Engin Dinç’in röportajı
Modernlik İslam toplumlarında olumsuz anlamda çok büyük değişimlere neden oldu. Özellikle modern zamanlarda aileler, Batı’daki kadar olmasa da büyük bir çözülme yaşanıyor. Biz de bu süreci Araştırmacı/Yazar ve Sosyolog Abdurrahman Arslan’la konuştuk. Abdurrahman Arslan’la sohbetimizde İslam/Modernlik/ Post Modernlik üçgeninden kapitalizme, küreselleşmeden modern devlete ve Müslümanların entellektüelerin zayıflıklarına pek çok konuda konuşma fırsatı bulduk. Bu kadar geniş sohbet olunca röportajımızda oldukça uzun oldu. Dün birinci bölümünü yayınladığımız ikinci bölümünü ise şimdi yayınlıyoruz…
RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ!..
RÖPORTAJIN ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..
70’lerin sonu ve özellikle de 80’lerde neoliberal yaklaşım tüm dünyaya yayılmaya çalışıldı. Türkiye’de de Özal iktidarıyla bu uygulamaya konuldu. AK Parti dönemin de küresel ekonomiye, küresel sisteme tamamıyla entegre olunan bir süreç var. Dolayısıyla bir anlamda Müslümanlar eliyle, ki Özal da muhafazakar gelenekten gelen birisidir, kapitalist dünyaya tam anlamıyla entegre olmamız, bu noktaya gelmiş olmamızın garip bir yönü yok mu acaba?
Elbette ki çok trajik bir şeydir, doğru. Ama başka kim bu noktaya getirebilirdi ki? Kimse getiremezdi. İnsanoğlunun tarihinde mükemmel hukuk sistemlerini yine mükemmel insanlar bozmuştur. Kendi dinlerini, o dine inanan, gerçekten de toplumun saygı duyduğu insanlar bozmuştur. Dışarıdan hiçbir tehdit bozamaz. Sistem parçalanır ama bozulmaz. Bozulma hep kendi içinden olmuştur. Müslüman toplumlar, mesela bizim toplumumuz, senelerden beri biriktirdiğini altına verip, evde saklıyordu. Bu hem ziynet eşyası olarak kullanılırdı, hem de kara gün için saklanırdı. İlk defa Özal’la birlikte o “yastık altı” dedikleri altınlara göz diktiler. Onu faiz piyasasının nesnesine dönüştürdüler. Bir insan topluluğunun elindeki faizden kaçmanın nesnesi olan altınların, tekrar o faiz piyasasına gönderilmiş olması ancak dindarlar eliyle mümkündü. Başkalarının eliyle mümkün olamazdı. Çünkü zaten faize gitmesin diye altınlar orada duruyordu. Sizce bu bir trajedi değil mi? Durup dururken niçin bu faiz çarkının içine sokarak o insanların zihnini her gün acaba altınımız düştü mü, yükseldi mi, ne getirdi, ne getirmedi gibi birtakım yeni düşüncelerin sahibi kıldınız? Buna kimin hakkı vardır? Biz bu dünyaya gerçekten bütün bunları değerlendirmek için mi geldik! Gayet sade işte, altın alıyorsun, koyuyorsun oraya… Zaten kadın ziynetten de hoşlanır psikolojik olarak… İki türlü bir tatmin vardı burada. Muhafazakar olan, onu bile bu insanlara çok gördü. Onu bile onların ellerinden aldılar. Faiz piyasasının çarkının bir parçası haline getirdiler. Bunu Müslüman, muhafazakar denilen kesimin dışında kim yapabilirdi ki! Birisi yapmaya kalksaydı, kim onların sözüne kıymet verirdi ki! Diyeceklerdi, dedikleri yerde kalacaktı. Ama bugün öyle değil. Sizce bu yeteri kadar üzücü değil mi? Bence yeteri kadar üzücü. Bizim buna ihtiyacımız yoktu bence, yapmamalıydık. Biz bu kirli çarka, hayatımızı sürdürmek için bulaşmışız. Ama bu kadar bulaşmayabilirdik. Eğer ahirete, gerçekten yeryüzünün ömrünün bir sınırı olduğuna ve her ümmetin bir ömrünün olduğuna inanıyorsak; bu zamanların geçici olduğuna, bizden 50 ya da 100 yıl sonra gelecekler için bu dönemin bir gün geçeceğine inanarak tavır almalıyız. Fakat bu maalesef olmadı.
