Kübra Par Habertürk gazetesinde Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra “Medeniyetler ve Şehirler” isimli kitabı çıkan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile yeni kitabını konuşmuş. İşte o konuşma..
Topkapı Sarayı’nın içindeki Mecidiye Köşkü’nde denize bakan bir odadayız. Karşımda 1 ay önce ani bir kararla Başbakanlığı bırakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu var. “Medeniyetler ve Şehirler” adlı kitabının çıkması vesilesiyle buradayız. Bu, Başbakanlık’tan ayrıldıktan sonra verdiği ilk mülakat. Daha önce kendisiyle röportaj yapmış olmama rağmen heyecanlı ve biraz gerginim. Sorulacak çok şey var. Ama politika konuşmak istemediğini, yalnızca kitapla ilgili soruları yanıtlayacağını söylüyor. “Siyasi sorulara cevap vermek için daha çok vakit var. Başbakanlığı bıraktım ancak siyaseti bırakmadım. Ama bırakın bu seferlik sadece kitabı konuşalım” diyor. Yine de söze yeni ruh halini sorarak başlıyorum…
Başbakanlık’tan ayrıldıktan çok kısa süre sonra yeni kitabınız çıktı. 1-2 hafta içinde mi yazdınız yoksa!
2002 yılında başdanışman olduğumda 4-5 kitap projem vardı. Hayatımın akışı değişince o projelerin çoğu kaldı. Osmanlı tarihinin nasıl okunacağına dair bir çalışmam vardı. Tarihi Derinlik adını vereceğim kitabıma mukaddime gibi olacaktı. Bir bölümü şehir ve medeniyet üzerineydi. Baktım çok iyi seyreden bir bölüm oldu, ayrı bir kitap olarak yayımlamaya karar verdim. Bu kitabın yüzde 80’ini uçakta yazdım. İlk bölümdeki şehirlerle tanışma hikâyelerimi son 4 ay içinde yazdım. Teorik kısmı çok önceye dayanıyor
Başbakan olmamak nasıl bir duyguymuş? Siyasetin zirvesindeyken şimdi sade bir milletvekilisiniz. Boşluk hissediyor musunuz?
Herhangi bir vazifeyi ya da mesleği hayatınızın esası kabul ederseniz, ayrılınca boşluğa düşersiniz. Ama hayatınızın esasını anlam dünyanıza oturtmuşsanız, meslek ve makam sadece o anlam dünyasının bir parçasıysa, öyle hissetmezsiniz. İnsanoğlunun varoluşsal anlamda en önemli anları, bitiş ve başlangıcın buluştuğu anlardır. 22 Mayıs kongresi sonrası bitişle başlangıcın kesiştiği noktadaydım. Hâlâ siyasetin içindeyim. Kopmadım. Hiçbir şevk kaybı hissetmiyorum. Çok yoğun bir devlet temposu vardı. Bir tek o anlamda yoğunluğum azaldı. Hayatta en güçlü insan kendisiyle barışık olandır.
Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz?
Kontrollü. İrademi kullanmanın mutluluğunu hissediyorum. Kendi programımı yapıyorum. Sahurdan sonra uzun süre okuyorum, yazıyorum. Başbakanlığı bıraktığımdan bu yana öğleden sonraki tüm mesaim kabullerle geçiyor. İstanbul’a geldiğimde öğrencilerimle buluşuyorum. Aileme daha fazla vakit ayırıyorum. Sare Hanım, Mehmet ve Hacer ile evde derse başladık.
Ne dersi?
Hayat dersi gibi. Hacer, kendi yazdıklarını okuyor. Mehmet, yaşadıklarını aktarıyor. Bugünlerde daha çok ramazan üzerine sohbet ediyoruz. Buna vakit bulabilmek o kadar güzel ki!
Yeni durumu evdekiler nasıl karşıladı?
