SSemin Gümüşel Güner Aljazeera Türk’te Prof.Dr. Kemal karpat ile konuşmuş.İşte o konuşmadan bir bölüm…
Prof.Dr.Kemal Karpat, Cumhuriyet ile yaşıt, Osmanlı’yı ve Türkiye’yi en iyi bilen tarihçilerden. Pek çok kitabı var. 2004 yılında yayımladığı İslam’ın siyasallaşması’nda ise Abdülhamid dönemini tüm detaylarıyla anlatıyor.
Karpat, Türkiye’de tarih bilincinin olmamasından şikayetçi. Abdülhamid ile ilgili güncel tartışmalara, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile karşılaştırmalara de tepkili, “Günün şartlarına, geçici görüşlere göre harekete edip tarihi belirli maksatlarla kullanmak adeta adet haline geldi” diyor. Prof. Karpat ile hem Abdülhamid’in aslında kim olduğunu hem de 15 Temmuz’u konuştuk.
Önce Haydarpaşa Eğitim Hastanesi’ne isminin verilmesi ardından 174. doğumgünü sebebiyle düzenlenen konferans, toplantılar… Sultan Abdülhamid çok gündemde. Ancak hakkındaki tartışmalarda ya göğe çıkartılıyor ya da kötüleniyor. Abdülhamid aslında kimdi?
Sultan Abdülhamid 100 sene unutulup her çeşit kötü söze maruz kaldıktan sonra birdenbire büyük ilgi toplamaya başladı. Bu gelişme, toplumumuzun tarih hakkında ne kadar bilinçsiz hareket ettiğini gösteriyor. Günün şartlarına, geçici görüşlere göre harekete edip tarihi belirli maksatlarla kullanmak adeta adet haline geldi. Abdülhamid, onu 1909’da tahttan indiren İttihatçılar, sonra Cumhuriyet döneminde Kemalistler ve aşağı yukarı iki sene evveline kadar ileri gelen düşünürler tarafından hep kötülendi. Abdülhamid, sultan olarak zamanın şartlarına göre hareket etmiş ve belki de o şartlar altında gerekeni yapmıştır. Abdülhamid’i ve o dönemi anlamak için iç ve dış koşullara bakmak lazım.
Neydi o dönemki iç koşullar?
Tanzimat’tan sonra bürokrasi gittikçe hükümete hakim olmuş ve bilhassa hariciye nezareti Türkiye’nin gidişatını tayin etmiştir. Bürokrasiye karşı padişahın eski otoritesini tekrar ele geçirmek için harekete geçen Abdülaziz tahttan indirilmiş ve halen konuşulan ölümü ile dönemi sona ermiştir. Sultan Abdülhamid 1876’da tahta çıkınca merkezi idaredeki bürokrasi ile karşı karşıya gelmiş, yavaş yavaş kendi iktidarını sağlamaya çalışmıştır.
Peki ya dış şartlar nasıldı?
O çok daha vahim. Çünkü 1877-78 Savaşı’nda Balkanlar elden çıkmıştır. Osmanlı ordusu perişan halde ve Osmanlı Devleti ağır bir para tazminatını Rusya’ya ödemek zorunda. Hadiseler “Savaşı, Balkanları kaybetti” diye Abdülhamid’e yükleniyor. Oysa gerçek şudur: Abdülhamid 1876’nın sonbaharında sultan oldu, Aralık ayında İstanbul Konferansı toplandı. Batı devletleri ve Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nu adeta bölüşmek gibi bir teşebbüste bulundular. O zamanki yöneticiler 76 Anayasası’nı ilan edip “Yeni bir düzen kuruyoruz, eşitlik getiriyoruz, vs.” diyerek Batılıları Osmanlı Devleti’ni paylaşmaktan vazgeçireceklerini sanıyorlardı. Hiç öyle olmadı. Bu savaşın çıkmasında Abdülhamid’in rolü yoktu. Ama savaş oldu, Sırbistan, Romanya, Karadağ müstakil devlet olarak tanındı. Bulgaristan otonomi kazandı. Oysa kabahat aramak yersiz, çünkü arada bürokrasi, aydınlar, yeni uyanmakta olan milliyetçilik var. Mühim olan şu, Abdülhamid gerçek manada iktidarı ele aldığı zaman, Osmanlı Devleti çökmek üzereydi. Dendi ki, Kıbrıs’ı verdi İngilizlere. Evet, verdi ama hiç olmazsa İngiltere’nin Osmanlı’yı Ruslara karşı savunacağı gibi bir vaat aldı.
