Hakan Çandır’ın yenidenhaber.com’da Şemsettin Özdemir ile yaptığı söyleşinin ikinci kısmı..
Son dönemde toplumun gelişmesiyle dinin bütün alanlara taşındığını söyleyen Yazar Şemsettin Özdemir, bir zamanların moda deyimi irticanın yaygaralarının gündeme gelmediğini bunun en önemli nedeninin de bu yaygaranın zaten yalanlara dayalı olmasından kaynaklandığını kaydetti.
Şemsettin Özdemir söyleşisi dünden devam…
Yıllarca bu toplumu dinsizleştirmekten ziyade, dini hiçbir işe karıştırmayan, Allah ile kul arasına hapseden, pasifize olmuş şekilde varlığını sürdürmesi projesi artık iflas mı etmiştir?
Yani bu toplumun ayakta kalabilmesinin ve yaşam kaynağı olan İslam dininin, kamusal alan dâhil her yerde görünür olması, yaşadığımız son darbe ile Devletin bir kurumu olan Diyanetin, darbe gecesi camilerden salalar okutarak Milleti sokaklara çağırması, Allah ile kul arasına hapsedilip pasifleştirilen dinin, aktifleştirilerek toplumsal yaşamdaki işlevselliğinin artırılmasına mı geçilmiştir?
Evet, ilginçtir ki bu soru bana şunu hatırlatmıştır. Birçoklarına göre Türkiye’nin kurucu refleksi Sünni yani Osmanlıdan gelme Hanefi ama dinin içeriğinin pek olmadığı bir inanç sisteminden ibarettir. Yani adı var ama kendisi yok. Dinsizleştirme yok ama dinin içinin boşaltılması gibi bir garabet söz konusu. Fakat sonra bu durum bir değişime uğradı. Din, toplumun gelişimiyle birlikte bütün alanlara taşındı ve bu güçlü dalga karşısında itiraz edenler de bu duruma alışmak zorunda kaldılar.
Dikkat ederseniz irtica yaygaraları biranda kesildi. Birden bire mi bitti bu tehlike? Ne oldu da yok oldu? Tabii ki hayır; çünkü zaten yalandı. Bu, toplumun bir kesiminin kendi çıkarı doğrultusunda ürettiği bir yalan idi. Sorunuzda değindiğiniz, camilerden salalar verilerek insanların meydanlara çağırılması çok önemli ve hayati bir uygulamaydı. Yakın tarihte yaşanan irtica paranoyalarından sonra gerçekleşen bu çıkış normalleşmenin yanı sıra, camilerin toplum nezdinde ki yerini hatırlatmış ve bu fonksiyon daha da geliştirildiği takdirde toplumdaki birçok sorunun çözümüne de kapı aralanmış olacaktır.
Aslında camilerin asli vazifelerindendir toplumun sorunlarıyla ilgilenmek ve onları müspet yönde yönlendirmek. Kaldı ki ileriki zamanlarda camilerin bu tür fonksiyonları artırıldığı takdirde, insanların kendi aralarında çıkan birçok sorunun, daha mahkemelere taşınmadan çözülmesi sağlanacaktır. Yetişmiş nitelikli imamlar camilerimizde istihdam edilmelidir ve bu yönde Diyanet kurumuna çok iş düşmektedir. Bu minvalde imamların bu işi bir meslek olarak yapmaktan ziyade, bir misyon sahibi olarak vazifelerini yerine getirmelidirler.
Diyanet kadrolarını %50 si dahi değişse gelecek nesiller açısından çok önemli bir fonksiyon icra edeceğini düşünüyorum. Değişecek bu kadrolar, toplumun birçok tali sorunlarını çözmenin yanı sıra, bu arabuluculuk vesilesiyle de hak ettikleri itibarı geri kazanacaklardır. Sistem laik bile olsa bu toplum Müslümanlaşmaya devam edecektir. Bundan sonra eski katı laiklik düzenine dönülme yönünde bir yaklaşım sergilendiği takdirde, toplum bu duruma geçmişteki gibi pasif reaksiyon vermeyecektir. Bu tür bir uygulama faciaya sebep olur ve Türkiye’nin sonunu getirir. Batılılar bu yönde fitneye sebep olacak girişimler denemek isteyebilir ve yerli olan Müslümanlar ve Kürtlerle barışan bir Türkiye batıya kafa tutacağı için, bu durum Batının işine gelmez ve aksi yönde bir çabaya girebilirler. Bu durumu fark eden Devlet, şu kararı almış olabilir: “Bu toplumun mayası olan İslam dinini ne kadar pasifleştirirsen, DEVLETİN BEKASI o derece tehlikeye girecektir ve bunu bertaraf etmek için de binlerce yıldır süregelen asli unsurlarının önünü açarak ve hatta bizzat öncülük ederek, Devletin beka sorununu ortadan kaldırmak durumundayız.” Tüm bunların neticesinde öyle zannediyorum ki, Devlet ve hükümet arasında varılan bu Milli mutabakat sonucunda, dış güçlerin de desteklediği artık kesinleşen bu darbe girişimi akamete uğratılmıştır.Aksi durumda bu kadar generalin olduğu bir girişim başarılı olabilirdi.
