Kendisini Irak-Şam İslam devleti olarak tanıtan ve kısa adıyla İŞİD olarak bilinen silahlı terör örgütünün Irak’ın Musul şehrini ele geçirmesi ve Türkiye’nin Musul konsolosluğunu ele geçirerek konsolos dahil 49 kişiyi rehin alması son aylarda bölgede yaşanan en kritik siyasi gelişmelerden biridir. Olayın küresel düzlemde, bölgesel boyutta ve Irak, Suriye ve Türkiye özelinde ayrı ayrı değerlendirilmesi ve geleceğe yönelik muhtemel güvenlik ve siyasi yansımalarının analiz edilmeye ihtiyacı var. İŞİD neyi temsil ediyor? Hangi stratejiyi takip ediyor? Bölgesel ve küresel ittifakları nelerdir? Türkiye ile hesabı ne?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, İŞİD ve benzeri şiddete meyyal ve merhametsiz silahlı grupların geniş Ortadoğu coğrafyasında ortaya çıkmasında iki ülkenin uyguladıkları politikaların etkisi var. Birincisi, Soğuk Savaş sonrası dünyada tek kutuplu bir hegemonik güç haline gelen ABD’nin 1990’lı yıllardan itibaren İslam dünyasına yönelik uyguladığı salt askeri yöntemlere dayalı çevreleme, bastırma, işgal ve kontrol yöntemlerinin yarattığı tepkisel direniş ortamlarıdır. Örneğin orijinal El Kaide diye bilinen ve Üsame Bin Ladin’in kurduğu örgüt ABD’nin I. Körfez Savaşı sırasında Saddam’a karşı operasyon düzenlerken Suudi Arabistan gibi İslam dünyasının kutsal merkezlerinin bulunduğu topraklarda askeri üsler kurması yatmaktadır.
Yine ABD’nin Filistin-İsrail sorununa siyasi çözüm bulunmasını başaramaması, çifte çevreleme politikası, şer ekseni söylemleri, 11 Eylül sonrasında izlediği Irak ve Afganistan işgali politikaları da şiddeti temel araç olarak kullanan İslami grupların büyümesini sağladı. Ayrıca Arap Baharı sürecinde bölgenin tamamında etkin bir aktör haline dönüşen ve siyasi ve ideolojik olarak demokrasiyle barışık ve dünyaya açık olan İhvan türü ana akım sosyal-siyasi hareketlerin bölgesel dönüşüm ve Ortadoğu’nun küresel sisteme entegrasyonu anlamındaki stratejik rolleri yeterince takdir edilemedi. Batının kendini İslam’la ilişkilendiren her hareketi ideolojik körlükle aynı kefeye koyma sonucu olarak bugün Arap dünyasında demokrasi güçleri değil, ya Sisi türü laik-otoriter askeri liderler yeniden güç kazanmaya başlıyor veya halka silahlı direniş yoluyla “cihad” ederek ayakta kalmayı vaad eden aşırı selefi gruplar ayakta kalabiliyor.
Burada İŞİD ve El Kaide gibi siyasi örgütlerin güç kazanmasındaki ikinci önemli sorumlular ise başta S. Arabistan olmak üzere bölgedeki otoriter körfez emirlikleridir. Demokrasiyi, modernleşmeyi ve her tür değişimi bidat olarak gören ve dış dünya ile ilişkilerini kaba bir biz ve öteki (tekfircilik) dikatomisi üzerine oturtan ideolojik öğretilerin temel kaynağı bu ülkelerin desteklediği bazı selefi okullardır. Pakistan ve Afganistan başta olmak üzere Kuzey Afrika ve Nijerya’ya kadar uzanan İslam coğrafyasında yaygınlaşan selefi Medreselerin yaygınlaştığı her yerde maalesef bir süre sonra İŞİD veya Boko Haram türü gruplar türemektedir. Bu nedenle cihadi selefi akımların tarihsel, siyasi, ideolojik kökleri ve uluslar arası güç merkezleri ile ilişkileri çok daha derinlemesine incelenmelidir.
