PKK ile çatışma sürse bir 30 bin insan daha ölür

Fikir
Engin Dinç’in röportajı Suriye’nin son yüzyılda yetiştirdiği en önemli İslam düşünürlerinden olan Cevdet Said, ülkede süren iç savaş sebebiyle Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Cev...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Suriye’nin son yüzyılda yetiştirdiği en önemli İslam düşünürlerinden olan Cevdet Said, ülkede süren iç savaş sebebiyle Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Cevdet Said’in Türkiye’ye göçü, bu önemli İslam düşünürünün düşüncelerinin yeniden gündeme gelmesini sağladı. Halen Suriye’de süren savaşa bakışı Türkiye’de kamuoyu tarafından pek hoş karşılanmasa da, Cevdet Said’in düşünceleri ve hayatındaki tutarlılık onun fikirlerinin mutlaka ciddiye alınması gereken bir bakış açısı olduğunu gösteriyor. Özellikle El Ezher’de aldığı eğitimin ardından döndüğü ülkesinde fikirleri yüzünden farklı zamanlarda 5 kez hapse girip çıkan Cevdet Said, pasif direnişi İslami mücadele yönteminin merkezine yerleştiriyor. Cevdet Said’in şiddet karşıtı bu tavrı günümüzün şiddeti bir yöntem olarak seçmiş ve İslami mücadele yaptığını ifade örgütleri tarafından hem tam olarak anlaşılamıyor, hem de dikkate alınmıyor. Cevdet Said’in şiddet karşıtı bu söylemi tabi ki, sadece İslami yapıları kapsamıyor; Cevdet Said her yıl milyarlarca doları silaha yatıran İslam ülkelerini de eleştiriyor.

Cevdet Said, demokrasiyi ise Müslüman toplumlar için mutlaka ulaşılması gereken bir hedef olarak görüyor. Bu konuda Avrupa Birliği’nin 27 ülkeden müteşekkil halinin bir örnek teşkil ettiğini belirten Cevdet Said, tıpkı Başbakan Erdoğan gibi BM Güvenlik Konseyi’nde 5 ülkenin sahip olduğu veto hakkını ise kıyasıya eleştiriyor. Cevdet Said’in fikirleriyle ilgili bu kısa girişten sonra kendisiyle yaptığımız uzun ama bir o kadar ufuk açıcı olduğunu düşündüğümüz söyleşide ifade ettiği fikirleriyle sizleri başbaşa bırakıyoruz.  Son olarak sorularımızı Çerkez diline çeviren Kafkas Vakfı Kurucular Kurulu Başkanı Mehdi Çetinbaş’ın da bu söyleşinin gerçekleşmesindeki katkılarından bahsetmeden geçmek istemiyor ve kendisine teşekkür ediyoruz.

RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ!..

Dün ilk bölümünü yayınladığımız Cevdet Sait söyleşimizin bugün ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

SAVAŞ ÖLDÜ, DELİLER DIŞINDA KİMSE SAVAŞMIYOR

Bosna’da Sırplar birçok Boşnak’ı katletti. Suriye’de Beşşar Esed Müslümanları katlediyor. Hz. Peygamber döneminde bir sürü savunma savaşı olmuş. Bedir onlardan biri, Hendek onlardan biri… Savaşmanın meşru görüleceği bir yer yok mu? Savaşıp savaşmayacağımızı hangi şartlara göre ayarlayacağız?
El Cezire’de cihatla ilgili bir soru sordular bana, ben de “Savaş öldü. Aklı olmayan deliler dışında kimse savaşmıyor” dedim. Şimdi savaşı beyninde öldürürsen zaten problemi çözersin. Ama tabii ki ülken saldırıya uğradığı zaman meşru müdafaa hakkı her zaman vardır. Onu zaten tartışmak bile gereksiz.