KÜRESEL SİSTEME İTİRAZ EDEN SADECE BİR ODAK VARDIR, O DA İSLAM’DIR
Peki Müslümanların küresel sisteme entegrasyonu süreci sürüyor mu?
Kişisel kanaatime göre bugün küresel sisteme itiraz eden sadece bir odak vardır, o da İslam’dır. Müslümanlara rağmen İslam’dır, bunu özellikle böyle belirtmek istiyorum. Küresel sistem, kendisine katılmayan her şeyi bir itiraz olarak görüyor. İslam’ın bugün olumsuz algılanması ya da suçlanması veya Müslümanlara radikal ve fundamentalist denmesinin esas sebeplerden biri budur. Çünkü postmodernizm her yerde, herkesle uyuşmayı öngörüyor. Oysa İslam tevhid dinidir. Herkesle, her yerde ve her şeyde uyuşamazsın. Önce bunu Müslümanların anlaması lazım. Bu ancak postmodern felsefenin siyasi ve kültürel talepleri bağlamında düşündüğümüzde ortaya çıkar. Niçin İslam itiraz ediyor? Çünkü o tevhid dinidir. Oysa postmodernizm tevhidi yıkarak gelmiştir buraya. O tekil olan her şeyi yıkmıştı. Pozitivizmin tekil hakikatini yıkıp gelmiştir. İslam’ın tevhide dayalı tekil hakikatini zaten kabul edemezdi. Yani onu da aşındıracaktır.
Dolayısıyla buradaki sorunlardan bir tanesi, İslam dünyasının bütün bu yoksulluğu, fakirliği ve birbirlerini yiyip didişmelerine rağmen, yine de bir “itiraz odağı” olarak küresel sürece katılmalarının nasıl sağlanacağıyla ilgilidir. Yaşadığımız süreç politik olarak böyle bir süreçtir. Ama Müslüman toplumlardaki sosyal değişimin en büyük dinamiği bugün kadındır. Bugün özellikle de Türkiye’de toplumun değişimi kadın üzerinden yapılmaktadır. Çünkü kadın ve erkek ilişkilerini değiştirdiğinizde bir toplumun dünya görüşünü de değiştirirsiniz. Bu aynen, bir insanın neyi yiyip, neyi içmediğine bakarak onun hangi dine müntesip olduğunu anlamanız gibi bir şeydir. Tabii bu ilişkilerin değişmesi, dönüşmesi aynı zamanda toplumda muazzam bir dinamizm ortaya çıkartıyor. Olumlu ya da olumsuz. Ama bir dinamizm meydana getiriyor. Bugün Türkiye’de hem İslam’ın dediği ilişkiler dünyası, hem insanın sermayeyle, maddiyatla olan ilişkiler dünyası değişiyor, hem de kadın ve erkek arasındaki ilişki dünyası değişiyor. Burada muazzam bir dinamizm ortaya çıkıyor. Dolayısıyla çok dinamik bir toplum Türkiye, ama bu dinamizm Müslümanları başka bir evreye doğru sürükleyip götürüyor. Bugün de gördüğünüz gibi, Müslüman kadınlar eğer lüks vitrinlerin önünde durup, onları seyrediyorlarsa işte tam da bu evre onları o beden merkezli bir dünyaya alıp götürüyor. Çünkü kamusal alan, beden artık her şeyi belirliyor. Bu yüzden benim kanaatime göre bugünün toplumu da, insan da kendi bedeninin terörizmi altındadır.
BİZİM AİLEMİZDE KADIN, İSLAM HAKKINDA ÇOK BİLGİ AKTARMAZ, AMA ONU YAŞAR
Siz daha önceki bir röportajınızda Aliya İzzetbegoviç’in bir sözünü hatırlatıyorsunuz: “Ben dinimi annemin dindarlığına borçluyum.” Aliya’nın annesiyle bugünkü Müslüman kadınların, vitrinde en pahalı kıyafetlere bakan kadınların arasında nasıl bir fark var? Mesela Müslüman kadınlara tüketim nesneleri pompalayan Ala gibi bir dergiler çıkmıştı. Bu nasıl bir durum?