Dikkat ederseniz zaten bu darbe girişimi, idareciler de dâhil, toplumun her kesimi tarafından ortaya konulan dini reflekslerle bertaraf edildi. Dikkat ediniz; Laiklikle falan değil; tamamen dini reflekslerle. O sebeple dinin son derece geniş alanlarda yankı bulması ve devlet desteği ile toplumun camilerden salalarla meydanlara çağrılması, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa olan bir şeydir. Ve farkındaysanız bu durum, geniş laik kesimlerde de, bir korkuya ya da karşı duruşa sebep olmamıştır. Olan kesim varsa da azınlık olarak kalmıştır. Bu çok önemli ve büyük bir sıhhat işaretidir. Bu fiili durum devam ettiği sürece, Batılılar ne kadar oyunlar denerlerse denesinler sonuç alamayacaklardır. Netice itibariyle burası bir kabile devleti değil, tam aksine, binlerce yıllık oluşmuş kadim devlet geleneğine sahip topraklardır. Tarihi arka planı, değerleri ve belli bir geleneği olan, en son yıkılan devleti 620 yıl yaşamış bir devletin devamıyız biz. Her daim bizi bitirdikleri zannettikleri an da yeniden diriliş gerçekleştirdik.
Bugün yaşadıklarımız da bu tarihi kırılmanın bir dönüm noktasıdır. Dolayısıyla İslam dininin bu toprakların harcı olduğunu kabul eden, devletin içindeki, – illa ki çok dindar olması gerekmez bunların- vatanperver, milli duyguları ağır basan unsurların, Müslümanlıkla barışmaktan başka çareleri yoktur. Bu vesileyle şu anekdotu aktarmak isterim. Rahmetli Cemil Meriç anlatır. Sanırım Fransa’da Komünist partililerin olduğu bir ortamda konuşmalar esnasında o ara bir Papaz girer içeri, belirgin kıyafetleriyle. Önemli konumda olan komünist biri, papazı görünce hemen ayağı kalkar, büyük bir saygı ile hürmet gösterir ve çıkarken de kapıya kadar uğurlar. Bu olay karşısında Cemil Meriç, hayretle o komünist üstadına sorar: “Dedim, ya hayırdır Üstad ne iştir, kimdir bu şahıs, böyle yüksek bir saygı ile muamele gören? Ne bu dine bu kadar sempati duymak, bir komünist olarak?” Fransız, bir dakika der, C.Meriç’e ve ekler: “o iş başka bu iş başka; o bizim ülkemizin din adamıdır ve son derece saygı duyarız.” der.
Cemil Meriç orada büyük bir şok yaşadığını belirtir. Dolayısıyla yukarıdaki misalin tam aksine, bu topraklarda yıllarca kendi değerlerine düşman bir nesil yetiştirildi ve onlara da yazık oldu. Hem bu Ülke için hem de tüm İslam coğrafyası için büyük bir kayıp oldu. Lakin hamd olsun bugün bu badireyi atlatmak üzereyiz. Yeter ki gelecek nesillere yönelik kaliteli insanlardan oluşan ahlak abidesi kadrolara ağırlık verelim. Netice itibariyle bu ülkenin hayat değerleri İslam’dır ve er ya da geç bu toplumun geniş kesimleri, gelecekte yine en büyük medeniyeti kurabileceklerdir. Dininin estetik bir şekilde yaşam kaynaklarını harekete geçirerek, milletin de rahmet olarak gördüğü bir modeli, gelecek nesillerin gerçekleştirebileceğine inanıyorum. Bu aynı zamanda tüm insanlık için de bir model olacaktır.
Devletin politikasındaki bu fiili durum ‘Yeni Osmanlıcılık’ mıdır? Yoksa mevcut şartlara uygun bir şekilde Türkiye’nin önderliğini önemseyen Devletlerle daha SAMİMİ ve İŞLEVSEL bir politika mı yürütülmesi midir?