Saddam ve Humeyni, aynı kitaba Kuran’a sahiptiler, ikisinin de ülkesinde ezan okunuyor, ikisi de namaz kılıyordu. Ama akılları yoktu. İşte biz de sürekli başkalarının dediğini tekrarlıyoruz ama kendimiz bir şey üretemiyoruz. Amerikan Büyükelçiliği daha 11 Eylül olmadan ‘Amerika’da İslam’ diye bir broşür çıkardı. Çok güzel, kaliteli bir broşür yayınladılar. Bu broşürde İslam’ın kara Afrika’sında, Afrikalılar arasında hızla yayıldığı, hızla büyüdüğü ve onlar içinde birinci din olduğu anlatılıyordu.

Mesela Rusya, dünyayı 30 kere yok edecek bir nükleer güce sahipti, ama bu kadar büyük nükleer güce sahip bir ülke yıkıldı. Onun elindeki nükleer güç onun yıkılmasını önleyemedi. O elindeki güçle isyanları bastırabilir miydi, bastırırdı. Ama kullanamazsın sonuç itibariyle. Karşındaki insan seni öldürmeye kalkmadığı zaman pasif direnişten yanayım, ama meşru müdafaa her zaman vardır.

Yine Humeyni örneğine dönüyorum. Humeyni Şah’ı kadınların önde olduğu bir çiçek devrimiyle devirdi. Hatta Amerika’nın Şah’a verdiği Fantom uçakları vardı, müthiş silahlar vardı. Her türlü silah vardı ama Şah onları kullanamadı. Kullanamazsın, çünkü vuracağın, öldüreceğin insan bir yerde senin de insanın. Hatta o beceriksizliğe Amerika öyle kızdı ki, Şah’ı Amerika’ya bile sokmadı. Hatta bugüne kadar Şah’ın parasına el koydu. Buna rağmen yaptıramadı, yani bu silahları kullanmak da öyle kolay bir şey değil.

TÜRKİYE’DE 30 BİN İNSAN ÖLDÜ, ÇATIŞMA SÜRERSE BİR 30 BİN DAHA ÖLÜR

Türkiye’de basını takip edebiliyor musunuz bilmiyorum ama PKK ile Türkiye bir barış sürecine giriyor. 30 küsur yıldır Türkiye’de binlerce insan öldü. Sizin düşündüğünüz anlamda bir barış ortamına Türkiye örneği üzerinden düşünürsek ulaşılıyor. Çok kan akıtıldığı için, insanlar kandan bıktığı için mi barış geliyor? Bu durum Arap dünyası için de örnek olur mu?
Türkiye, aslında geldiği noktaya sabırla geldi. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına baktığımızda çok şeyler yapıldı, ancak insanlar o zaman direnseydi bu noktaya gelinemezdi. Çok kan akardı. Menderes idam edilirken insanlar ayaklansaydı bugüne gelemezlerdi.

Sizin ülkenizden, bizim bir farkımız var. Sizin ülkenizde yöneticiler demokrasi ile geliyor. Arap ülkelerinde yönetici hem ülkenin, sahibi hem bizim de sahibimizdir. Bizi de istediği gibi kullanıyor, istediği gibi satabiliyor. Biz köleyiz, öyle kullanıldığımız için arada bir fark var. Bu bakımdan Türkiye sabır geleneği olan bir ülke. Siz bugünlere sabırla geldiniz.

Siz Türkiye sabırlı bir ülke diyorsunuz ama 30 yılda 30-40 bin insan öldü…
Türkiye’de bugüne kadar 30 bin insan öldü, böyle devam ederse bir 30 bin daha insan daha hayatını kaybeder, başka bir şey olmaz. 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa’da 20 milyondan fazla insan öldü.
Devlet falan çok basit şeyler. Mesela Lüksamburg Almanya’ya, “Ben ayrı bir devlet olacağım” dedi. Ayrıldı başka bir devlet oldu. Başka yerde Vatikan gibi, Andora gibi başka devletler kuruldu. Dünyada örnekleri çok. Kürtler de ayrı olmak istiyorsa bunlar çok önemli şeyler değil.