IŞİD’in kökleri nerede?
Bugün İŞİD diye bilinen örgüt incelendiğinde de kökenin 2003 yılında Amerikan’ın Irak işgali ve Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas rejiminin yıkılmasına dayandığı görülmektedir. Saddam’ın zulmünden çok zarar görmeleri nedeniyle ABD’nin Baas rejimini çökertmesi ülkedeki Şii ve Kürt gruplarca nispeten memnuniyetle karşılanırken, Baas rejiminin ordu güçlerini ve bürokratik kadroların kontrol eden Sünni gruplar ise işgalin ana kaybedenleri olmuştur. Gerek Haşimi krallığı döneminde, gerekse kendisi de Sünni Tikriti aşiretinden olan Saddam yönetimindeki Irak’ı yönetenler ağırlıklı olarak hep Sünnilerdi. Bağdat neticede tarihsel olarak da Sünni hilafet merkezlerinden biridir. İlk defa 2003 yılında Irak’ta her anlamda iktidarı kaybeden Sünni kesim direnişe geçmiştir. İşte bugünkü İŞİD’in siyasi, ideolojik ve sosyolojik yapısı bu işgal sürecinde ortaya çıkmıştır. Örgütün tabanının ve üst yönetimin halen önemli bir bölümü Saddam’ın Cumhuriyet muhafızlarından arda kalan iyi eğitilmiş askerlerin oluşturduğu söyleniyor.
Esed’in besledikleri
IŞİD önce ABD işgaline karşı direnişi örgütlemek için Tevhid ve Cihad hareketi olarak kuruldu. Ardından Irak El Kaidesi olarak bilinmeye başladı. 2006 yılında da başka bazı küçük grupları da içine alarak kendisini “Irak İslam devleti” olarak tanımlamaya başladı. Suriye rejimi ile ilişkileri de esasen bu dönemlerde başladı. ABD ve Bağdat’taki güçlere karşı savaşırken, IŞİD milisleri bazen sığınmak bazen lojistik destek sağlamak için ABD’nin bir diğer düşmanı olan Suriye rejiminin sınır bölgelerinde sağladığı geçiş imkânlarını kullandılar. Esed rejimi İran aklının da bir ürünü olan ABD’ye karşı Irak direnişini güçlendirmeyi kendi güvenlik stratejisinin bir parçası olarak gördü ve IŞİD tipi yapılara destek verdi. Suriye iç savaşında Batı tipi demokrasi kurulmasını isteyen gruplara, Rojava çevresinde Kürtlere ve hatta bir ara birlik kurdukları Nusra cephesine karşı da savaşan IŞİD Suriye içindeki Sünni aşiret gruplarından bazılarıyla da ittifaklar kurduktan sonra 2013 yılında “Irak ve Şam İslam Devleti” kurduklarını açıkladı ve lideri Ebubekir Bağdadi de kendisini Emir ilan etti.
Siyasi amacı ve stratejisi
Örgütün deklare edilmiş siyasi amacı, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin bölgesinin Sünni halklarını birleştirerek selefi temelli Sünni bir Emirlik kurmaktır. Böyle bir iddianın ortaya atılması bile IŞİD’in sıradan bir çapulcular çetesi olmadığını, eylemlerinin arkasında stratejik bir akıl olduğunu gösteriyor. Böyle bir stratejik akıl birkaç kaynaktan besleniyor. Birincisi IŞİD aslında devrilen Saddam rejiminin siyasi, bürokratik ve askeri birikimini kullanıyor. Sosyolojik olarak Irak içinde azınlıkta kalan ve demokratik bir yönetimde asla tek başlarına iktidara gelme şansı olmayan Sünniler için, bölgedeki diğer Sünni gruplarla ittifak yaparak tarihsel varlıklarını korumaya yönelik bir siyasi strateji geliştirilmesi kendisini tehdit altında hisseden pek çok Sünni nüfus için makul bir çözüm gibi görünüyor ve kolayca pazarlanabiliyor. Öte yandan böyle bir proje son yıllarda hem Irak hem de Suriye’de siyasi etkisi giderek artan İran’ı dengelemek için Suudi Arabistan gibi kendisini Sünni İslam’ın koruyucusu olarak gören bölge ülkelerince de destekleniyor. S. Arabistan için Irak ve Suriye gibi ülkelerde İhvan türü demokrasiyi savunan gruplardansa, IŞİD türü katı Selefi grupların yükselmesi çok daha tercih edilebilir bir seçenektir.