Hayır; yeni Osmanlıcılık diye bir şey söz konusu değildir. O, eğrisiyle doğrusuyla bizim tarihimizdir; yaşandı ve bitti. Hiç kimse Osmanlı gibi bir imparatorluk kuramaz, kursalar da kabul görmez. Bu, bizimle tarihi bağları bulunan muhatap olduğumuz devletler açısından da böyledir. Bizler yeni bir devlet hayali kurarken, tarihi bağlarımız bulunan devletleri baskı ve metazori ile kendimize bağlamaktan ziyade, mevcut yapılarıyla gönüllü bir ittifak söz konusu olabilir ancak.
Yine her ülke kendi şartları içerisinde varlığını sürdürürken, aynı dine sahip olan bu topluluklar bir araya gelerek bir İSLAM MİLLETİ, yani MİLLET-İ İBRAHİM dediğimiz o modeli hayata geçirebilmelidirler. Bu topluluklar hangi asabiyete mensup olurlarsa olsunlar bir üst kimlik olan İslam’ın çatısı altında bir araya gelmek zorundadırlar. İllaki hudutların kalkması gerekmez. Böyle bir oluşumda zaten izafileşir bütün hudutlar ve herkes kendi vatanında dolaşır gibi giriş çıkış yapar. Kaldı ki, insani değerlerin ön planda olduğu, hayırlarda yaraşıldığı, tüm güzelliklerin yaygınlaştırıldığı bir sistemi emrediyor bize Kur’an. Hiçbir zaman başka toplumları emperyal olarak sömürmeyi söylemiyor. Her toplumun değerlerinin korunması gerekmektedir.
Biz Osmanlı döneminde bile en büyük yatırımı Balkanlara yaptık. Bizim medeniyet algımız imar etme yönündedir. Bu minvalde imardan ziyade kadim medeniyetleri tarumar eden bir suimisal vermek isterim. Örneğin DEAŞ denen ucube örgüt, sözde İslam adına, Suriye ve Iraktaki tarihi eserleri yıkarak, yaşanmış kadim medeniyetleri ki bu Müslüman ya da gayrimüslim hiç fark etmez, hepsini yok etmişlerdir. Hâlbuki İslam adına savaştıklarını söyleyen bu güruh, Kur’an’dan azıcık haberdar olsalardı, bu yaptıklarının Allah’ın ayetlerinin hilafına olduğunu bilirlerdi.
Kur’an’daki şu ayet bu duruma delildir: “Arzda seyretmediler (gezip dolaşmadılar) mi ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl oldu! Nazar edip (akıl gözü ile ders alarak) görsünler! Allâh onları dumura uğratmış! Bu hakikat bilgisini inkâr edenlere de onların benzerleri söz konusudur!” Muhammed Suresi
****
“Arzda gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl oldu basîretle görsünler? Onlar (öncekiler) kuvvet itibarıyla bunlardan daha şiddetli idiler… Ne semâlarda ve ne de arzda hiçbir şey Allâh`ı etkisiz bırakacak değildir! Muhakkak ki O, Aliym`dir, Kaadir`dir.” Fâtır Suresi
****
“Yeryüzünde gezip dolaşıp bakmazlar mı ki, onlardan öncekilerin sonu nasıl oldu? Onlar (öncekiler), kuvvet itibarıyla bunlardan (şimdikilerden) daha şiddetli idiler… Arzı sürüp altüst etmişler ve onu (yeryüzünü), bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi… Onların Rasûlleri onlara açık deliller olarak gelmişti. (Demek ki) Allâh onlara zulmetmiyordu; ne var ki onlar kendi nefslerine zulmediyorlardı.” Rûm Suresi
****
“Arzda seyretmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl oldu nazar edip görsünler! Onlar (öncekiler),bunlardan hem kalabalık, hem de kuvvetçe ve yeryüzünde daha çok eser üretmişlerdi. Kazandıkları, onları kurtarmadı!” Mû’min Suresi
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Allah bizlere önceki nesillerin kalıntılarına bakarak ibret almamız yönünde telkinlerde bulunuyor. Peki, Kur’an’dan habersiz DEAŞ denilen ucube örgüt ne yapıyor? Geçmişe ait ne kadar ibret alınması gereken medeniyet varsa hepsini yerle bir ediyor.