Eskiden bir salgın hastalık başladığı ortalığı zaman kırıp geçirirdi. İnsanlar cenaze gömmeye vakit bulamazlardı ve sonuçta toplu olarak imha ederlerdi. Bir de bu hastalık Avrupa’dan Afrika’ya kadar yayılırdı. Mikroplar tespit edilinceye kadar insanlar ölüyordu. Şimdi ise vebanın yaygın olduğu ülkeye gariban, fakir ülke diyorlar. Şu anda ölçü bu şekilde. Ama biz kafamızdaki mikropları temizleyemedik. Beynimizde yerleşmiş mikroplar var, onlar kafamızdan atılmadığı için birbirimizi öldürüyoruz. Bunlar çok zor şeyler değil aslında ama insanlar niye barış dilini konuşmuyor, ben bunu anlamıyorum.

KUR’AN DİN SAVAŞINI KABUL ETMEZ

İnsan fıtratının bir yanında kan dökmek, adaletsizlik yapmak, insanların hakkını gasp etmek gibi eylemler bulunmuyor mu? Bu tip şeylerin olması bir yerde doğal değil mi? Bu fıtrattan gelen bir şey değil mi? 
Hiç kimse dinle doğmaz. Kur’an gerçek din savaşını kabul etmez. İnsanları öldüren zalime kesinlikle ‘dur’ demek lazım. “La ikrahe fiddin" cümlesinin yorumlanamamasından, anlaşılamamasından kaynaklanıyor sorun. Kesinlikle Allah kendi dinini başkalarına zorla kabul ettirmeyi, başkalarının kafalarına zorla koymayı kabul etmez. Şems suresinde anlatılır; insanlar hep gördükleri şeye bakarlar. Tabi insanlar somut olarak gökyüzünde güneşi gördüğü için, güneşi hep sabit görür. Bir insanın kafasındaki düşünce için o insana hiçbir şey yapamazsınız. Eğer o insanın kafasındaki düşünce, düşünce olarak duruyorsa o insana bir şey yapamazsınız. Ama şunu yapabilirsiniz: Fikrini, düşüncesini değiştirmek ve onu ikna etmek için onunla konuşabilirsiniz. Hatta tam tersine başkalarının üzerine din için baskı yapan insanları durdurmak için çalışmalısınız. Kur’an-ı Kerim, Ehl-i kitap yani Hristiyan veya Yahudi kadınlarla evlenebilirsiniz diyor ama onu dinini değiştirmek için zorlayamazsınız. Hep söylenen bir şey vardır, peygamberlere vahiy geldiğinde onlar da aynı şeyi anlattılar. İnsanlar da ‘Ey peygamber, bu söylediğin şeyleri biz hiç duymadık, bize söylenmedi, bize anlatılmadı.’ dediler. Yine aynı şeyler… Bugün de ben aynı şeyi söylüyorum, başka bir şey söylemiyorum ki…

SAVAŞ YOLUYLA BİR ŞEY ELDE EDİLEMEZ

Allah rahmet eylesin, Suriyeli alim Ramazan el Buti bir saldırıda öldürüldü. Ramazan el Buti; ‘Esed’in orduları Peygamber’in ordusu gibidir’ diyerek Esed rejimine destek verdi. Bu söze de Türkiye’de Müslümanların eleştirisi oldu. Ramazan el Buti’nin bu sözü ve şehadeti hakkında ne düşünüyorsunuz?
İran – Irak savaşırken Irak’ın sloganı ‘Vurun Mecusilere’, İran’ın sloganı da ‘Vurun Ebu Leheb’in torunlarına’ idi. Birbirlerine bu şekilde vuruyorlardı. Çerkezlerin, “Deli olmazsa kim çobanlık yapar” diye bir atasözü var. Eskiden, Amerika girmeden önce, Vietnam Fransızların elindeydi. Vietnamlılar Fransızlarla savaşırken öyle bir savaş verdiler ki, tepedeki 100 tane Fransız askerini öldürmek için belki bin-2 bin tane Vietnam askeri ölüyordu. Sonra Fransızlar Vietnam’dan ayrıldılar. Amerikalılar Vietnam’a girdiği zaman, Fransızlar Amerikalılara ‘buraya girmeyin, Vietnam direnişiyle başa çıkamazsınız’ dediler. Ama Amerika dinlemedi ve girdi, neticede bir şey kazanamadı. Şuraya geliyorum; savaş, yani öldürme metoduyla bir şey elde edilemez. Öyle bir şey ki, iki taraf savaşıyor ama iki taraf da büyük hasar alıyor, iki taraf da büyük zarar görüyor. Ama görüntüde biri kazanmış gibi oluyor.