Bu işi çok marjinal buluyorum. Tabii ki Müslümanlar da sınıflaşıyor. Bu sınıflaşan Müslümanlar, elbette ki İslami değerlerle kendilerini meşrulaştıracaklardır. Ama bu görünüştedir. Öze baktığınızda bu kaçınılmaz olarak sizi İslam’dan, İslami yaşama biçiminden uzaklaştıracaktır. Ben bütün bunları, o dediğiniz dergileri filan marjinal buluyorum. Tabii ki marjinal olmak demek o kirliliğin başkalarına bulaşmayacağı anlamına gelmez. Elbette ki bulaşacaktır, bulaştırılmak da istenmektedir. Fakat burada benim söylemek istediğim, toplumun orta kesimidir. Çünkü bütün dünyada toplumların orta kesimi, toplumların değer sisteminin taşıyıcısıdır. Ne zenginler, ne de yoksullar… Birisi zaten zenginliğiyle şımarmıştır, biri de yoksulluğundan dolayı zaten canını kurtarmaya çalışıyordur. İslam’da da böyledir. Orta sınıf, İslam’ın değerlerini tutan, onu muhafaza eden, onu yaşayan, yaşatmaya çalışan bir çabanın içindeydi. Bugün neo-liberalizmle birlikte bütün bu orta sınıflar deformasyona uğradılar. Artık herhangi bir değerin taşıyıcısı değil, postmodern değerlerin taşıyıcısı oldular. Kendi geleneksel değerlerinin taşıyıcısı olmaktan aşağı yukarı çıktılar. Batı burjuvası için de bunu söz konusu edebiliriz. Bizde de bu böyledir. Orta sınıf her zaman İslam’ın değerlerini yaşatan, yaşamaya çalışan sınıftı.
Begoviç’in -Allah rahmet eylesin- annesiyle ilgili sözümü, onunla ilgili bir röportajda bir televizyon programında söylemiştim. Hayır, o kadının, öbürleriyle bir ilişkisi yok, asla onu öbürlerinin yanına getirmek istemem. Çünkü bu, Begoviç’in annesine saygısızlık olur. O gerçekten benim anladığım, gördüğüm kadarıyla Müslüman dünyanın geleneksel kadın tipidir. Sabah namazına kalktığında çocuklarını bilhassa namaza kaldırarak, en azından evde harama ve helale dikkat ederek, mahremiyeti yaşayarak, çocuklarına İslam’ı aktaran bir tiptir o. Çünkü bizim ailemizde kadın, İslam hakkında çok bilgi aktarmaz, ama bildiklerinin ışığında onu yaşar. Yaşadıkça da çocuk onlara şahit olur. Siz mahremiyeti istediğiniz kadar bir bilgi olarak aktarın çocuklarınıza, onun bir faydası olmaz. Anne onu yaşadığında aktarmış olur. Dolayısıyla Begoviç; “Babam da dindardı, namaz kılıyordu, fakat ben dindarlığımı annemden aldım” diyordu. O mealde bir söz söylüyordu. Çünkü anne bir evladın dindarlığı üzerinde sabırlı bir şekilde ısrar edebilir. Ama erkekler pek öyle değillerdir. Aile onun için kadına ait bir alandır. Erkek bence her zaman ailenin misafiridir. Kadının misafiridir. Kadının rahminde erkek misafirdir, yatağında misafirdir ve evinde misafirdir. Ev kadına aittir. Ondan dolayı da geleneksel olarak bildiğimiz kadın, tam da o görevi yerine getiren bir kişidir. Onun görevi sade yemek pişirmek falan değildir. Aynı zamanda İslam’ın değerlerini, değerler dünyasını çocuğa aktarmaktır. O yüzden anneler çocuklarıyla olan diyaloglarında çok daha yumuşaktır, bazen sert bile olsa bir kırılganlık yaratmaz. Ama baba için öyle değildir. O yüzden bence ‘Müslüman kadın’ profili o tür kadınlardır. Mesela benim annem de öyleydi, babaannem de öyleydi, anneannem de öyleydi. Bu bizim ‘geleneksel kadın’ profilimizdi. Bence kadınlardaki