“Devleti değil, toplumu içerden kuvvetlendirmeye çalıştı”
Sizce kabahati neydi Abdülhamid’in?
En büyük kabahati, ki 100 yıl boyunca bununla suçlandı, istibdadı getirmek, Yıldız Sarayı’nda mutlak bir hükümdar olarak devleti hükümdar etmek. Anayasayı rafa kaldırdı ve bir çeşit diktatörlük kurdu. Hepsi doğru. Bu bakımdan Abdülhamid’i aka çıkarmak mümkün değil. Fakat Abdülhamid’in asıl meselesi, bilhassa İngilizler Mısır’ı, Fransızlar Tunus’u aldıktan sonra başkaydı. Ana siyaseti, 1880’den sonra devleti değil, toplumu içerden kuvvetlendirmek ve nüfusu birbirine daha sıkı bağlarla bağlamak, iç dayanışmayı arttırmak. Böylece bir dini cemaat olan Müslüman toplum, siyasi bir millet haline dönüştü. Bu, hiç ele alınmayan bir meseledir. Gayri-Müslimlerin statüsü de yeni bir şekil aldı.
Abdülhamid o dönem iç dayanışmayı güçlendirmek için ne yaptı?
Mesela Türklük cereyanları Abdülhamid zamanında başladı. Bugün yeni Türk edebiyatı dediğimiz edebiyat onun döneminde oluştu. İlk kez halkın anlayacağı, halkın paylaştığı bilgilere ve değerlere dayanan, onları yansıtan, yeni bir edebiyat ortaya çıktı. Dili Türkçeydi. Osmanlı’da Müslüman topluluklar, Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar bu defa yeni bir kimlik altında bir siyasi topluma dönüştüler. Abdülhamid, bu farklı etnik grupları yeni, milli bir kavram altında birleştirdi: Türk. Ama nasıl bir millet? Irka dayanmayan, Osmanlı Devleti içinde çeşitli grupların, Müslüman grupların paylaştığı birçok ortak değere, geçmişe, aile yapısına, vs. dayanan yeni bir tür millet. Bu, sosyolojik açıdan yeni kavramlarla incelenmesi gereken bir millet oluşumudur. Bu millet ise Osmanlı şartlarından doğmuş, Osmanlı geçmişinden ilham alan, etkilenen bir toplum olduğu kadar ileriyi de tayin etmek zorunda kalan bir toplumdur. Önüne birçok değişim modeli sunulan bir toplum.
Sultan Abdülhamid ekonomiyi geliştirmek için özel mülkiyete, şahsi mülkiyete önem verdi. Her ne kadar devletin elinde araziler kalmışsa da, arazilerin büyük kısmı özelleştirildi. Yeni teşebbüsler gelişti, yeni iştigaller, meslekler ortaya çıktı. Bugün doktorluktan avukatlığa gayet olağan saydığımız modern mesleklerin büyük kısmı Abdülhamid devrinde geldi. Bu yeni mesleklere Müslümanlar da girdi. Bankalar kuruldu. Büyük demiryolları bu devirde yapıldı. Meslek okulları açıldı.
Körler, sağırlar okulu ve kızlar için meslek yüksekokulları da kurulmuş.
20-30 tane meslek okulunun yanısıra Mülkiye’den Tıbbiye’ye kadar, hepsi o dönemde kuruldu veya genişletildi. Orduda daha üst kurumlar bu devirde kuruldu. Birçok din okulu modern ilkokullara Abdülhamid döneminde dönüştürüldü.
Basın nasıldı o dönemde?
Modern basın Abdülhamid döneminde doğdu. Daha eskiden bir iki gazete vardı ama basının yaygınlaşması, görüşleri oluşturması, Tercüman-ı Hakikat, İkdam gibi Türkiye’nin kültür hayatında büyük rol oynamış gazeteler bu dönemde çıktı. 40 – 50 tane. Kitaplarda, gazetelerde herhangi bir konuyu tartışabiliyordunuz, siyaset olmadıkça, hürriyet kelimesi kullanılmadıkça. Mesela Tanzimat döneminde basılan kitap sayısı bin 500 – iki bin kadar. Abdülhamid devrinde bu rakam, 20 bin küsur. Ağırlık da ilmi saydığımız kitaplarda.