Ayrıldığım gecenin sabahı küçük kızım Hacer bir metin getirdi. “9 sene önce Ankara’ya geldiğimizde babamın ‘Her şeye alışabilirsiniz ama bu makamlara alışmayacaksınız’ demesinin sebebini şimdi anlayabiliyorum” diye yazmış. Hacer, mekâna parçası gibi bakar. İstanbul’dan ayrılmaktan hiç memnun olmamıştı. Ama Ankara’da çok sevdiği mekânlar ve dostluklar edindi. Şimdi bu ayrılık hüznü dışında son derece memnun, onunla daha fazla vakit geçirmemden mutlu oluyor.
Olup bitene Sare Hanım ne diyor?
Bu onun da yaptığı bir görevdi. Onurla yapıyordu ama zorlanıyordu. Şimdi doğal hayatımıza dönmüş olmanın rahatlığı var. Hastalarına daha çok vakit ayırabilecek. Ama şu sıralar yeni bir ev kurmanın telaşı içinde. Bu kararı 5 Mayıs’ta aldım. Bir anda hayatımızın bütün parametreleri değişti. Sare Hanım’a “Bir an önce konutu boşaltıp kendi evimize taşınmalıyız” dedim. Süratle bir ev buldu, döşedi. 1 ay olmadan, ilginç bir tesadüfle 7 Haziran’da, yani seçimin yıldönümünde Başbakanlık Konutu’ndan ayrıldık. Sare Hanım daha yaşananları tam olarak fark etmedi. O günden beri koşturuyor.
Günleriniz daha çok nerede geçiyor? İstanbul ağırlık kazandı mı?
Görevden ayrılmanın getirdiği doğal bir akış vardı. 22 Mayıs’a kadar görevimi sürdürdüm. 22 Mayıs’tan sonra Ankara’da biriktirdiğim kitaplarımı taşıma telaşı oldu. Çok sayıda ziyarete gelenler oldu. Geçen hafta itibarıyla İstanbul’a döndüm. Bundan sonra hayatımın genel akışı İstanbul’da olacak. Meclis faaliyetlerinin gerektirdiği ölçüde haftada 1-2 gün Ankara’ya gideceğim.
Hocalığa geri dönecek misiniz?
Ben hocalığı hiç terk etmedim. Ankara’da da o havayı tattığım bir atmosfer vardı. Çok az insana nasip olan bir tarihi şans bana nasip oldu. Yoğun bir teorik birikimden sonra devlet pratiği birikimim oldu. Bu tecrübeyi anlayan bir grup öğrenciyle çalışmalar yapmayı düşünüyorum. Yetişmiş öğretim üyelerinden ve devlet hayatında pratik tecrübe kazanmış arkadaşlardan oluşan özel bir grupla tecrübeler ışığında ülke ve millet olarak yaşadığımız sorunların çözümüne yönelmeyi, açılım ihtiyacı duyulan temel konularla ilgili fikri temrinler yapmayı istiyorum. Üniversite de ders vermeyi düşünüyorum. Öğrencilerden çok sayıda mesaj alıyorum, akademik hayata dönmemi istiyorlar.
‘ŞEHİRDE SIĞINDIĞIM GİZLİ YERLER VARDI’
Kitabınızda “Şehirler medeniyet idraklerinin mekâna yansıyan formlarıdır. Medeniyetleri kuran parametrelerin tarihi, siyasi ve sosyal zemindeki tezahürleri şehirlerde ortaya çıkar” diyorsunuz. Medeniyetler ve şehirler arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
İstanbul’da yetişmiş olmak, insana böyle bir kitap için yeterli idrak ve algı veriyor. Bu yüzden kitapta da “İstanbul benim hocamdır” diyorum. Çocukluğumdan beri şehir ve medeniyet arasındaki irtibatı yaşayarak gördüm. İstanbul Lisesi’nde yatılı okudum. Çarşamba günleri 2 saat dışarı çıkma iznimiz olurdu. Gülhane Parkı’na giderdim. Topkapı Sarayı’nı ve Boğaz’ı seyrederek bir şeyler okurdum. Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğimde sığındığım gizli yerler vardı. Rumeli Hisarı’nın dibinde, Aşiyan kapısının tam karşısına geçerdim. Oradaki bir kavuğun üzerinde saatlerce okur ve yazardım. Bunlar bir birikim oluşturdu. Köklü bir kültürün parçası olduğunuzu idrak edince önünüze sorular geliyor. “Medeniyetler mi şehirleri doğurmuştur, şehirler mi medeniyetleri doğurmuştur?” sorusu çok tartışılır mesela. Ben ikisinin de olduğunu göstermeye çalıştım.