İslam’a uygun olmayan bazı hususlar ve düşünceler; yaşama biçimlerinin bazı yönleri restore edilerek yeniden canlandırılabilir, ki öyle de olması lazım. Öbür türlü siz bütün Müslüman kızları okutarak sadece entelektüel kızlar elde etmiş olursunuz. Ama Müslüman bir kadın elde etmek başka bir şeydir. O zaman bir kere önce Müslümanlar bilmelidirler ki, bu eğitimde bize aktarılan bilgi, bizi daha müttaki, daha ahlaklı ve daha edepli yapmıyor. Bu bilginin öyle bir niyeti de yoktur, iddiası da yoktur. O yüzden belki de bu eğitim meselesini bir konuşmamız lazım. Begoviç’in annesi başka bir kaynaktan beslenmiş bir bilginin sahibiydi. Kesin olarak İslam’ın belirlediği bir bilgiydi o. Tabii elbette ki, onun içinde sünneti de kastediyoruz. Elbette ki onun içinde gelenek dediğimiz şey de vardı. Bugün Müslümanlar, itaatten bahsedildiğinde hemen kölelik gibi algılıyorlar. Sizce bu trajik değil mi! Bu zihinsel dönüşümün çok kötü bir ifadesidir. Biz elbette ki itaat ederiz. Biz Allah’a itaat ederiz, ilim ehline itaat ederiz, ölçü içinde kaldıkları müddetçe büyüklere itaat ederiz, anne-babaya itaat ederiz, kocaya itaat ederiz… Elbette ki ben doğru söyleyen bir ilim ehline itaat ederim, itaat etme mecburiyetindeyim. Bu ayıp mıdır yani, niçin kölelik olsun! Tam tersine Allah’ın rızasını kazanmak için bu gönüllü bir itaattir. Biz itaati Allah’tan dolayı yaparız. Yoksa bizim nefsimize kalsa kimseye itaat etmeyiz. Öyle bir şeyden Allah’a sığınmak lazım.
AKADEMİK DÜNYANIN MANTIĞI İÇİNDE İSLAMİ BİR BİLGİ ÜRETEMEZSİNİZ
“Eğitim konusunu yeniden konuşmamız gerekir” dediniz. Sanırım eğitim metodunda da bir yanlışlık var. Çünkü günümüz toplumu özgür bireyler, her istediğini yapan bireyler öngörüyor. Ama İslam toplumunda eğitim, -siz talim ve terbiye olarak nitelendiriyorsunuz onu- farklı bir şey.
İslami eğitim sistemi insanın öncelikle doktor ve mühendis olmasını hedefleyen bir bilgi değil. İyi bir mümin ve iyi bir mümine yapmak ister. Doktorluk, mühendislik daha sonra gelir. Dolayısıyla günümüzün postmodern dünyasında, bilginin teorik yapısının çöktüğü bir dönemde, belki Müslümanlar olarak biz bu bilgi meselesini yeniden düşünmeliyiz. Çünkü bilgi meselesini düşünmek, nasıl bir insan modeli inşa edeceğimizle ilgilidir. Biz nasıl bir mümin, nasıl bir mümine olarak çocuklarımızı yetiştirmek istiyoruz? İslam’ın ideal tipleri bu mudur ya da İslam bizden kadın ve erkek olarak nasıl bir ideal tip istiyor? Ben onlara mümin ve mümine diyorum, müttaki diyorum. Dolayısıyla bunlar nasıl yetiştirilir, hangi bilgiyle yetiştirilir? Bence hiç vakit kaybetmeden buna çalışmalıyız. Her gün bir kolej kuruyorlar, her gün bir imam hatip lisesi açılıyor, ilahiyat fakültesi açılıyor; ama bunu konuşmak durumundayız. Çünkü buralardan bu insan tipi çıkmaz. Ne derseniz deyin çıkmaz. Önce bunu kabul edelim. Siz akademik dünyanın mantığı içinde İslami bir bilgi üretemezsiniz. Üretseniz bile o, İslam’ın usulüne aykırıdır. İslam’ın muradına da uygun düşmez. Biz akademik düşüncenin insanı nereden nereye getirdiğini Batı’da gördük, biliyoruz. Bugün Müslüman teologların neler söylediklerini görüyorsunuz. Kabul edilebilir şeyler mi bunlar!