“Modern Türkiye’nin temelleri Abdülhamid döneminde atıldı”
Yaptıklarıyla modern Türkiye’nin temellerini attığı tezine katılıyor musunuz?
Modern Türkiye’nin ortaya çıkması için gereken temeller Abdülhamid zamanında atıldı. Okulundan ordusuna kadar… Unutmayınız ki Osmanlı Devleti Fatih zamanından beri müesseselere dayanan bir devlettir, bir aşiret devleti değildir. Evet, Abdülhamid devleti Yıldız Sarayı’ndan müdafaa etti, bir otokrattı, istibdat idaresini savundu, bunlar doğrudur. Evet, yurtiçi gezilere çıkmadı, korkuyordu. Birçok şahsi eksiklikleri vardı, ama dünyayı anlıyordu, tanıyordu ve devleti ayakta tutabilmek için, toplumu güçlendirmek için elinden geleni yaptı ve geniş çapta başarılı oldu. Fakat bunları yine müesseseler yani kurumlar yoluyla yaptı, bunların büyük bir kısmı Cumhuriyet’e geçti, Cumhuriyet bunları güçlendirdi ve Türkiye’nin bugünkü hale gelmesini sağladı. Neticede Abdülhamid önemli bir hükümdardır, miras bırakan bir sultandır. Abdülhamid hem iyi, hem kötü tarafları ile incelenmeli, göklere çıkarılmadan hataları ile ama yaptıklarını da inkar etmeden ele alınmalı.
Peki İslamcı mıydı?
Hayır. Onu çok meşhur eden, adını kötüye çıkaran, Pan-İslamizm meselesi… 1878’de yani o savaştan sonra Balkanlarda yaşayan Müslümanların büyük bir kısmı zorla yerinden çıkarıldı ve Anadolu’ya göçmeye mecbur edildi. Daha evvel Kırım’dan Kafkaslardaki Müslümanlar da yerlerinden edilerek Anadolu’ya göç etmeye mecbur oldular. 1878’de bu savaşların sonunda Anadolu hem İslamlaşmış hem Türkleşmiştir. Eskiden Anadolu’da yaşayan gayri-Müslim oranı yüzde 35’lerdeyken, nüfus birdenbire yüzde 80’e çıkmıştır. Eskiden çok karışık bir etnik, dinsel yapıya sahip Osmanlı’nın belkemiği Anadolu ve Trakya böylece halkın ezici bir çoğunluğu Müslüman bir ülke haline dönüşmüştür. İkinci olarak 19. yüzyılda Asya’da ve Afrika’da Müslüman ülkelerin hemen hemen hepsi Fransa’nın, İngiltere’nin, Belçika’nın, Hollanda’nın hakimiyeti altına girmişlerdi. 19. yüzyılda halifelik, dünya Müslümanları için bir umut kaynağı haline gelmişti.
Halifeliğin gücü var mıydı?
Sembolik olarak anlamlıydı. O yıllarda önceden Osmanlı’nın ismini dahi bilmeyen ülkeler Osmanlı’dan yardım istiyordu. Sumatra, Java, Hindistan… Abdülhamid gerçekçiydi, bu ülkelerin yardımına gitmek imkanı olmadığını biliyordu. Ne parası vardı ne de ordusu… Bunun için Abdülhamid dünya Müslümanlarının halifeliğe gösterdiği ilgiyi kullanmaya kalktı. İngiltere’yi ve Fransa’yı açıkça tehdit etti: Siz benim topraklarıma girerseniz, Anadolu’yu hatta Ortadoğu’yu, Suriye’yi, vs. işgal etmeye kalkarsanız, ben de halife olarak dünya Müslümanlarını size karşı başkaldırmaya davet ederim. Ama böyle herhangi bir teşebbüste bulunmadı. Arap dünyasıyla ilişkileri de güçlendirmeye çalıştı. Sonuçta İslamcılık Batı’nın aleyhine olduğu için, Batı alabildiğine Abdülhamid’e hücum etti. “Kızıl Sultan, şu, bu” diye onun en küçük hatasını büyük bir günah gibi göstererek, onu her yönüyle aşağıladı. Sonra biz de Batı’nın yazılarını esas tutarak Abdülhamid’i ona göre tanıdık.
Konuşmanın devamını okumak için..