Medeniyet kuran şehirler var. Roma, Medine ve kısmen Atina gibi… Medine şehri Hz. Peygamber tarafından dönüştürülüp kurulduğunda İslam medeniyeti doğdu. Sonrasında her İslam şehri Medine’ye benzedi. Eksen şehirler oluştu. Bir de medeniyetin kurduğu şehirler var. Bağdat, Abbasi Halifesi tarafından fermanla kuruldu. Göçle ya da kültürel etkileşimle aktarılan şehirler var. Buhara, Konya, Üsküp 3 ayrı şehir ama sokaklarına girdiğinizde aynı şeyi hissediyorsunuz. Medeniyet tarafından tasfiye edilen şehirler var. İskender çok sayıda şehir kuruyor ama Persapolis’i yıkıyor. Hayali şehir haline dönüşen şehirler de var. Selanik, Cordoba gibi… Marakeş, medeniyetin coğrafyayla bütünleştiği yerdir. Timbuktu’ya gittiğimde Büyük Sahra’nın ortasındaki o şehrin Marakeş’le nasıl bir hat oluşturduğunu gördüm. Jeokültürel Kuşaklar üzerinde şehirleri anlattığım yerler de oldu. Şehri keşfeden kendini de keşfeder…
Kitapta sıklıkla “Ben idraki” kavramından söz ediyorsunuz…
Ben idraki benim doktora tezimden itibaren siyasal ve tarihi bilinci oluşturan temel idrak olarak geliştirdiğim bir kavramdır. Kastettiğim insanın varoluşuyla ilgili idrakinin bir medeniyet formuna dönüşmesi. Mesela neden Roma ve Medine iki idrakin ürünü? Biri neden görkemli ve insanı ezen bir haşmetken, diğeri mütevazı ama tevazünün içinde görkeme sahip? İnsanoğlunun hayata bakışıyla şehirlerin oluşumu arasında bir irtibat var. Elhamra’da o güzel sarayın her bir köşesinde niye “La galibe illallah” ifadesi yerleştirilmiştir? Bu bir idraktir. “Allah’tan başka galip yoktur”. Yani “Sakın ola ki bu sarayda bu görkemin sana ait olduğunu zannetme” diyor. İşte bu bir idraktir. Ben idraki dediğimde insanın varoluşuyla ilgili idrakinden söz ediyorum.
Medeniyetlerin ‘ben idraki’nden kastım da medeniyet kurucu o idrakin oluşumudur. Mekke’den Medine’ye giden insanlar çok eğitim almış, büyük tarihi tecrübelerden geçmiş değildi. Sıradan insanlardı ama öyle bir idraki taşıyorlardı ki önce Medine’yi kurdular. Sonra Medine’yi örnek alan Kaşgar’dan Kurtuba’ya kadar bütün şehirlerin idrakini dokudular. Ya da Makedonya’dan İskender’le yola çıkanlar Pers medeniyetinden daha az birikime sahiptiler. Ama öyle bir serüven yaşadılar ki bugün bile adı İskender’le anılan şehirleri tespih tanesi gibi dizdiler. Bu bizim için de geçerliydi. Konya’da doğduğum için orayı ruhumun parçası olarak görürüm. Buhara’da ya da Saraybosna’da da Konya’nın havasını alırım. İşte bütün bu görünenin arkasındaki idrak ne? Bütün akademik çalışmalarımda bunu sorguladım. Bu da beni “medeniyetlerin ben idraki” çalışmasına götürdü. Kendinizi nasıl idrak ettiğiniz ile dışarıda şehri nasıl inşa edeceğiniz arasında bir ilişki var…
‘BAŞBAKANLIĞIM DÖNEMİNDE İSTANBUL’DAKİ YAPILAŞMAYA HEP ELEŞTİREL YAKLAŞTIM’
Yurtdışında ilk gittiğiniz şehir Londra’ymış. Ne hissetmiştiniz?