MÜSLÜMANIN HAYATINDA DEVLETİN YERİ ÇOK AZDIR
Geçtiğimiz günlerde ‘dindar gençlik’ tartışmaları yaşanmıştı. Aslında siz devlet tarafından “dindar bir gençlik” yetiştirilmesine karşısınız. Bu yaklaşımınızı açar mısınız?
Öncelikle Müslümanın hayatında devletin yeri çok azdır. Eğer biz İslam’ın hilafet olarak adlandırdığı devlet modelinde (Ben ona devlet modeli demiyorum çünkü insanlar bugünkü devlet modelini anlıyorlar. Bence onunla çok ilişkisi olan bir model değil.) göreceksiniz ki, Müslümanların hayatında devletin yeri çok azdır. Oysa bugün bizim hayatımızın her yerinde devlet vardır. Fransız filozofu Foucault bunu güzel söylüyor. Keşke Müslümanlar olarak devlet kavramı üzerine eğilsek, iyi olur. Hatta hem Foucault’yu, hem de Marksist bazı kaynakları okumalarında fayda vardır. Çünkü devlet üzerine söz söyleyen biraz da onlar. Müslüman toplumun tarihsel süreci içerisinde dindar nesil yetiştirme hiçbir zaman devletin görevi olmamıştır. Dikkat ederseniz son dönemlerde imam nikahı meselesinde, feministlerin ve Avrupa Birliği’nin baskısıyla başlayan aile üzerinde yapılan birtakım tasarruflar var. Mesela bugün Türkiye’de ailenin reisi yoktur. Kadın ve erkek eşittir. Bu, bence Müslümanların tarihte karşı karşıya kaldıkları en büyük felaketlerden biridir. Çünkü ilk defa Müslümanların tarihinde İslam’ın aile hukuku berheva olmuştur. Bütün bunlar kapitalist ilişkilerde, eğitimde yaşanabilir, ama bizim aile hukukumuzda her şeye rağmen İslam’ın dediklerinin bir kısmı geçerliydi. Bugün bu, berheva edilmiştir. O zaman Müslüman’ın tutunacak yeri kalmamıştır. Çünkü burada devlet, bizim özel alanımıza bizzat müdahale etmiştir. Hiçbir hükümet zamanında, kimse bunu yapmaya cesaret edememiştir. Aynen biraz evvel o altın örneğinde olduğu gibi…
Bu süreçlere baktığımızda nikahın imam tarafından kıyılmasının yasak edilmesi, bununla beraber başlayan miras meseleleri, bütün bunlar hepsi İslam’ın kabul etmeyeceği bir süreç izledi. Şimdi devlet ilk defa dindar adam yetiştirme adına doğrudan doğruya aileye müdahale ediyor. Uzun zamandan beri devlet aileye din adına, dindarlık adına müdahale etmektedir. Ben hiçbir şekilde bunu kabul etmiyorum. Kimin ailesi olursa olsun, Müslüman olsun olmasın aileye devletin müdahalesi kabul edilir bir şey değil. Çünkü İslam bunu kabul etmiyor. Bunu bilmekte fayda var. Dindarlık bizim hoşumuza gidebilir, ama Müslüman ailenin görevi dindar çocuk yetiştirmektir, devletin değil…
Devletin görevi şu olabilir: Dindar çocuk yetiştirme isteğini, eğer talep varsa kolaylaştırır. Çünkü dindarlığın ölçüsünü kim verecek! Siz o zaman bazı şeyleri standardize edeceksiniz ve insanlara o standarda göre bir dindarlık eğitimi vereceksiniz. Bu olacak iş değil. İkincisi, İslam’ın mezhepsel zenginliğini yok edeceksiniz. Demek ki tek tip bir dindar yetiştirilmek isteniyor. Söylenmeyen şeyin arkasında aslında bu vardır. Üçüncü husus, benim özel alanıma müdahale ediliyor. Çocuğun isim koymayla başlayan bütün bu tasarrufu benim üzerimdedir. Allah benden, yani anne ve babadan soracak. “Güzel isimler koyun” deniliyor çocuklarınıza. Allah size isimlerden de sual soracak. Böyle bir sorumluluk yüklenmiş anne ve baba, çocuklarının eğitimini başkasına devredemez, bilhassa baba… Unutmayın, İslam’da bir kadının Hristiyan birisiyle evlenememesinin sebeplerinden bir tanesi de çocuk üzerindeki sorumluluk meselesidir. Çocuğun sorumluluğu babaya ait olduğu için Müslüman bir kadının, bir Hristiyan’la evlenmesi mümkün değildir. Dolayısıyla çocuğun sorumluluğu aileye aitse, o zaman onun dindarlığı hususunda ölçüyü ben koyarım. O nasıl bir müttaki