Peygamberimiz, Mekke döneminde yani Medine’ye hicret edinceye kadar kesinlikle Müslümanlara kavgayı, şiddete şiddetle karşılık vermeyi yasaklamıştı. Hatta Abdurrahman bin Avf Hazretleri bir gün geldi, ‘Ya Rasulallah, bize şu anda laf atan, bizi taciz eden bu insanlar İslam gelmeden önce bizim yanımızdan bile geçemezlerdi.’ demişti.

Şu anda dünya zaten savaş için dönüyor. Dünyada silah ticaretinden beslenen sektörü sürdürmek için dünyanın değişik yerlerinde savaş çıkaran devletler var ve tamamen bunun üzerinden dönen bir ekonomi var. 


   Cevdet Said ve Mehdi Çetinbaş

İSLAM BU ZAMANA KADAR ZORLA, SAVAŞLA YAYILMAMIŞTIR

Hocam, Hilal TV’de Suriye olaylarıyla ilgili soru sorulduğu zaman bayağı bir eleştiri almıştınız. ‘Siz Türkler, silahtan başka ne bilirsiniz!’ gibi bir ifade kullanmıştınız. Bu sözü niye kullanmıştınız? Bir de silah kullanmanın da bir fıkhı var mıdır?
Benim orada söylemek istediğim şey düzgün çevrilmedi. Nükleer silah yapmak ve bu silahı geliştirmek konusuna karşı çıktım. İran’dan nükleer silah üretecek diye korkuyorlar. Bu silahı kim kullanacak? Şu anda bunu zaten kullanamazsın, kullanmayacağın bir şeyi niye üretiyorsun! Eğer insan imanını, inancını silahtan, nükleer silahtan filan sağlıyorsa o zaman ona söylenecek bir şey yok zaten. Allah’ın dini gerçek olduğu için, zaten kendiliğinden yayılıyor. Bu zamana kadar zorla yayılmamıştır, savaşla yayılmamıştır. Silaha imanı olan kişi kesinlikle güvensizdir, başkalarına güvenemez. Silaha güvenen kişi hiç kimseye bir fayda sağlayamaz, İslam’a da bir katkısı olmaz. O silaha güvenerek dünya üzerinde hakimiyet kurduğunu zannedenler akılsız, noksan akıllı insanlardır.

Bütün dünyada hukukun, adaletin tek bir sembolü vardır: Terazi. Terazinin eşit olan iki kefesi vardır. Bütün dünyada hukuk böyledir. Kur’an da zaten, “eğer adaletle hükmetmiyorsanız, adaleti söyleyemiyorsanız bu dine girmediniz demektir” diyor. Kur’an sadece Araplara, falana filana inmedi, Kur’an tüm insanlara indi. İnsanlara adaletle davranmayı, adalet içinde hükmetmeyi emrediyor. Din değil, tamamen adalet. Eski Roma’da zenginlerin toplandığı “Agora” adında bir meydan vardı. Oraya bir tek zenginler girerdi. Orada yukarıda bir levhada, ‘Altın fakirlerin ulaşmak için öldüğü, zenginlerin de korumak için öldüğü bir şeydir’ yazıyordu.

