15 Temmuz Darbe girişiminden sonra en çok gündeme gelen ve tekrar edilen hangi olgu, hangi olay ve hangi kelime varsa, Türkiye’de onların tamamının üzerinde en derin sohbetleri yapabileceğiniz İsimlerin başına gelir Yazar Şemsettin Özdemir. Aynı zamanda da Umran dergisi imtiyaz sahibi… yenihaberden.com sitesinden Hakan Çandır, Özdemir’le siyasal ve sosyal hayatta, Müslümanların, Cemaatlerin ve Devletin ne olduğu, neye dönüştüğü, nasıl dönüştüğü ve beklenenleriyle, sürprizleriyle filmin sonunu derinlemesine konuştu. İşte en çarpıcı tespitlerle sadece bir darbenin değil, bir dönemin anatomisi…
DEVLET ve MUHAFAZAKÂR KESİM
Malum gündem 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili piyasada bir hayli analiz var; velâkin idrak boyutu yüksek bir okumaya çok nadir rastlıyoruz. Bu minvalde sizin epeydir savunduğunuz “DEVLETİN MUHAFAZAKÂR KESİMLE VE KÜRTLERLE BARIŞMA YOLUNA GİTMESİ” tezinize kısmen Takvim Gazetesi G.Y.Y. Ergin Diler değindi köşesinde. Devletin böyle bir karar almasındaki ana faktör nedir? Devlet buna mecbur mu kaldı ya da bölünme tehlikesi mi bu politikayı kaçınılmaz kıldı?
Tabi önemli bir sorudur bu. Benim zannı galibimce, Devleti yönetenler, 1920’lerde Lozan antlaşmasıyla birlikte istemeyerek de olsa bir takım ciddi kararlar vermek zorunda kaldı. İstanbul’u ve Anadolu’nun çeşitli yerlerini işgal altında tutan güçler, savaşın galipleriydiler ve ordusu lağvedilen Osmanlı ise mağlup idi. İşgal güçleri, mağlup olanlara bir takım isteklerini dayattılar. Yani bizdeki meşhur bir deyimle, “KIRK SATIR MI, KIRK KATIR MI” dediler. Yüz katırı olan o günkü mağlup güçler ise, kırk katıra razı olmak mecburiyetinde kaldı. Şimdi kırk satır ve kırk katırın bir tarafı şudur: işgal edilen bölgelerin işgalde tutulması, ikincisi ise İslam’dan, medeniyetten, Osmanlıdan ve bütün tarihi değerlerinden kopmayı taahhüt ederek, Anadolu’nun işgal altındaki yerlerine tekrar kavuşmak. Böyle bir şantaj yaparak, Batılılar o dönemdeki idarecilerimizi zorlamış olabilirler. Bu benim için bir gayb ve öyle zannediyorum ki bu duruma, işgal güçlerinin Anadolu’yu terk etmesi için gelindi veya isteyerek yapıldı; çok da önemli değil. Önemli olan neticesidir ki, o da bir sebeple bütün değerlerden vazgeçerek bir Milletin köklerinin dinamitlenmesiydi. Tarihte bu durumla karşılaşan hiç bir ülke yoktur. Çin bile Komünist ihtilal yaptığı halde Arap alfabesini Müslümanlar kaldırmadı. Çinceyi koydular, ama diğerlerini kaldırmadılar.
Sonuç itibariyle Türkiye’de, 50–60 sene bu yönetimler kendi halkıyla ve onların değerleriyle savaştı. Kürtleri yok saymanın yanı sıra, Müslümanlara yönelik en küçük bir İslami yapılanmayı irtica paronasıyla ezmeye çalıştı. Bu yaklaşımın sonu yoktu ve son zamanlarda yaşadığımız durum şunu ortaya koydu. İletişim çağında yaşadığımız şimdiki Dünyada hiçbir şey gizli kalmıyor ve anında ortaya çıkıyor. Her şeyden anında haberdar olan yeni nesil gençlik ve etnik guruplar hemen harekete geçiyor ve bu durum küresel çapta bir eyleme dönüşebiliyor. Netice itibariyle bu fiili durum, küresel güçler açısından son derece vahim sonuçların da önünü açmış oluyor. Bu noktayı ilk fark edenlerden Rahmetli Özal, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne diye bir büyük hedef ortaya koydu ve bunu meçhul bir şekilde canıyla ödedi. Türkiye’nin büyümesini aslında hiçbir Batılı ülke istemiyordu ve halende istemedikleri çok net ve bunu, yaşadığımız darbe girişiminden sonra da artık açık açık dile getirir oldular. Bu minvalde, Devletin içinde öteden beri her daim var olmuş Milli unsurlar son yıllarda şunu görmüş olabilirler. Eğer Türkiye eski reflekslerle devam eder, Milletin yüzyıllardır süre gelen değerlerine ve geleneklerine sırt döner ve onları yok sayarsa, bu durum neticesinde, bırakın Türkiye’nin büyümesini, tam aksine hızla küçülme ve akabinde parçalanmayla dahi sonuçlanabilir.