Tabii bu verdiğimiz suimisal, bu örgütün insanları katletmesinin yanında en hafifi olarak kalır. O bakımdan bütün İslam düşünce sistemi gözden geçirilmeli, özellikle de fıkıh ve içtihat olarak. İslam yeniden bir model olarak hayata hâkim kılınacaksa ki ben olabileceğine inanıyorum, ama bu lafla da olabilecek bir şey kesinlikle değildir. Bu, bilgi, örneklik ve hayatı doğru okuma ile olur. Daha da ötesi, vahyin ilkelerine uygun bir sistemin modelleşmesiyle olur. Emanetin ehline verildiği, bütün katmanlar arasında adaletin sağlandığı, ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal alanda, toplumsal hayatta sıkıntı oluşturmayacak şekilde herkesin hayatını özgürce yaşadığı, İslami değerlerin hâkim olduğu bir sistemin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu özgün ve iyi olana dönük bir sistemde, insanlara İslam’ı dayatmak da gerekmeyecektir.
Eski İslam kentlerine, Endülüs’e, Osmanlı’ya, Bağdat’a, Şam’a ve İstanbul’a her türlü dinden insanlar gelip yaşamış. Kimse kendilerine senin ne işin var burada diye sormamış. Yine yaşayacaklardır insanlar bu topraklarda; düşmanlık yapmadıkları sürece. Sonra bu insanlar diyecek ki, “İnsani yani fıtri yaşam şartları doğrultusunda, İslam bana karışmıyor; İslam bu işte ve ben istersem seçerim, istemezsem de seçmem.”
Dolayısıyla böyle bir modelin üzerinde kafa yormak lazım ve yine kanaatim o dur ki, şu kaos döneminin Müslüman dünya için çok uzun sürmeyeceğini ve müspet yönde bir vuzuha kavuşacağını görmekle beraber, ondan sonra tekrar karşımıza gelecek olanın şu olduğunu belirtmek isterim:
“BİZ MÜSLÜMANLAR OLARAK TÜM İNSANLIĞA NASIL BİR MODEL ÖNERİYORUZ ve O MODELİN NASILLIĞI KONUSUNDA CİDDİ ÇALIŞMALAR YAPMAMIZ LAZIM Kİ, ARTIK TEKLİF ETTİĞİMİZ BU MODELLE BİRLİKTE, İSLAM’IN YENİDEN DÜNYANIN BİR NUMARALI MEDENİYET GÜCÜ OLDUĞU ORTAYA ÇIKSIN.” O sebepledir ki, Vahyin hak olması tek başına yeterli değildir. O hak olan vahyi temsil düzeyinde, yaşanılabilir örnek nesiller yoksa veya bir ülkede muhteşem bir model olarak ortaya çıkmamışsa, istediğiniz kadar uğraşın; hiçbir şey çıkmaz. Kaldı ki Kur’an ortada ve Allah’ın koyduğu Sünnetullah da bu yönde.
Zaman zaman bazı coğrafyalarda ortaya konulan modellerin son derece bıktırıcı ve usandırıcı olduğuna şahit olduk. Ortaya konulan modeller yaşanılabilir olmaktan ziyade, teoriden öteye geçememektedir. Dolayısıyla böyle güçlü, yaşanılabilirliği yüksek, iddialı bir modeli ortaya koymalıyız ki, Batı medeniyetinin iflas ettiği konusunda söyleyecek sözümüz olsun. Ve sorumlu insanlar olarak kendi vazifemizi hiç kimseye yani devlet yönetimine, imamlara, hoca efendilere, şeyhlere ve mehdilere havale etmeden, hepimiz İslam’ın yedi milyar insan nezdinde, onun izzetine uygun bir temsiliyetini, bir hayat tarzını yerine getirmeliyiz ki, özelde bu toprakların genelde ise tüm ümmet coğrafyasının imarında bizim de bir katkımız olsun.
Lakin benim hayalim şudur: İslam ve Kur’an, bizlerden, hayatı bütüncül olarak ve her yönüyle bir okumaya tabi tutmamızı istemektedir. Bütün bu unsurları estetik bir şekilde kavrayarak, İslam’ın temel ilkelerinden asla taviz vermeden, çağımızın ihtiyaçlarına cevap verebilen, Hz. Peygamberin bize ilettiği dinamik ilkeler doğrultusunda, aynı zamanda bütün Peygamberlerin de uygulaya geldiği ana kaideleri içeren hakiki bir modelin ortaya çıkması elzemdir. Bu konuyu toparlayacak olursak. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, bu toprakların bekası yönünde atmış olduğu, Kürtleri de kapsayan, bu Milletin değişmez kadim değerleriyle barışma adımının meyvelerini, bizler göremesek de, 20–30 yıl sonra gelecek nesiller yaşararak göreceklerdir; inşallah…
HAKAN ÇANDIR’IN SÖYLEŞİSİ
DEVAM EDECEK