Başbakanınız Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e kızarak salonu terk ettiği anları ben televizyondan seyrediyordum. Orada Erdoğan bir şey söyledi; “Filistin ile alakalı Birleşmiş Milletler’den 100 tane karar çıktı. Bunlar niye yürürlüğe girmedi?” İsrail, Filistin’e duvar ördüğü zaman bu durum uluslararası mahkemeye verildi. Mahkeme de karar verdi, bu duvarın yıkılması ve verilen zararın da tazmin edilmesi lazım diye karar çıktı. Hukuk her tarafından delinebilen bir şey. Başka örnekleri de var. Bir Arap kıssası anlatılır: Adamın biri devesini kaybetmiş, arıyor arıyor bulamıyormuş. Sonra kendi kendine söz vermiş, Allah şahit olsun ki demiş, bulursam 100 dinarlık deveyi 10 dinara satacağım. Günler sonra bulmuş deveyi, bulunca da verdiği söz gereği 10 dinara satmak zorunda. Gitmiş pazar yerine, devenin boynuna bir tasma takmış. Deve 10 dinar demiş, tasma da 90 dinar… “İkisini ayrı ayrı alalım” diyene de vermemiş deveyi, “yok” demiş, “ikisi beraber satılacak”. Sonuçta insan hukuka bir kılıf bulmaya çalışırsa bulur. Uluslararası hukuk da böyle, İsrail bulmak isteyince bir kılıf buluyor.

FARKLI ZAMANLARDA 5 KEZ HAPSE GİRİP ÇIKTIM

Ömrünüzün büyük bir kısmı Suriye’de geçti. Suriye’de çatışan kesimleri tanıyor. Esed iktidarından ya da muhaliflerden sizi tanıyan insanlar gelip, “Bu kanın dökülmemesi için bir orta yol bulalım. Bu işi çözelim” diyenler oldu mu? Esed zaten kimseyi dinlemiyor da en azından muhalifler size danıştılar mı? 
Ben ilk hapse girdiğim, tutuklandığım zaman da Suriye’de karışıklık vardı. 60’lı yıllardan bahsediyorum. Mısır’la Suriye’nin birbirinden ayrıldıkları, dalaştıkları bir dönem. Ben 1965’te tutuklandım. Çıktığım zaman safımı belirtmek için, savaş karşıtı olduğumu belirtmek için 1966 senesinde ‘Beni Adem’i (Adem’in Oğlu Habil Gibi Ol’u kastediyor) yazdım. İnsanlar beni bilsinler, kim olduğumu, düşüncelerimi bilsinler diye o kitabı yazdım. Onu da zorluklar içinde, gençlerle bir araya gelerek, kitabın baskısı filan çok iyi olmamasına rağmen, o şekilde yayınladık. Bunu insanlara sundum ve çok rahatladım. Sonra tekrar tutuklandım. 1967 yılıydı, ben o zaman da savaşa karşı çıktım. İsrail savaşı sırasında da ben hapisteydim. İsrail işgali başladığında Golan’daydım. Bütün köyüm işgal edildi, malımız mülkümüz her şeyimiz İsrail’in eline geçti. Bulunduğum hapishane Fransızların inşa ettiği eski bir kaledeydi. Savaş bitti, Golan yok, evim – barkım yok, yurdum yok. Kapıları açtılar ve gidin dediler. Biz de çıktık. O zaman ben vazifeye başlamıştım, öğretmendim. 68’de bu sefer Mısırlıların inşa ettiği bir hapishanedeydik. O hapishane öyle bir yerdi ki, en azgınların tutulduğu, kuş uçurulmayan, kımıldamanın imkansız olduğu bir hapishaneydi. Hapisteyken özel bir adam geldi, mevcut görevimden ve her türlü kamu hakkından men edildiğime dair bir hüküm tebliğ etti. Ondan sonra oturdum ve Allah’a; ‘Allah’ım eskiden görevim dolayısıyla ve rızık kaygısıyla gerçeği söyleyememekten çekiniyordum ama bundan sonra artık çok rahatım’ diye dua ettim. 73’te de Enver Sedat’la Hafız Esed birleşerek Süveyş Kanalı’na bir saldırı yapmışlardı. Ben o zaman da hapisteydim. Farklı zamanlarda 5 kere hapse girdim çıktım. Şu anda benim Suriye’de mal mülk edinme hakkım hala yok. Hatta çöpçülük bile yapamam.

