ama bu işle ilgilenen biri olarak Türkiye’nin Alevi meselesini çözmesinin çok zor olduğunu da düşünmüyorum.

Alevi problemi elbette çözülmelidir bu tartışma dışıdır. Problem şu: Türkiye kendi Alevililik problemini elbette bugünün şartlarında kendini, kendi tarihi tecrübelerini hesaba katarak mı çözecek? Yoksa Almanya’nın Fransa’nın dayattığı çerçevede mi çözecek? Bence bu çok önemli. Doğru olan Türkiye’nin kendi tarihi tecrübesi içinde çözüm araması. Başkalarının çözümü bizim çözümümüz olamaz. Cemevi dahil gidişin bu istikâmette olmadığı kanaatindeyim. İnşaallah yanılırım.

“Cemevlerinin ibadethane olması Alevilerin de işine yaramayacak bir şeydir”

Alevilik tartışmalarında sorunun kilitlendiği yer cemevlerinin statüsü konusu olarak öne çıkıyor: İbadethane mi, değil mi? Siz cemevi tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz?

Bu çok ciddi bir problem, bunun uzun boylu tartışılması lâzım. Sadece siyasi, aktüel ve medyatik tartışmalar kesinlikle yetmez. İslâm inancına göre her yer ibadethanedir. Dolayısıyla biz Hristiyanlıktaki gibi bir ibadethane anlayışına sahip değiliz. Bunu bir taraf koyalım. Cemevleri cami statüsüne eşit bir ibadethane olacak mı olmayacak mı? Soru budur. Bu soru çok ciddi bir sorudur. Hukuken bakarsanız cami de, kilise de, havra da bir ibadethanedir. Bunun yanına cemevini koyun problem çözülsün demek her şeyi hukuka ve basite indirmek olur ki bu çok yapılan bir hatadır. Hukuk önemli bir şeydir ama sadece bir şeydir. Meşruiyet meselesi de hukuka indirgenemez.

Burada ben bazı sıkıntılar görüyorum çünkü burada cemevini caminin dışında veya cami gibi bir ibadethane olarak kabul ettiğiniz zaman dini olarak Alevileri ve Sünnileri ayırıyorsunuz. Ayrıca bunun bütün toplum için kültürel bir karşılığı da yok. Bu ayrım 1990’a kadar yoktur. Namaz kılmak isteyen Alevi camiye giderdi. Alevilerin bir kısmı dini ibadetlerinde hassastır. Tarihi tecrübelere bakarsanız cemevlerinin tekke gibi olması lâzım, tekke de bir ibadethanedir. Sünni tekkelerinin de mescidi vardır, zikir ve ayin alanları aynı zamanda mescittir ama onlar cami ile eşitlenmez. Tarikatlar zikre, ayine ibadet olarak bakar, bu bakımdan Alevilere yakındırlar. 

Sizce çözüm tekke ve zaviyelerin tekrar açılmasına izin verilmesi mi?

Tarihi tecrübeye bakarsanız bunun olması lâzım ama tarihi tecrübe bugün için otomatik olarak işlemez. Bu günün şartlarıyla nasıl işleteceğinizi yeniden düşünmeniz lâzım. Bugün tekkeler açık değil, tarikatlar gayri resmi olarak yaşıyor. Yaşadıkları yerin adı tekke değil, musikî derneği, yardımlaşma derneği ya da bazı yerlerde mescit. Bugün için Türkiye’de Alevilik meselesinin çözümü konuşulurken Türkiye’nin tarihi tecrübelerinin devrede olmadığını söyleyebiliriz. Bence bu büyük bir eksiklik veya hatadır. Bu yüzden mesela Ahmet Yaşar Ocak’ın fevkalade önemli çalışmaları bu çerçevede devrede değil. Cemevlerinin ibadethane statüsüne kazandırılması çözüm değildir bence. Bu Türkiye’nin işini zorlaştıracaktır. Alevilerin de işine yaramayacak bir şeydir.

Neden Alevilerin işine yaramaz?

Biraz önce söylediklerimizle irtibatlandırırsak Türkiye’nin bulacağı çözümün amacı Alevilerle Sünnileri iç içe olmasa da yakınlaştırıcı bir çözüm olması lâzım. Hangi çözüm Türkiye’de Alevi ve Sünnileri uzaklaştırıyorsa bu Türkiye’nin ve bizim aleyhimizde olan çözümdür. Dikkat edin farklılıktan bahsetmiyorum, uzaklaştıracak ve ayrıştıracak çözümden bahsediyorum. En azından cami ile cemevi arasında olmayan bir uzaklaşma olacak. Artık birbirlerinin cenazelerini kılmaları çok asgariye inecek. Bu uzaklaşma Diyanet İşleri Başkanlığı ile Aleviler arasında da olacak, siyasi partilerde de olacak, resmi veya sivil kurumlarda da olacak. Almanya’nın, Fransa’nın, belki başkalarının da Türkiye’ye dayattığı şey bu; yani Aleviliğin ayrı bir din olması. Bu Alevilerin de aleyhinde, benim de, Türkiye’nin de aleyhinde bir şey. Bakın, bu iktidar döneminde zaten iyi olmayan din dersi programlarını ve kitaplarını Alevilerin de bir şekilde razı olabileceği bir hale getireceğiz diye daha kötü hale getirdiler. Bu ne biçim bir çözümdür ki Türkiye’de yetişen her mezhepten ve meşrepten çocuğun alacağı din kültürünü daha kötü ve vasıfsız hale getiriyor? Ben Türkiye’yi, kendini önemseyen her insanın bunlara razı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa en yukarıya çıkarsak bu günkü şartlarda Alevilerin bütün hakları neyse ve ne türdense verilmeli tabii, bu tartışma dışı.

Sanki Sünnilerin bütün hakları verilmiş gibi konuşuyoruz, öyle bir hava var, değil mi? Halbuki Cumhuriyet ideolojisinin laiklik politikalarının gerçek mağdurları Aleviler değil Sünnilerdir, mütedeyyin insanlardır.

  • Universitas terbaik Tapanuli
  • tutorial dan tips zeverix.com
  • https://insidesumatera.com/
  • https://prediksi-gopay178.com/
  • https://margasari.desa.id/
  • https://sendangkulon.desa.id/