Romanlardan ve İstanbul Lisesi’nde okuduğum Batı klasiklerinden dolayı Batı kültürüne aşinalığım vardı. Londra ilk göz ağrım olarak beni hâlâ etkiler. Piccadilly Circus’u Taksim Meydanı’yla karşılaştırırım. Londra İstanbul’a göre daha mekanik, daha düzenlidir ama İstanbul kadar insanı kuşatmaz. Çocukluğum Fatih, Fener ve Balat’ta geçti. Kilise, havra, camii bir aradaydı. Asırlardan beri oraya gelen rüzgarın kültür ahengini hissederdim. Londra bana çok tek tip geldi. Bir şehrin, şehir sınavından geçmesi için 1000 yılı devirmesi lazım. Londra, İstanbul’a göre çok yeni bir şehir.
Ama 1830’lardan beri açık olan bir şemsiye dükkânını görünce etkilenmiş, İstanbul’un tarumar edilen şehir geleneği için hüzünlenmiştim diyorsunuz…
Kökleri yeni olan ama geleneği koruyan Londra ile kökleri derin olan ama geleneği tasfiye ederek büyümeye çalışan İstanbul arasındaki zıtlık bana ızdırap vermişti.
Peki, İstanbul’un bu tarumarından kimler sorumlu?
İstanbul’da geçmişten bu yana kadim bir şehir geleneği var. Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren başlayan, özellikle Mimar Sinan’la şekillenen kadim bir mimarisi var. 19 yüzyıl’da akslara doğru yayılmaya başladı ama o dönem de belli bir uyum içinde gelişti. Ne var ki İstanbul’un modernite ile karşılaşması esnasında modern bir şehir yaratmak adına köklü şehrimize hoyratça davrandık. Bu tek bir dönemde olmadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında vakıf eserlerinin depolara, ahırlara koyulmasından başlayan, yüzlerce caminin, sebilin, medresenin, külliyenin başka amaçlarla kullanılıp, tahrip edildiği bir dönem var. Modernite adına Vatan ve Millet caddelerinin açılması esnasında kaybettiğimiz eserler var.
İstanbul gibi organik bir şehri Paris gibi mekanik bir şehre dönüştürmeye çalıştığınızda organik hayat yok oluyor. Şimdi ise İstanbul, moderniteden küreselleşmeye geçme aşamasında. Köklü ve kadim tarihe sahip olan, moderniteyle yüzleşmiş ve tahribatını görmüş olan, küresel bir şehir olma iddiası taşıyan yegane şehir İstanbul’dur. Bu üçünün aynı anda gerçekleşmesi İstanbul için çok ağır bir yük. Başbakanlığım döneminde hemen hemen her konuşmamda, bizim dönem de dahil olmak üzere İstanbul’un tarihi dokusunun tarumar edilmesine isyan ettim. Başbakan olarak bu konuda toplumsal duyarlılık oluşturmaya çalıştım. Önüme gelen her projede belediye başkanlarına İstanbul’un ne kadar korunduğunu sordum. Özellikle “Tarihi İstanbul’da, Eyüp, Üsküdar ve Galata’da tek bir taş oynayacaksa haberimiz olacak” dedim. Yeni teknolojiler aldatıcı olabiliyor. Animasyon ile bir proje getiriyorlar ama o hayal dünyasının tarihi dokuya oturtulması esnasında doğabilecek faciayı düşünmüyorlar. İktidarımızın ilk yıllarında Haydarpaşa’ya yedi gökdelen projesi getirdiler.
