Süleyman Seyfi Öğün’ün yazısı
Dil yarası
Dil, kültür hayatının en güçlü yapısını oluşturuyor. Özellikle ‘yapı’ kavramını kullanıyorum. Heidegger’in ifâdesiyle ‘içine fırlatıldığımız dünyâ’ dil ile kuruluyor. Yani, bir dil-dünyâya doğuyoruz.
Dili, çoğu kez araçsal düzeyde algılar, bir ‘dil konuştuğumuzu’ zannederiz. Oysa felsefeci Wittgenstein, dil-dünyâyı anlatabilmek, bir yapı olarak dilin onu konuşan insandan bağımsız, hattâ ona baskın olan niteliğini vurgulamak adına bu ilişkiyi tersine çevirir ve ‘ insan dili değil; dil insanı konuşur’ der.
Bizi konuşan dil küçüldükçe biz de küçülürüz. O fakirleştikçe, biz de fakirleşiriz. Türkçe bunun tipik örneğidir. Modernleşme târihimizin en büyük ve geri çevrilmesi çok zor olan tahribâtı dilde gerçekleşmiştir. Elbette modernlik, eski dünyânın, ayrıcalıklılara özgü incelmiş dillerini taşıyamaz. Dilde sâdeleşme her şeyden önce kapitalizme özgü iş ve işlemlerin selâmeti adına, târihsel bir gereklilik olarak doğmuştur.
Dilde sâdeleşme, mutlaka bir fakirleşme doğurmaz. Özellikle modern edebiyatlar, ikili bir işlev görmüş; dili bir yandan sâdeleştirirken; diğer yandan da zenginleştirmişlerdir. Kadim ince dillerin çözülmesi yoksayıcı olmaktan ziyâde düzenleyici ve yeniden yapılandırıcıdır. Modernleşme târihimizin ilham kaynağı olan Fransa’daki devrim bile dile saldırmamış, hatta mesajlarını bu dilin incelikleri içinde vermiştir. Genellikle yapılan, içinde teolojinin yapılandırıldığı, bir anlamda en soyut kavramların stoklandırıldığı Lâtince ile artık ulusal dil olarak algılanan günlük hayatta avâmın konuştuğu dilleri, lehçe farklılıklarından arındırarak sentezlemekten ibârettir.
Sâdeleşmenin tasfiyeye dönüşmesinin örnekleri yok değildir. Meselâ bir aralar Almanya bu konuda tuhaf adımlar atmış, bir ‘öz’ Almanca yaratmak adına bir dizi tasfiyeye girişmişti. Ama bu kısa sürdü ve etkili olmadı. Türkiye’de ise sâdeleştirme işine gölge düştü. Meselâ Tanzimat edebiyatının en güçlü kalemleri bu işe tâlip olmadılar. Edebiyat-ı Cedide tam tersi bir yol izleyerek, ağdalı bir Osmanlıca’yı kurmaya soyundu. Edebiyat çevrelerinin bu sapması, daha sonrasında ideolojik olarak telâfi edilmeye çalışıldı. Sâdeleştirme işi abartıldı ve Osmanlı geçmişinden kurtulmak adına tasfiyeciliğe dönüştü.
Britanya Kraliçesi, bir dünyâ dili olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmayan İngilizce’nin iftihar konusu edildiği bir dil toplantısına katılmış, mutluluğunu ifâde eden bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmayı ilginç kılan husus, kapsamında, herkesin öğrenmek için can attığı İngilizce’nin anavatanında yaşamaktan doğan bir kibirlenmeye asla yer verilmemesidir. Kraliçe ince ifâdelerle ; ‘Ne mutlu bana ki; anadilim, dünyâda konuşulan bütün dillerden kelimeler alarak zenginleşmiş bir dildir. İngilizce ile kıvanmak, işte asıl bunun içindir’ diyordu.
Osmanlıca’nın aslında bir tür Türkçe; Diyâr-ı Rûm’un Türkçesi olduğu maalesef anlaşılamadı. Dil konusunda ağır kompleksler yaşadık. Bu kompleksleri ideolojik kavgalarımızda kullandık. Biz 78’lilerin bu konularda traji-komik hatırâları vardır. Sonuçta öztürkçe adı altında halktan kopuk garip bir dil yaratmayı başardık. Âzerbaycan’da bir edebiyatçı bana, sitemkâr bir ifâdeyle; ‘Türkiye’de basılmış bir Yûnus divânını rahat rahat anlıyorum. Ama bu divâna giriş yazısı yazan kişinin Türkçesini bir türlü sökemiyorum’ demişti.
YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..
Yeni Şafak