Entelektüel kriz ürünü düşünceleri ve kendine has üslûbu ile Dücane Cündioğlu, ‘Çamlıca İçin Yakarış’yla yine sönmüş bir tartışmayı alevlendirdi. Şehrin yırtıcılığından sıyrılıp Büyük Ada’da münzevi yaşayan düşünürün yeni çıkan üçleme kitabı, son yazısı gibi çok mürekkep akıtacağa benziyor.
Sözün gücü değil, düşüncenin gücü
Türkiye’nin önemli düşünürlerinden Dücane Cündioğlu uzun bir aradan sonra yeni bir üçlemeyle okurlarının karşısına çıktı. Fikir dünyamızın ‘Huzursuz Adam’ıyla son üçlemesinin derinlerine inmeye çalışırken, güncelin kışkırtıcı kıvrımlarına da değinmeyi ihmal etmedik.
Üç kitapla birden okurların karşısına çıktınız. Kimileri, kitaplarınıza ‘devrim gibi’ nitelendirmesinde bulundu. Gerçekten de öyle mi?
Sanırım, bu kitaplar bir devrim, bir alt-üst oluş etkisi yapar mı, demek istiyorsunuz. Okurları veya toplumu bilmem ama yazarının hiç de beklemediği bir alt-üst hali yaşadığı kesin. Agoraya inmenin bedelini sanki biraz fazlaca öder gibiyim. Kalabalıkların arasında gizlenen hikmet dostlarına erişebilme ihtiyacı duyduğum dönemler oluyor elbette ve zannediyorum ki anlaşılma arzusu hem yalnızlığımızı besliyor, hem de öte yandan duyarlılıklarımızı yol kesicilerin acımasız saldırılarına açık hale getiriyor.
Demeç ve yazılarınızın bu denli yankı bulması, yazar hissiyatının okur nezdinde ne denli paylaşıldığını mı gösteriyor?
Her yazar okurunun kalbine değmek ister. Bazılarınca, “Hey, sen! Kulağını aç, dinle beni!” anlamında, bazılarınca, “Şişşşt, bir bakar mısınız?” anlamında. Ben ikincilerdenim. Buna rağmen, kabul ediyorum, iniltim kısa sürede bir nârâ etkisi yaptı. ‘Bakış’ sanki bu safhada yetersiz bir sözcük gibi duruyor.
Bu etkinin ortaya çıkışında “Çamlıca İçin Yakarış” adlı yazınızın payı ne kadar peki?
Kuşkusuz oldukça fazla. Fakat burada şaşırtıcı olan, iniltilerin vızıltı yerine, nârâ etkisi yapması. Kendimi vızıltıyla nârâ arasında tercih yapma durumunda hissetmediğimi söylemem gerek.
“Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmaya mahkûmdur.” der Cemil Meriç. Siz de sıklıkla kelimelerin kökenine itina ederek tezlerinizi temellendiriyorsunuz. Bunu, kısır döngüyü kırmak için mi yapıyorsunuz?
Hz. Pir-i Mevlânâ’nın çok sevdiğim bir sözünü yineleyebilirim sanırım: “Benim gibi birini daha bulayım da onu da kendim gibi çıldırtayım.” Deliler devrim yapmazlar, fakat önlenemez devrilişlere neden olurlar. Mazlumların, gariplerin, yoksulların âhından bu yüzden kaçınılmalı. Beddualara değil, inkisarlara uğramaktan korkmalı asıl.
Siz gündeme hep en son dahil oluyorsunuz. Buna rağmen tartışmalar cümlelerinizle yeniden başlıyor. Nasıl oluyor bu?
Sözün gücüne değil, evvela düşüncenin gücüne dikkati vermeli. İfade istifade içindir, denir. Bunun anlamı, faide talebi olmadıkça hiçbir ifadeden istifade edilemez, demektir. Sözlerine kulak verilmesini isteyenler, her şeyden önce kulak vermeye değer sözlerin sahibi olmalıdırlar, uğrunda ölmeye değer sözlerin. Çünkü söze değerini veren belâgat ve talâkatı değil, temsil ettiği düşüncelerin ağırlığı ve ciddiyetidir. Taş yerinde ağırdır ve belagatin gücü söz olur havaya karışarak uçar, beka bulabilmesi için taş gibi sabit toprakla, zeminle temasını kesmemeyi bilmelidir. İktidar ehli de bu hakikat karşısında eğilmeyi bilmeli. Kanaatimce.