Bu vakıa Kürt kesim içinde geçerli olmakla birlikte, Müslüman coğrafyanın asli bir parçası olan Kürtlerin de bu toprakların mayası olduğu unutulmamalıdır. Kaldı ki Türkiye son yıllarda yurtdışına barış amaçlı askeri birlikler gönderdi; Somali, Kosova ve Afganistan gibi. Bütün bunlar şunu gösterdi bizlere ve Devletin içindeki Milli unsurlara: O ülke halklarının Türkiye’ye olan yoğun sevgisi ve sempatisi. Bu durumu özellikle askerler bizzat gördü ve yaşadılar. Bu görülen ve yaşanılanlar, bizdeki Milli duyguyu tahrik etti ve kendi kendimize şunu sordurdu. “Yıllarca biz kendi Milletimizin değerleriyle uğraştık ve olmadık işler yaptık ama başka halkların bize olan bu teveccühünü görünce, biz neymişiz de farkında değilmişiz” dedik. Benim kanaatim, buna benzer yaşanılan Milli Duygu yoğunluklu vakıalar, Devletin karar alma mekanizmalarında etkili oldu. Bu bir kanaat; yüzde yüz bir ispatım yok. Lakin hem içte hem de dışta yaşanılan buna benzer birçok müspet olayların etkili olduğunu düşünüyorum.
Fakat iş neticesi itibariyle bir şey ifade eder. Bu olaylar Akpartinin ilerleyen yıllarında daha çok belirginleşti. Haddi zatında biliyorsunuz ki, Akparti iktidarının ilk yarısı oldukça sıkıntılı geçti. 2002 yılında başlayan süreç birçok badireler atlattı. Bir oy ile ipten dönen kapatma davasından tutun da, laikliğin kalesi olan Çankaya’ya A.Gül’ün seçilmesi gibi daha birçok vakıalar eşliğinde bu silsile, 2008 de 27 Nisan e-muhtırası ile zirve yaptı. Tabii bir Dolmabahçe serüveni vardır ki, bu durum yaşanılan süreçte de etkili olmuştur. Her iki tarafın da sır olarak tuttuğu bu görüşme gelecekte gün yüzüne çıkar mı bilemiyorum, ama sonuç itibariyle bu ülke için olumlu neticeler doğurmuştur. Şimdi benim buradan vardığım kanaat şudur: 2007–2008 yıllarından sonra Devlet, kendi tarihiyle ve Milletinin değerleriyle barışmaya karar verdi ve buna Kürtler de dâhildir. O sebepledir ki barış süreciyle birlikte birçok adımlar atıldı ve eğer karşı taraf çatışmaya tekrar başlamasaydı daha da çok adımlar atılacaktı. Bu vesileyle, Devletin barış süreci adı altında başlattığı Kürtlerle barışma sürecini mutlak manada HDP ve avenesinin baltalamış olduğunu da belirtmek isterim. Haziran seçimlerinde yakalamış oldukları başarıyı kötüye kullanan HDP, artık kimin dolduruşuna geldiyse bilemiyorum, Kürt halkının yoğun yaşadığı Güneydoğu’da hendekler kazarak, tekrar çatışmayı körükleyip, adeta kendi sonunu hazırlamıştır. Bu olayda Devlet veya Hükümet fark etmez, yüzde yüz haklıdır. Keza barışı karşı taraf bozmuştur.