Bu olaylar başlamadan önce öğrencilerimle mescitte ders yapıyordum. Dersime gelenlerin hepsini tutuklayıp götürdüler. Benim konuşmalarımı, vaazlarımı çocuklarım, yeğenlerim internet ortamında insanlara ulaştırdılar. Mail kanalıyla bütün dünyaya, BBC dahil 10 civarında farklı kanala mesajlarımı ulaştırdılar. Bu internet haberleşmesi yüzünden, fikirlerimin yayılmasından dolayı yeğenimi tutukladılar ve 3 yıl hapse mahkum ettiler. Tutuklanan yeğenime muhbirlik teklifinde bulundular. “Amcanın neler söylediğini, ne anlattığını bize söylersen sana ‘kıyak’ geçeriz” dediler. O yeğenim bunu kabul etmeyince sadece internette fikirlerimi yaymak suçundan 3 yıl hapis yattı. Benim dersime gelen insanları El Muhaberat (Suriye İstihbarat Örgütü) çağırıyor ve onlara “bir daha Cevdet Said’in dersine gitmeyeceğim” diye kağıt imzalatıyordu. Büyük bir kısmı imza atmadı. Cuma günleri ben vaaz verdiğim için köye, camiye gelen yolu kesiyorlardı. Gelen insanları çevirip gözaltına aldılar ve uzun bir süre derslerime göndermediler.

Suriye El Muhaberatı’nın klasik bir metodu vardır. Sizi merkeze götürür ve önünüze kalın bir dosya çıkartır. Benim dosyam çok kalın olduğu için, 60 yıllık şeyler bile orada duruyor. Dosyaları çıkartırlar, çıkartırlar ve arkasından da önce “bizimle çalışır mısın” derler. İstedikleri cevabı alamayınca “başka söyleyecek bir şeyin var mı” derler. Beni en son oraya çağırıp bu soruları sordukları zaman bir tanesi gülerek; “Sen zaten bizimle çalışmazsın” demişti. Sonra bana, “Sen çalışmıyorsun, talebelerin de bizimle çalışmıyor. Bunları nasıl eğitiyorsun” dediler. “En son bir şey ilave etmek istiyor musun” deyince ben, “Bir temennim, bir düşüncem var dedim. Bu ahir ömrümde bir Arap ülkesinin demokrasiye geçtiğini görmek benim en büyük temennim. Hele hele bu Suriye olursa çok çok sevineceğim” dedim. Onu da yazıp gitti Tekrar bir sorguya aldıklarında bu sefer; “Sana artık bizimle çalışır mısın diye sormuyoruz.  Yine de ekleyeceğin bir şey var mı?” diye sordular. “Geçen defa Suriye için demokrasi istediğimi söylemiştim. Şimdi ufkum çok daha ileri gitti. Şimdi en büyük temennim, en büyük arzum, isteğim Birleşmiş Milletler’in demokratik bir yapıya kavuşması” dedim.


    Cevdet Said ve Engin Dinç

DÜNYADAKİ ADALETSİZLİĞİN KAYNAĞI BİRLEŞMİŞ MİLLETLER

Dünyadaki en büyük haksızlığın, adaletsizliğin kaynağı Birleşmiş Milletler’dir. Orada veto hakkı olduğu müddetçe dünyaya adaletin gelmesi mümkün değil. Ben Tevrat’ı, İncil’i, Budizm’i, dünyayı Kur’an sayesinde, o gözle okudum. Dolayısıyla hiç gizlim saklım olmadığı için rahatım.