Güya İstanbul’un yedi tepesiyle anoloji kuruyor. O projeye karşı çıkmıştım. Mimari olarak yaratıcı gelebilir ama Marmara’dan ya da Karadeniz’den tarihi yarımadaya gelirken Süleymaniye’yi, Ayasofya’yı o tarihi silüeti ezen her şey İstanbul’a zulümdür. İstanbul küreselleşmeyi tarihi dokuya zarar vermeyecek bir hattın dışında gerçekleştirmelidir. Ben hep bunu savundum. Maslak bile bana şehre çok yakın gelmişti. İstanbul’un gerek Kocaeli gerekse Tekirdağ hattında gelişebileceği alanlar vardı. Bunu yapmak yerine şehrin yakınında tarihi dokuya hançer gibi saplanan Gök Kafes, 16-9 gibi projeler yapıldı. Tek başına ele alındığında fonksiyonel ve faydalı görünen bu projeler o topografyanın içinde zulme dönüşüyor. Başbakanlığım döneminde bu konuya hep eleştirel yaklaştım. İstanbul çok hızlı gelişen bir şehir. Bu şehrin ihtiyaçlarına cevap verirken ama dokusunu kaybetmesine izin vermemenin yolunu bulmalıyız.
‘NEW YORK BENİ HİÇ CEZBETMEDİ’
Bir gençlik konferansı vesilesiyle 6 büyük şehri dolaşmışsınız. New York, Kudüs, Roma, Delhi, Katmandu, Pekin… Nasıl bir maceraydı?
O zamanlar Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyordum. Salih Tuğ Hoca İlahiyat Fakültesi dekanıydı. Karşılaştırmalı dinler konferansı gibi bir toplantı tertip edilmişti. Benim de katılmamı istediler. 24 yaşındaydım. Konferanslar gittiğimiz şehirlerin dini ve kültürel yapısıyla ilgiliydi. O dönemde gençlik konferansı teklifi geldi. 4 ay dinler tarihi ile ilgili bütün klasikleri okudum. İlk olarak Taoizm’in en temel metni olan ‘Tao Te Ching’i okudum. Konfüçyüs’un Analektler’ini, İncil’i ve Tevrat’ı bütünüyle o dönemde okudum.
İlk durak New York’muş…
New York’a ilk gittiğimde bende bir idrak boşluğu oluştu. New York modern insanın kibir ile hiçlik arasında yaşadığı zıtlığı yansıtıyordu. Gökdelenin tepesinden aşağıdakilere bakarken kibir hissedersiniz ama aşağıdan gökdelene baktığınızda hiçlik hissedersiniz. Bu dikotomi insanı sarsar.
Bir genç olarak Amerikan kültürünün en şaşalı döneminde Amerika’ya gitmişsiniz. O atmosferden hiç mi etkilenmediniz? Dönerken bir kot pantolon da mı almadınız!
(Gülüyor) Etkilenmedim demek mümkün değil tabii. O dönem New York medeniyetin en önemli şehriydi. Ama beni cezp etmedi. New York’ta yaşamak içimden geçmedi ama bu tüm batı şehirleri için geçerli değil. Vaktim olsaydı Heidelberg’de ya da Oxford’da bir süre kalmayı arzu ederdim.
‘HİNDU RİTÜELLERİNE KATILDIM’
Kitapta ilginç maceralarınızdan da bahsetmişmişsiniz. Malezya’da yaşarken Hint festivallerini hiç kaçırmıyormuşsunuz. Eviniz Çin Mahallesi’ndeymiş.
Hindistan’da bile unutulmuş Thaipusam festivali vardır. Malezya’da Sare Hanım ve çocuklarla gittik. Hinduların yaptığı bütün dini ritüelleri yakından izledik. Birisi ailecek resmimizi çekti. Ertesi gün Malezya’nın en büyük gazetelerinden birinde birinci sayfada resmimiz basıldı. “Bir Müslüman profesör çocuklarıyla birlikte Hint Festivali’ne katıldı” diye de başlık atmışlar! Kuala Lumpur’da herkes kendi kültürünü ve dini dünyasını ayrı yaşıyor. Orada çok büyük ilgi gördük. Çin yılbaşının kutlandığı bir gece nehir kenarında mumlar yakan bir kalabalık gördüm. Unutulmuş bir Çin geleneğini gerçekleştirerek ruh çağırıyorlardı. Yaşayarak elde ettiğimiz bu tecrübeler kitaplardan daha kalıcı olabiliyor.