Bütün bunları, Devlet korktuğu için gerçekleştirmedi. Bilakis gönüllü olarak, kendi iradesinde ve bir süreç dâhilinde başlattı. Bu sürecin sonucunda Cihan Şümul bir Türkiye hedeflenmiş olabilir. Türkiye de artık her şey konuşulur hale geldi. Bununla birlikte Türkiye, kendi uçağı, tankı, otomobili, silahı ve gemisi gibi de birçok alanda Milli üretime yöneldi. Batı, bu çıkış karşısında paniğe kapıldı ve kontrolden çıkan Türkiye’yi frenlemek amaçlı harekete geçti. Bu son yaşadığımız darbe bunun en net göstergesidir. Dolayısıyla o günkü yani 1920’lerdeki Türkiye kadroları, şartlar gereği karar vermiş olabilir ve bu, kesinlikle arızi bir durumdur. Bugün ki durum ise Türkiye’nin bin yıllara dayanan daimi durumunun fiiliyata dönüşmesidir ki, ben bunun Devletin Milli unsurları tarafından uygulamaya konmuş olabileceğini düşünüyorum.
****
Devletin bu noktaya gelmesinde Erdoğan’ın etkisi ne kadardır? Devleti Erdoğan mı ikna etmiştir yoksa Devlet, toplumdan gelen yoğun Milli dalga karşısında mecbur mu kalmıştır?
Erdoğan’ın Milli duruşu ve etkinliği tabii ki yadsınamaz; lakin bu karar Devletin kendisine aittir. Keza, bu Devletin bin yıllara dayanan Milli bir geleneği ve tarihsel bir arka planı vardır ve bu durum bir müddet kesintiye uğrasa da kırılma noktalarında kendisini her daim göstermiştir. Evet, Tayyip Bey gibi cesur ve gözünü budaktan sakınmayan bir liderin olması da bu durumla örtüşmüştür. Bu aynı zamanda Türkiye için de büyük bir kısmettir. Dolayısıyla eğer bizzat Devletin içindeki Milli unsur buna karar vermemiş olsaydı, geçmişte olduğu gibi Tayyip Beye ve iktidara birçok tuzak kurabilirler ve yürünülen bu yolda ayrı düşebilirlerdi. Bunun neticesinde de büyük bir çatışma ortaya çıkardı. Şu durumda bunun tam aksini gözlemliyoruz ve hatta yaşıyoruz.
Bu duruma Akparti’nin kapatma davasını misal gösterebiliriz. O gün parti sadece bir oy ile ipten dönmüştü ve o bir oy askere ait idi. Eğer o gün parti kapatılsaydı, bugün belki çok farklı şeyler konuşuyor olabilirdik. Dolayısıyla bu MİLLİ KARARIN, Devletin özünden ve kadim tarihinden kaynaklanan bir refleks ile verilmiş olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki mantık da bize bunu dayatıyor adeta. Keza, tarih sahnesinde var olmak isteyen hiçbir Devlet, kendi Milletinin değerlerini uzun süre yok sayamaz ve onlarlar çatışmaya giremez. Aksi durumda bunun bir beka sorununa dönüşeceği kaçınılmazdır. Sonuç itibariyle karar verilip uygulamaya konulan bu süreç aynı karalılıkla devam edecektir. Bu kararın içerisinin doldurulması ise Devletten çok toplumun ve Milletin kararları sonucunda oluşacağını düşünüyorum.
****
Toplumun geniş kesimlerinde, İslam’ın bu toprakların harcı olduğu kanaati hâkim; sizce de Müslüman kesim bu bölünmenin önündeki tek engel midir?
Kesinlikle öyle. İslam bu toprakların vazgeçilmez harcıdır. Geçmiş uygulamalar kendi çapı kadardı ve bugüne kadar öyle veya böyle getirdiler bizleri, ama artık bitti. Aksi durum, Türkiye’nin, Suriye ve Libya’ya dönüştürülme çabasına hizmet etmiş olacaktır. Türkiye’nin kendi problemleriyle yüzleşmesi ve onları gündemine alarak vuzuha kavuşturması kaçınılmazdı. Geçmişte bazı siyasetçilerin bu tür kangren olmuş problemlerin gündeme getirilmesi konusunda hazırlıklı olmadıkları gibi yeterli donanıma da sahip değillerdi. Hatırlarsanız S.Demirel henüz vakti değil demişti; bu tür şeylerin konuşulmasının. Mesela Ecevit bazı şeyleri gündeme getirmeye çalışmış ve bir takım çevreler, zamanı değil diye tepki göstermişti. Yani bu gibi şeylerin insanın başına bela açabileceği söyleniyordu. O sebepledir ki önemli olan her şeyin yeri ve zamanlamasıdır. Belli ki o dönem şartlar ve ortam henüz oluşmamıştı; bu tür sorunların çözümü için.