Musul işgalinin anlamı
IŞİD’in son bir hamle yaparak Musul gibi Irak’ın ikinci büyük kentine yönelmesini nasıl okumak gerekiyor? Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, Nisan ayında yapılan Irak seçimlerinde Maliki’inin gücünü koruyarak birinci parti çıkması Irak’taki Sünni grubu iyice ümitsizliğe itmiştir. Zira son sekiz yıldır Maliki bazen terörle savaşma adı altında, bazen eski dönemden öç alma duyguları ile bazen de Baasçıları temizleme bahaneleriyle çoğunluğu Ramadi, Felluce, Musul, Tikrit gibi şehirlerde yaşayan Sünni nüfusa tam anlamıyla kan kusturuyor. Entegrasyonist, uzlaştırıcı ve kapsayıcı bir politika yerine Sünni-Şia ve Erbil-Bağdat kutuplaşmaları üzerinden ülkeyi yönetiyor. Dış politikada ise Tahran ekseninde hareket ederek bölgesel kamplaşmaları destekliyor. Dolayısıyla IŞİD sahip olduğu organizasyon, geliştirdiği stratejiler ve sağladığı uluslararası destekle son aylarda Irak’taki Sünni aşiretleri ve Sünni siyasi grupları Maliki’ye karşı birlikte hareket etmeye ikna etmeyi başarmış gözüküyor. Son saldırılarda Musul’un bu kadar kolayca ele geçirilmesi olayın yalnızca birkaç bin kişilik IŞİD militanlarının gücünden kaynaklanmıyor; Sünni grupların ve aşiretlerin topyekûn olarak Bağdat’a ve Maliki’ye başkaldırısı yatıyor. Maliki’nin savaşmadan ordusunu geri çekmesi, olağanüstü hal ilan etmesi ve ABD’den yardım istemesi gelişmeleri doğru okuduğunun göstergesidir.
IŞİD’in varlığı ve Türkiye
IŞİD’in Musul konsolosluğunu basması Musul işgalinin ana amacı değildir. Ancak İŞİD Suriye’nin Türkiye sınırlarına yakın bölgelerini ele geçirmiştir ve Türkiye’den ilan ettiği sözde İslam devletini tanımasını istemektedir. Rehin alınan konsolosluk yetkilileri bu bağlamda Türkiye ile yapılacak siyasi pazarlıklarda koz olarak kullanılacaktır. Burada en azından kendilerinin muhatap alınması, Türkiye’nin Suriye’deki sınır kapılarını yeniden açması, Irak iç dengelerinde Türkiye’nin olası bir Peşmerge-İŞİD savaşında tarafsız kalması ve IŞİD’e fidye ödenmesi gibi talepler pazarlıkta gündeme gelmesi muhtemel konulardır. Askeri operasyon bir seçenek olarak her zaman gündeme gelebilir. Ancak sınırımızdan bu kadar uzak bölgede nokta operasyon yapmak kolay olmasa da, Türkiye’nin Irak içinde birlikte hareket edebileceği pek çok grup olduğu da unutulmamalıdır. Belli bir stratejik akılla hareket ettiği varsayılan böyle bir örgütün en son yapacağı şey Türkiye’yi kendisine topyekun düşman edecek bir yanlış eyleme girişmesidir. İşte o zaman gerçekten bölgesel denklemi çok daha hızlı bir şekilde değiştirecek bir süreç başlayabilir. 1926 antlaşması dahil her koz kullanıma sokulabilir. Belki de amaç böyle bir süreci tetiklemektir. İhtiyatlı, sağduyulu, sabırlı ama her şeye hazır olmak zorundayız.