olacak? Geleneksel olarak toplumumuzda zaten dindarlığın ölçüsü bellidir. Haramlar, helaller yaşanarak öğretilir, öyle çok entelektüel olmaya gerek yok. Baba Cuma’ya ya da Ramazan’da teravihe götürür, çocuğu böyle eğitir. Daha iyi eğitmek istiyorsanız, yine eğitirsiniz. Okul açmak istiyorsanız, devlet kolaylaştırır. Ama devlet benim çocuğumun dindarlığı hususunda karar veremez. Çünkü dindarlığın ölçüsü yoktur. Onu ben belirlerim ve onun eğitimi de, sorumluluğu da bana aittir. Bir kere Müslümanlar bazı şeyleri devletsiz düşünmeye başlamalılar. Geçmişteki Müslümanlar böyle düşünüyorlardı. O yüzden Müslümanların hayatında farz-ı ayn ve farz-ı kifaye gibi kavramlar çok geçerliydi.
BUGÜN ASLINDA KAVGA YAŞAM BİÇİMLERİ ARASINDAKİ KAVGADIR
Hocam anladığım kadarıyla, modernlik Müslümanların hayatına girdikten sonra önemli bir kopuş yaşandı. Tabir caizse bir fay hattı var. O fay hattının iki tarafı var. Bir tarafından modern hayatın dayattıkları, bir tarafta da Müslüman toplumların uzun bir süredir yaşadıkları hayat tarzı… Siz hali hazırda dayatılan modern toplum algısı ve düşünce yapısını değiştirmek için sünnete dayanılması gerektiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açmanızı istiyorum…
Müslüman toplumların geleneklerine bakarsanız, büyük oranda içinde sünnetin olduğu bir faaliyet biçimi, alışkanlık, ne derseniz deyin, onu görürsünüz. Yani gündelik hayatı düzenleyen pratikler olarak gelenek dediğimiz şeye baktığımızda, biz bunu görüyoruz. Gerçekten gelenek dediğiniz, töre dediğiniz şeyin altını kazıyın oradan bir Peygamber sünneti çıkar. Dolayısıyla ben gelenek derken sünneti kastediyorum. Ama hayatın pratiğini, doğumdan ölüme kadar hayatın meselelerini sünnete bakarak yeniden nasıl tanzim ederiz? Eğer bu olmazsa modernlik bu ilişkileri tanzim ediyor. Modernliğin tanzim ettiği ilişkilerden kurtulmak ve modernliğin mantığına aykırı bir şey ortaya koyabilmek için nihayetinde geleneğe müracaat etmemiz lazım. Ama gelenek dediğimizde Alman filozofların tanımladığı o geleneği kastetmiyorum. Sünnetin belirlediği bir gelenek… Biz gündelik hayatımızı buna göre tanzim etmek durumundayız. Nitekim bizden önceki insanlar da her şeye rağmen buna göre tanzim ediyorlardı. Onun için ölüm olduğunda ne yapacaklarını biliyorlardı, doğum olduğunda ne yapacaklarını biliyorlardı, misafirliğe giderken ne olacağını biliyorlardı, büyükle-küçükle karşılaştıklarında ne yapacaklarını biliyorlardı. Bugünün Müslümanları biliyor mu? Bilmiyorlar. Ne yaşlıya birisi yer veriyor, ne doğru düzgün bir misafirliğe gidiyor, ne doğru düzgün bir misafirin karşısında ne yapacağını biliyor, ne nasıl ikram edeceğini biliyor… Hiçbir şey bilmiyor. Bilmek de istemiyor. Dolayısıyla bu hayatı yeniden inşa etmeliyiz. Bütün bunların yerini ne doldurdu? Modern olan doldurdu. Peki biz yeniden bu ilişkileri İslam’a göre düzenlemeye kalktığımızda mesela söz gelimi düğünümüzü yapmaya kalktığımızda neye göre yapacağız? Muhtemelen yeniden sünnete, Peygamber (sav)’in dönemindeki uygulamalara bakarak… Kendi geleneğimizi sünnetle test ederek, yeniden sünneti neşv-i nema haline getirmek durumundayız. Sünnetin ihya edilmesiyle zannediyorum bizim önümüze koyulan ilişki biçimleri, yaşam biçimi bir bakıma hayattan kovulacaktır. Sünnete göre bir yaşam biçiminin inşasını sağlamak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü bugün aslında kavga yaşam biçimleri arasındaki kavgadır. Ya modern bir yaşam biçimini tercih edeceğiz ya da İslam’ın dediğini… İslam’ın yaşam biçimini tercih edeceksek eğer; bizim ekonomimizin büyüklüğüne küçüklüğüne, nasıl olacağına İslam karar verecektir.