Suriye’deki Hindistan büyükelçisi, ‘Burada Gandi gibi bir adam yaşıyormuş. Bir randevu alın, kendisiyle görüşmeye gideceğim’ demiş. Büyükelçinin geleceği gün yeğenim Abdullah ve şu anda Rusya’da bulunan oğluma “siz de yanımda bulunun” dedim. Bu olay 2008’de oldu. Hindistan büyükelçisi yanıma geldi, ben de ona “Hindistan gibi demokratik bir ülkenin büyükelçisinin benim gibi bir insanın yanına gelmesi beni memnun etti” diyerek iltifat ettim. “Konuştuklarımızı kayda alsak, yazsak bir mahzuru var mı” dedim. Bir şey de diyemedi. Sonra ona dedim ki, İsa der ki: “Benim size gizli olarak söylediğimi siz de insanlara bağırarak söyleyin.” Hz. İsa böyle der; yani bizim gizli kapaklımız yoktur. “Gandi’yi nasıl tanıyorsun, nasıl biliyorsun” diye bana sordu. “Eğer siz Gandi’yi tanıyorsanız, Gandi sizin olsaydı ve siz Gandi’nin yolundan gitseydiniz, atom bombası yapmazdınız” dedim. Sonra büyükelçiye, “Sizin ülkenizde her türlü Müslüman mezhebine sahip insan yaşıyor. Ülkenizde her türlü Hristiyan mezhebi de var. Hatta ülkenizde bizim adını da bilmediğimiz birçok büyük dinler, filozoflar, filozofların müntesipleri de var. Rusya, Amerika, Avrupa bir araya gelse sizin nüfusunuz kadar olamaz, çok kalabalıksınız. Siz onlardan da fazlasınız. Hindistan’a dönersen oradakilere de ki; ‘Bizim için böyle söyleyen, bizi böyle gören insanlar var. Bu şekilde gören insanlar da var’ diye anlat” dedim. O da bana büyük bir hürmet gösterdi, nezaketle davrandı. İsa Mesih’in sözlerini söyleyince o da bana; “Ama Mesih politikacı değildi” diye cevap verdi. Ben de ona, “Siyasetçi yalancı demektir. Dünya bunun üstüne kuruldu” dedim.

EĞER SEN BİR ŞEYE İNANMIŞSAN, İNANCIN UĞRUNA ZATEN ÖLÜRSÜN

Suriyeli muhalifler, Hindistan Büyükelçisi gibi sizinle konuşup, nasıl mücadele etmeleri gerektiğine dair danıştılar mı? 
Başta farklıydı ama şimdi benim ne söyleyeceğimi bildikleri için sormaya da çekiniyorlar, dolayısıyla sormuyorlar. Bu olaylar başlamadan 6-7 yıl önce, Esed’in siyasi partilere izin verdiği bir dönemde Şam İttifakı diye bir gruba üyeydim. 2006 yılında kurulmuş bir oluşumdu. Tüzüğümüz, yönetmeliğimiz vardı. O zamanki muhalifler beni davet ettiler. “Ülkeye demokrasiyi getireceğiz, silah kullanmayacağız” diye anlaşmıştık. O gruba imza verdim. İçinde Kürtlerle ilgili tasvip etmediğim şeyler olmasına rağmen yine de imzaladım. Demokrasi geldiğinde o sorun da çözülür diye o ittifaka girmiştim. İttifaka girince, “Seninle nasıl irtibata geçebiliriz” diye bana sordular. Ben mail kullanan biri değilim ama doktor bir müntesibim vardı. Onu vekil tayin ettim, ‘onunla irtibat kurabilirsiniz’ dedim. Benim görevlendirdiğim o doktor şu anda hapiste.

Savaş, yani ilk bu olaylar başladığında hükümetten Hüseyin Şaban adında bir temsilci gönderdiler. Hüseyin Şaban, “Gel bir yol bul, uzlaşmada hakemlik yap” diye bana geldi. Hanımı benim talebelerimden birinin akrabasıydı. O kanalla bana ulaştı. Ben de doktor öğrencimi gönderdim, o da Esed’in damadı Asaf Şevket’le görüştü. 10 saate yakın müzakerede bulundu. Doktor öğrencime şahsi telefonunu da verdi. Doktor öğrencim, Asaf Şevket’in ofisinden dışarı adımını atar atmaz tutuklandı ve hapse girdi. Daha sonra ben de Asaf Şevket’in akrabası olan kadın kanalıyla şunu söyledim: ‘Ben sizin yanınıza hiçbir şekilde, hiçbir zaman gelmeyeceğim. Eğer gücünüz yetiyorsa buraya gelin, kendiniz zorla alın götürün.’ Doktor daha sonra hapisten çıktı ama ağabeyi ve çocukları halen içerideler. Şu an Havran’da, bulunduğu yer güvenlikli bir yer.
Eğer sen bir şeye inanmışsan, o inancın uğruna zaten ölürsün. Öldüğün zaman da kendince bir hak üzere gidersin. Ama maalesef akıl, mantık yoksunluğu çok zor durumda bırakıyor bizi. Avrupa’da 20 tane ülke birleşiyor, iki tane Arap ülkesi anlaşamıyor.