Kurtuba’da kiliseye dönüştürülen camide namaz kılmaya kalkmışsınız, görevliler müdahale etmiş…
Kurtuba Camisi beni en çok hüzünlendiren yerlerden biridir. Dünyadaki en iyi ışık açılarının olduğu mucizevi bir eserdir. Maalesef haçlı zihniyetinin eline düşünce bütün pencereler kapatılmış. İçine bir kilise kondurulmuş. Böyle bir mekânda mutlaka namaz kılmam gerektiğini düşündüm. Sare Hanım ve çocuklarla girdik. Yanımızda İspanyol ev sahiplerimiz de vardı. “Siz görevlileri oyalayın ben köşede namaz kılayım” dedim ama gördükleri an engelliyorlar. Köşeye gittim. Bir rekat kıldım. Hemen başıma dikildiler. Pes etmedim, gece gidip dış kapısından sütunların arasına girdim. Namazımı kıldım.
KÂBE’DE ETTİĞİ DUANIN İLGİNÇ AKIBETİ
Başınıza daha talihsiz ya da komik bir şey geldiği oldu mu?
1983’te Kudüs’e ilk gittiğimde Lübnan’da Sabra ve Şatila katliamları yeni olmuştu. Ortam çok gerindi. Gece sokağa çıkma yasağı vardı. King David Oteli’nden sabah 04.30 gibi çıkıp, Mescid-i Aksa’ya gitmeyi planladım. Gündüz yolları iyice zihnime yazdım. İki arkadaş daha benimle gelmeye niyetlendi. Sabah vazgeçtiler. Planladığım gibi otelden çıktım. Tarihi surlardan girdim. Bütün Kudüs uyuyordu. Benim ayak seslerimden başka ses yoktu. Asker gördüğümde saklanıyordum. Mescid-i Aksa’nın kapısına kadar vardım. Sadece içerideki görevliler vardı. 15-20 kişilik cemaatle namaz kılacaklardı. Biri ayak sesini duyunca “İkra” diye bağırdı. İkra, oku demektir. Benim Müslüman olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Kuran-ı Kerim’den okumaya başladım. Nöbetçiyi tatmin edene kadar okudum. Sonunda çağırdı. Müslüman ve Türk olduğumu öğrenince sarıldı. Namazı beraber kıldık. Güneşin doğuşunu izledim. O sırada her şey olabilirdi. Birileri gelip, bizi götürebilirdi. Tarihin kaçınılmaz anları vardır. O şansı hissedersiniz. Yapmazsanız pişman olursunuz. İşte o anlardan biriydi…
Bir de Kâbe hatıram var. Kabe’de yaptığınız duanın kabul olacağına hiç şüphe etmeyin. İyi düşünün ona göre dua edin. Sare Hanım İstanbul’a döndü, ben kaldım. “Ya Rabbim en kısa zamanda beni buraya getir” diye dua ettim. Kabe’den çıktım. Dostum Hamdi Bey beni oradan aldı. Uçakla Amman’a gidecektik. Eski bir arabası vardı. Beni uçağa yetiştirmek için o arabayı bırakmış arkadaşının yeni arabasını almış. Medine yolunun yarısını geçtik araba bozuldu. Taksi tuttuk. Havaalanına yaklaşırken o da bozuldu. Medine havaalanına vardığımda uçağın kapıları kapanmıştı. Bir sonraki uçak da bir hafta sonraydı. Tekrar ihrama girdim. Mekke’ye geri döndüm. Dolayısıyla duam aynı gün kabul oldu. Gece Hira mağarasına çıkmak istedim. Herkes “olur mu öyle şey” dedi, dinlemedim. Arkadaşım Hamdi Bey de beni yalnız bırakmadı. Ben mağaranın içinde arkadaşım dışında sabaha kadar ibadet ettik. Ertesi sabah döndüğümüzde herkes cesaretimize şaşırdı. “Sizi orada yakalasalardı terörist zannedip, götürürlerdi” dediler. Hayatın kırılma anlarında o şansı değerlendirdiğinizde şans oluyor. Bu şansları değerlendirmek gerekiyor. Maceraperest olmakta fayda var.