Oysa bugün tam tersini yaşıyoruz. Ekonomi bize nasıl yaşayacağımızı söylüyor. Uzmanlar bize nasıl yaşayacağımızı söylüyor. Hepsi de bu modernliğin getirdiği unsurlardır. Ben oruç tutuyorum, hayatında belki doğru düzgün oruç tutmamış bir haddini bilmez bana çıkıp televizyondan nasıl orucumu bozacağımı anlatıyor. Sizce bu garip değil mi? Bence çok garip bir şeydir. Ben o uzmanın söylediğine göre mi orucumu bozacağım, yoksa Peygamber’in söylediğine göre mi? Eğer bana birisi ‘efendim ikisi arasında çelişki yoktur’ derse, ‘hayır vardır’ derim. İkisinin beslendiği bilgi biçiminden dolayı çelişki vardır. Benzer taraflarına rağmen uyuşmaz tarafları da vardır. Onun için ben, orucumu nasıl tutacağımı, sahurda ya da iftarda ne yiyeceğimi Peygamber’in sünnetine bakarak öğrenirim, uzmanları söylediğine göre değil…
MÜSLÜMAN ZİHİN HASTADIR
Bizim şehirlerimizde artık bu yeni yaşam tarzına göre yapılıyor. İnşaat sektörü üzerinden kapitalist bir yapılaşma var. 1+1, 2+1 daireler yapılıyor. 100 metre kareye iki daire sığdıran müteahhitler var. Bu İslam toplumunun aile yapısıyla uyuşan bir şey mi? Mesela bir kız bir erkek çocuğunuz olsa bir arada yatamaz, misafiri gelse oturamaz vs… Bunu nasıl yorumlamak gerekir?
Biliyorsunuz bunun çok meşrulaştırıcı bir tabanı vardır: Evsizlere ev veriyoruz. Bu çok aldatıcı bir ifadedir. Siz aslında onların yuvasını yıkıyorsunuz bunun karşılığında da onlara ev veriyorsunuz. Yuva ile evi birbirinden ayırmamız gerekir. Müslümanlar yuvadan yana olmalıdırlar. O yüzden ben kişisel olarak şehir ve kent diye bir ayrım yapıyorum. Şehir bir dünya görüşüne göre kurulmuş bir yerdir. Bu Müslüman, Hristiyan, Taocu, Hindu vs. olabilir. Ama şehir dediğimiz yer, o inancı taşıyan insanların, o inancı yaşamalarını kolaylaştıran bir mekandır. Müslüman şehirler de öyledir. Onun için Müslümanlar tarihlerinde bazen terk ettikleri şehirlere gidip yaşamışlardır, bazen de onun yanı başında yeni şehirler kurmuşlardır. Bugünün Müslümanlarının böyle bir bilinci yok. Hepsi apartmana koşmak istiyor. Dolayısıyla burada ciddi şekilde bir bilinç kayması var. Bir ihtiyaçtan dolayı bütün bunlar olabilir. Bence Müslüman entelektüeller şehir ve kent üzerinde yeniden düşünüp konuşmalıydılar. Bu iş bu kadar bedavaya gelmemeliydi. Hem siz üniversitelerde okuyacaksınız, mühendis, mimar olacaksınız hem de başkalarının yaptığı planları alıp taklit edeceksiniz ve Müslüman mimar geçineceksiniz. Her yapının kendine ait bir felsefesi vardır, bir dünya görüşü vardır. Müslümanlar bu kadar iddia sahibi adamlarsa, ki öyledirler, o zaman şehir üzerinde de düşünmeleri gerekiyordu. Bu kadar bedavacılık olur mu? Dolayısıyla Müslüman bir şehir nasıl olur, Müslümanlar mekânsal alanda İslam’ı nasıl yaşayabilirler, o mekan nasıl tasarlanabilir?.. Bunları bence konuşmalıydık. Çünkü kenti kapitalizm kurdu, yani iktisadi ilişkiler kurdu.
