TYB Bursa Şubesi’nin "Yazar Okulu" çalışmalarının bu haftaki konuğu, Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün’dü.
Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, sanatın ne ve sanatkârın kim olduğu kadar sanatın ne olmadığını, sanatkârın kim olmadığını da anlattı sohbeti boyunca.
Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün nın, konunun daha iyi anlaşılması için kullandığı bazı terimlerin teknik anlamda kullanıldığı göz ardı edilmemeli. Ya da bazı terimlerin, aşılması gereken bir şeyin sınırlarını belirlerken teknik/mecaz anlamda kullanıldığı hesaba katılmalı. Bu terimler, dine ait terimler olduğunda, özellikle bu hesaba katılmalı.
REMBRANDT İLE MAĞARA DUVARINA ŞEKİL ÇİZEN ADAMI İLİŞKİLENDİRMEK DOĞRU MU?
Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, belli bir birikim sahibi olduktan sonra sanata salt sanat olarak ve sadece ontolojik olarak bakmaya başladığını belirttikten sonra, konunun daha iyi anlaşılması için şunları söyledi:
"Sanata ontolojik olarak bakmalı. Diyelim ki elimize sanat tarihiyle ilgili bir kitap geçti. Bu kitapların hepsinin belli bir formatı vardır. Sanatı mağara duvarlarındaki resimlerden başlatıp Rembrandt’la ilişkilendirirler. Sanki bir süreklilik varmış gibi. Bu bakış açısı doğru mudur? Elbette yanlıştır! Mağara duvarına o resmi yapan kişi bir sanatçı mıdır? Elbette hayır! Her şeyi bu kadar zorlamamalı."
MİMAR SİNAN SANATKÂR MI, ZANAATKÂR MI?
Kendi tarihimizden de örnekler veren Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, hepimizin hayranlıkla eserlerini seyrettiği veya dinlediği abide şahsiyetlerin sanatkâr olup olmadıklarını tartışmaya açarak şunları söyledi: "Mesela Mimar Sinan, Itri, Baki… gibi şahsiyetler sanatkâr mıdır? Tümüne sanatkârdır demek, onların dünyasını anlamamak olur. Onları kendi zamanlarında, kendi değer yargılarıyla değerlendirmek gerekir.
Burada önemli olan ölçüleri tutturmaktır. Sanat, belli bir birikimi arka plana alarak yapılırsa, bir şeyi değiştirme iddiasında olursa sanattır. İddiası olmayan hiçbir şey sanatın içine girmez. İddiasız kişi de sanatkâr olamaz. Sanatçı aleniyet peşinde koşan, iddia sahibi olan, yaptıklarının görünmesini isteyen kişidir. Sanat hadsiz ve hudutsuz bir şeydir. Sanatçı da hudut tanımaz. Bu böyle olduğu için kendine güvenmeyen, yaptığının iddiasını taşımayan kişi sanatkâr değildir. Sınırları ‘edepsizce’ zorlama iddiasındaki kişi sanatkârdır.
Olayı böyle tanımladıktan sonra Mimar Sinan’a baktığımızda, Mimar Sinan, eserleri için, ‘Allah’a olan şükrünü ifade etmek, bağışlanmak için bunları yaptım.’ der. Bu tavır mümince bir tavırdır ama sanatkârca bir tavır değildir. Olaya bu açıdan baktığımızda, Sinan bir sanatkâr değil, zanaatkârdır. Yapı ustasıdır."
PEKİ, SANATKÂR KİMDİR, SANATKÂRIN TUTUMU NASILDIR?
Sanatın ontolojik sınırlarını bu şekilde belirleyen Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, düşüncesini açıklamaya Batı dünyasından örnekler vererek devam etti: "Mozart sanatkâr değildir. Sırtını sermayeye yaslamıştı ve hamisiz kalınca da sokağa düştü, bu şekilde de sahipsiz bir şekilde öldü gitti. Ama Beethoven sanatkârdır, iddialıdır ve tavrını özgürlükten yana koyar. Beethoven ‘Ben!’ der. İlişkilerini hep reddetme üzerine kurar. Sanat ve sanatkâr bağımsızdır ve her türlü bağımlılık ilişkilerini reddeder. Bu anlamda, sanatın ontolojisine bakıldığında, Beotheven sanatkârdır.
Mesela, gözlerinin içine bakıp da kendisinden şapkasını çıkarıp saygı ifadesinde bulunmasını bekleyen prense karşı Beethoven, şapkasını kulaklarına kadar indirerek isyan eder. İşte sanatkâr budur!"
OSMANLI’DA HANEDAN VE SANATI HİMAYE GELENEĞİ
Süleyman Seyfi Öğün, Osmanlıda hanedan-sanatçı ilişkisine de değinerek şunları söyledi: "Bizde hanedanlar da sanatkâr (!) olduğu için hanedanlar sanatkârları himaye etmiştir. Şu an bizim sanatkâr diye baktığımız kişiler, bir şekilde bağımlılık ilişkisi yaşadıkları için, bizim hayran olduğumuz şeyleri yapmış olsalar bile ontolojik olarak sanatkâr değil, zanaatkârdırlar.
Itri, Mimar Sinan, Dede Efendi gibi şahsiyetler ontolojik kaygılar taşımışlar ve ortaya harika eserler çıkarmışlardır. Ama ontolojik anlamda iddia sahibi olamadıkları için de sanatkâr olamamış, zanaatkâr kalmışlardır."
SANATIN SERMAYEYLE İMTİHANI ÇETİN
Ontolojik kaygıların gelip tosladığı duvarın sermaye olduğunun altını çizen Süleyman Seyfi Öğün , bu konuda şunları söyledi: "Bugün sanat ontolojisi çökmüştür. Bunu çökerten de sermayedir, sermayenin bugün aldığı biçimdir. Sözgelimi yazarlar, sanatsal iddia ile eserlerini yazarlar. Ama bunların bir de basılması, dağıtılması, satılması süreci vardır. İşte bu aşamada sermaye devreye girer. Sermaye, tüm bu zinciri organize eder.
Ve fakat bir zaman sonra aynı sermaye, yazara ‘Halk seni anlamıyor. Halkın anlayacağı şeyler yaz.’ der. Yazar buna direndiğinde, sermaye, ‘Ben de senin kitaplarını basmam, halkın anlayabileceği yazarlar bulurum.’ der. Bu aşamadan sonra yazar ya ontolojik kaygılarından vazgeçerek söz zanaatkârı olur ya da kaygılarından vazgeçmez ama bu sefer de iddiasını aleni kılacak araçlardan yoksun kalır. Bu şekilde sermaye, sanatkârı esir alır."
DİNDARDAN SANATKÂR OLUR MU?
Süleyman Seyfi Öğün, dindar-sanatkâr ilişkisine de değindi. Bu konuda dedikleri şunlar: "Dindardan sanatkâr olur mu? Olur, olmasına ama o sanatkârın dindarlığı da sorunlu olur. Çünkü sanat, itaatı ve bağımlılığı reddeden bir yapıya sahiptir. Dindarâne bir hayat sürülerek sanatkâr olunamaz. Sanatkâr, sınırları zorlayan kişidir. Sanat aleni kılınmak istenir, tevazuyu reddeder, iddialıdır. Yaptığından haya eden ve şöhret bulacak diye çekinen birinin sanatkâr olması beklenemez."
DünyaBizim