‘ŞEHİRLERİ GECE GEZİYORUM’
3 şehirden Mekke-Medine, Kudüs ve İstanbul’dan “Varoluş idrakimin ufukları” diye bahsetmişsiniz. Bu 3 şehrin bugünkü durumları size ne hissettiriyor? İslam medeniyeti son yüzyılda neden kalıcı eserler bırakamadı? Gerçi rahmetli Zaha Hadid gibi dev bir isim çıkardık ama genel durum pek parlak değildi sanırım…
Bu konuda olumlu şeyler söylemek mümkün değil. Mekke ve Medine’de içimize işleyen şey metafizik dünyasıydı. 1988 yılında Medine’ye ilk kez gitmiştim. O günden bugüne birçok iz silindi. Bir bozulma görüyorum. Kâbe, sadelik ve derinliği bütünleştiren bir yapıdır. Baktıkça bakmak istersiniz. Ama şimdi Kabe’nin hemen yanında onunla uyumlu olmayan bir mimari gelişim var. Şehirler adıyla İslam şehri olmaya devam ederken doğasıyla bundan uzaklaşmaya başlıyor. Kudüs’te de aynı şekilde. Bu yüzden ben şehirleri genellikle gece gezmeyi severim. Gece, yozlaşmadan kaynaklanan bozulmanın izlerini görmüyorum. Yürürken şehrin ruhuna daha fazla nüfuz edebiliyorum.
Modern mimariyle aranız nasıl?
Modernitenin getirdiği mimari formlara karşı antipatim yok. Barcelona gibi bazı şehirlerde modern mimari ve geleneksel mimari özgün şekilde buluşmuş. Viyana ve Paris’te bulunmak da bana haz verir. Ezici bir mimari görmedim. Kendi içinde bütünlük oluşturuyor. O bütünlüğü fark edince rahatsızlık hissetmiyorum.
İstanbul ve Konya dışında yerleşmeyi isteyeceğiniz bir şehir var mı?
Mardin’de bir evim olmasını hep istemişimdir. Edirne’de Selimiye’yi gören bir ev de hayal ederim. Kızılırmak’ın kenarında Amasya’nın yalı evlerinden birinde de olabilir. Diyarbakır’daki Sur’un içinde bir yer de olabilir.
Diyarbakır demişken ‘Sur’u Toledo yapacğız” sözünüz tartışma yaratmıştı…
O sözüm istismar edildi. Toledo’nın aslı Endülüs şehridir. Toledo’nun özel dokusunu korumak için kanun bile çıkarıldı. Sur’un da Toledo gibi korunmasını kast etmiştim. Tarih bilgisi olmayan, Toledo’yu sadece faşist dönemle bilenler sözlerimi yanlış yere çektiler.
‘TOPKAPI SARAYI TEVAZU VE GÖRKEMİN KESİŞMESİDİR’
Topkapı Sarayı’nı sizi en çok etkileyen altı mimari eser arasında sayıyorsunuz. Topkapı’nın sizin için önemi ne?
Topkapı Sarayı’na dışarıdan bakıldığında hem denize hâkimdir hem de arkasını şehre vermiştir. Denize doğru baktığında karşı yakayı görür. Diğer taraftan bakınca da İstanbul şehrini temaşa edersiniz. Galata, Süleymaniye ve Harem’i aynı anda görebilirsiniz. Dışarıdan bakıldığında da şehrin topografyasına bu kadar uygun başka bir saray olamaz. Sarayların şehre “Biz buradayız, sizi her an denetleriz” diyen bir havası vardır. Hâlbuki Topkapı Sarayı şehrin içine yerleştirilmiş bir saraydır. Tevazu ve görkemin kesişmesi gibidir. Sizi ezmez. Yapıların hepsi birbiriyle bütünleşiktir. Çinilerin mavisiyle, yeşiliyle sizi estetik bir dünyaya sokar. Başka bir sarayda bunu göremezsiniz.
DAVUTOĞLU’NUN İSTANBUL’DA EN SEVDİĞİ 5 MEKÂN
-Süleymaniye ve Fatih civarındaki tarihi ortam
-Eyüp Sultan’da güneşin doğuşu
-Salacak’tan Topkapı Sarayı’na karşı gün batımı
-Yahya Efendi Dergâhı
-Rumeli Hisarı’ndan Boğaz seyri