“İslamcılık politik bir tanım ama dindarlık öyle değil. Dindarların İslamcı olması gerekmez, İslamcıların da dindar olması gerekmez” diyorsunuz. Bu tespitinizi biraz açar mısınız?
Dindarlık kadim bir duruşun adı, dünyayı ve eşyayı farklı biçimde kavramanın bir yolu, bir tarzı. Bu kavrayışın, geçtiğimiz yüzyılla birlikte, geçmişiyle karşılaştırılamayacak ölçüde siyasallaşmış olması, gerçekte, bir vizyon daralışının sonucu. Ekonomi-politiğin sınırlarını belirlediği bir vizyon bu. Derinlikten mahrum. Tahlil ve terkib kabiliyetinden. Bir yakınma doktrini. İktidara odaklanış. Güce. Siyasal ve ekonomik güce. Düşünce ve sanattan uzak bu yüzden. Öneride bulunmuyor slogan atıyor, analiz yapmıyor gevezeliği marifet biliyor, aklı sıra retorikten medet umuyor, duygulardan, muhataplarının zaaflarından, incinmişliklerinden, düş kırıklıklarından. Onları istismar ediyor, ele geçirdiklerini fütursuzca dünyeviliğin hizmetine koşuyor.
Hangi gerekçelerle?
İslamcılık, katıksız dünyevi bir ideoloji olduğu için modern tavır alışlarla karakterize olmuştur. Güçlü görünür ama su gibi değil, köpük gibi. Geçicidir çünkü. Oysa dindarlık daha doğal, daha bireysel, daha sahici bir hissediş ve davranış biçimidir. Sessizdir ama kalıcıdır. Süreklidir çünkü. Kökünü toplumda, siyasal ve ekonomik aparatlarda değil, insanın özünde bulur. Dindar korkar, çekinir, âşık olur ve ölür. Hiçbir İslamcı bu basit insani fiilleri kendine yakıştıramaz. Ekonomi-politiği ne yazık ki bu zayıflığa katlanamaz. Tabiri caizse ‘abduhu’ (kulu) demez, ‘rasuluhu’ (elçisi) demekle yetinir. Sadece telkin ve teklif yanlısıdır, ne inzar (uyarı) bilir, ne tebşir (müjdeleme).
“Muhafazakâr câmia” tanımından ne anlıyorsunuz ve bu bağlamda kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Mülkiyet olmadıkça muhafaza edilecek şeyler de olmaz. Düşünmenin ve inanmanın mülkiyetini ele geçirdiklerine inanan kesimler muhafazakâr olurlar. Ben bu anlamda hiç muhafazakâr olmadım. Kendime saklayacak bir mülküm de olmadı. Mülkiyete inanmadım çünkü. Kimin malını muhafaza edeceğim, kimin mülkünü. Melik olan ben değilim ki, O! Ben kulum. Bir köle. Özgürlüğünü prangalarından devşiren bir köle.
“Muhafazakâr sanat” kavramına karşı çıkmanızın bir sebebi de bu mu?
Elbette. Muhafazakârlık sözcüğü düşüncenin ve sanatın vadisine adım atamaz. Siyaset kutsalın vadisinde nalınlarını çıkarmak zorundadır. Nalınlarını, yani demiri ve altını. Siyaset hiç değilse bu vadide elindeki demiri bırakmayı, piyasada ceplerindeki altını boşaltmayı öğrenmelidir. Aksi takdirde mahrumiyeti sürecektir. Metbu değil, tabi olmayı öğrenmelidir. Yaşamın haylaz çocuklarının böyle bir gücü var. Güçsüzlüğün gücü bu. Zayıflığın. İncinmişliğin. Tutunamayışın. Dervişi tekmelemeyi sürdürürseniz, o pek sesini çıkarmayacaktır, alışkındır çünkü. Ama bu durumda siz onun sesinden kendinizi mahrum etmiş olursunuz. Onun, yani insanın sesinden.