Mahremiyet bir değerdir. Az önce sizin dediğiniz kız ve erkek çocuklarını aynı odada yatıramamanın getirdiği şeyler vardır. Kapitalizm bütün bunları hiçe sayarak kenti kuruyor. Şu anda bu işimize geliyor. Niye derseniz, şu anda ekonomiyi canlı tutan nedir? Konut sektörüdür. Yağmalanan bir yerle karşı karşıyayız, görmüyor musunuz? Yirmi yıl önce rastlamadığımız gökdelenlerle doldu ülke. Niye insanlar bina ile zinanın çok olduğu kıyamet üzerine hadisler okuyorlar? Bu bir kader midir? Kaderse eğer, Müslümanların elinde tecelli etmemeliydi. Gökdelen dikmek gerçekten de İslam’a uygun bir şey değildi. Ama kanaatime göre, -beni bağışlayın- Müslüman zihin hastadır. Bu sadece Türkiye ile ilgili değil. Peygamber’in tevazusundan bahsediyorlar ama her şeyi büyük düşünüyorlar. Mesela Malezya’da da gökdelenler yapıldı. Bu o hastalıklı zihnin bir ürünüdür. Orada krizler oldu, hükümet sıkıntıya düştü. Suudi Arabistan’da bilmem kaç kilometre uzaktan görünen saat kulesi yapıldı. İşte görüyorsunuz, Türkiye’de ne kadar görkemli bir şey tasarlarsanız, bunu marifet sayıyorsunuz. Zaten Türkiye’de yıkım, şehirlerin yıkımı Demokrat Parti ile başlamıştı. Dolayısıyla muhafazakar kesim kendisinin bu haliyle ne kadar yıkıcı bir etki yaptığını, yani ne kadar da çok Amerika öyle olmadığı halde Amerikanvari düşündüğünün bence artık farkına varmalıdır. Zaruretten bazı şeyler olabilir, ben ona bir şey demiyorum. Ama temel görev, bunun aslının ne olduğu üzerinde düşünmektir. Siz onu düşündüğünüz zaman gerçekten o zaman itiraz edersiniz.
Türkiye çok büyük bir ülkedir. Öyle gökdelene ihtiyacı yok ki, bir kere toprak sıkıntınız yok. Sadece gökdelenler burada yapılmıyor ki, Anadolu’nun ücra köşelerinde bile yapılıyor. Belediyenin, devletin politikası. Oysa orada geniş araziler var. Daha insani, daha ucuz evler yapılarak da iş yapılabilir insanların ev sahibi olması sağlanabilir. Olmaz diye bir şey yok. Burada İstanbul’u bahane etmeyelim. Bu bir zihinsel problem zaten. Müslümanlar zihin problemi içinde olduklarını kabul etmelidirler. Anadolu’nun bütün şehirlerinde böyledir. Kayseri’nin, Konya’nın, Van’ın, Hakkari’nin ya da Samsun’un gökdelene, yüksek binalara ihtiyacı yok ki!.. Orada arsalar müsaittir, klasik şehirler böyledir. Bir iki katlıdır, yeşil alan içindedir, daha insancadır. Dikey yapılanacağınıza yatay yapılanın. Dediğim gibi bu bir düşünce meselesi, zihniyet meselesi.
YARIN: MÜSLÜMANLAR VE DEVLET ARASINDAKİ İLİŞKİ
on5yirmi5.com