Muhafazakâr kanalların yayınladığı dizilerde devamlı bir mesaj kaygısı gözlemleniyor. Yapılanların ne kadarı sanat, ne kadarı vaaz?
Tamamı vaaz. Yani telkin ve tebliğ edebiyatı. Öğretmeyi amaçlıyor, şaşırtmayı değil. Düşündürmeyi, soru sormayı, tartışmayı, gözleri alışkın olduğu yerlerden farklı noktalara çevirmeyi umursamıyor böylesi yapıtlar. Halk nezdinde bir karşılığı var mı, orası da kuşkulu. Çünkü her şeyden önce etkileyici ve büyüleyici değil. Mesaj verme kaygılarının, sanatın kendi ilkelerinin işlemediği yerde bir anlam ve değeri olmaz. Siyasetin ve piyasanın nalınlarını çıkardığı yerde, ideolojiler de nalınlarından medet ummayı bırakmalıdırlar. Esas olan hakikattir. Hakikatin veçheleri. Yani farklı görünüşler. Öncelikle görünenden çok görünüşün yasalarına hürmet etmeli. Başarı ardından gelecektir. Sanatın tarihi bu basit gerçeğin ispatlarıyla doludur.
Açıklamanızdan din ile sanatın yan yana gelmesinin güç olduğu anlamı mı çıkar peki? Sizce dindar vasıflarda bir sanatçı olmaz mı?
Niçin olmasın, elbette olur! Tolstoy, Dostoyevski, Tarkovski dindardı. Goethe, Blake, Balzac, Van Gogh, Cezanne, Mondrian, bunların hepsi de kelimenin tam anlamıyla dindar insanlardı. Sanatçının dindarı değil, muhafazakârı olmaz. Çünkü sanatın göğünde, katlara vazgeçişlerle çıkılır, perdeler zayıflıklarla açılır. Hukukçuların ve tarihçilerin muhafazakârı olur ama sanatçının muhafazakârı olmaz! Düşünce ve sanat, talibinden memur olmasını değil, âmir olmasını ister, tâbi değil, metbû olmasını. Kısaca özgür ve özerk olmasını.
Bir sevdanın peşinden sürüklenip duruyorum…
“Sanat ve Felsefe” kitabınızdan da öğrendiğimiz kadarıyla, yıllardır tabloların asıllarını görmek için onların bulunduğu şehirlere gidiyorsunuz. Niçin bu?
Asalete düşkünlüğümden. Hakikatin kokusunu saç diplerinden alabilmek için. Âşık ahlakındandır, yakınlaşmak için o her çılgınlığı yapar. Birazcık bakmak için. Ama yakından. Kurbiyet hazzının tarifi olmaz. Tatmak gerek. Perdeyi kaldır genç adam, bak o zaman göreceksin!
Yurt dışında bir şehre gittiğinizde ilk ziyaret ettiğiniz yerler sanatçıların intihar ettikleri yerlere, çıldırdıkları hastane odaları, dolandıkları sokaklar, dinlendikleri mezarları oluyor. Bu çabanın sahicilikten öte bir anlamı var mı?
Hiç kuşkusuz birçok anlamı vardır. Düşünülürse bulunabilir. Ama Mecnun’a çölü sormayınız, çöldeki manzarayı, kesinlikle bilmez, kayboluşunun nedenlerini size açıklayamaz. Asalet demek kök demektir, köken demektir. Derine, daha derine kazmak zorundayım. Elimde değil. Bir sevdanın peşinden sürüklenip duruyorum sadece. Otuz beş yıldır. Kendimi bilmeyi istediğim günden beri.
Çamlıca için yakarışınıza rağmen “ülkem için bir kâbus” olarak nitelediğiniz o projenin uygulanmasından vazgeçilmediği anlaşılıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Hep aynı şeyi. Cenab-ı Hak da bazen dualarımı kabul etmiyor ama ben yine de O’ndan umudu kesmiyorum. Ah şu umut, inanan adamın vasf-ı mümeyyizi. Umut ediyorum, çünkü inanıyorum.
Zaman Pazar