SURİYE HİÇBİR ZAMAN ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

Suriye’de 100 bin civarında insan öldü, 1 milyonun üzerinde insan göç etti. Esed artık iktidarda kalabilir mi?
Suriye hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Ne kadar vakit geçer bilmiyorum ama hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Dünyada ilk demokrasiye geçen ülke Fransa’dır. Fransız anayasasında, ‘Bir müstevi seni ülkenden çıkarmaya kendi ülkende sana zulmetmeye geldiği zaman onu zaten silahla ülkenden çıkarmaya hakkın var. Ona karşı koyma hakkın var.’ diye yazar. Bizim mücahitlerimiz Kuran’a göre savaşmıyor, 1789 anayasasına göre savaşıyor. El Şebab da, Usame bin Ladin de… Kaynağını Kur’an’dan değil Fransız anayasasından alıyor. Bizde de maalesef mezhepler Kuran’ın önüne geçti. Mezheplerin içtihatları Kur’an’ın önüne geçti. Mezhep imamları neredeyse Peygamber yerine geçti. Öldürdüğümüz insanı Kuran’a göre değil mezhebe göre öldürüyoruz. Dolayısıyla Hristiyanlıkta nasıl rahipler varsa, biz adını koymadık ama bizim de rahiplerimiz oldu.

Beni her türlü kamu haklarından yoksun ettikleri zaman Suudi Arabistan’ın çok ünlü bir din adamı olan Usame bin Bazz, “Hocam gel, burada camiamıza hocalık yap. Burada bize eğitim ver” diye bana davette bulunmuştu. “Sağolun, ben gelmeyeceğim” dedim. “Bizim kötü rejimimiz senin çağırdığından daha iyidir” dedim. Yani bir şey değişmiyor, Suud kralı oturuyor, orada ilahlık yapıyor, burada da Nusayriler ilahlık yapıyorlar. Aslında birbirlerinden çok farklı değiller. Suudilerin yardımıyla demokrasi gelir mi! Onlar demokrasiyi getirirler mi! Onlar ancak Suriye’ye silah satar. Biz sürekli rüya gören insanlarız. Gerçeklerle bir türlü yüzleşemiyoruz. Gerçekler karşısında duramıyoruz. Ama ben yine de hiçbir şekilde umudumu kaybetmiyorum. Allah, ‘Benim nurumu kimse söndüremez’ diyor. Dolayısıyla Allah’ın nuru söndürülemeyeceğine göre, ben niye ümitsiz olayım!

Ne zamanki insanlar bizi aldatamazlar, aldanmamaya başlarız ve o şuura ereriz, işte o zaman silah satamazlar ve çökerler. Pakistan atom bombası yaptığını ilan etti, 6 tane de deneme yaptı. Bomba yaptığını ispat etti. Ama ne yazık ki demokrasi ülkesi olamadı. Ben bunu söyleyince kötü oluyorum, inandıramıyorum insanları… ‘Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu!’ Şu anda Kur’an dışında, hala vahiyler iniyor. Ama görmüyoruz, problem orada. Norveç’teki katliamı yapan insanı bile (Anders Behring Breivik’i kastediyor) kazanmanın yolunu arıyor adamlar. Ona bile insani bir yaklaşımda bulunuyorlar. Bu katliam gerçekleştiğinde Avrupa’da birçokları idamı geri getirelim gibi şeyler söylediler. Ama yine de Avrupa dik durdu.

KISAS AYETİNİN BİR KISMINI ALIYORUZ, DİĞER KISMINI ALMIYORUZ 

Savaşa, silaha ve insan öldürmeye karşısınız ama kısas hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kısasla ilgili Bakara 178. ayette, “Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azab vardır.” Bu ayetten şöyle bir anlam çıkar: “Size yapılan kadarını kendisine yapın, fakat affederseniz daha iyidir. Güzellikle muamele edersen dargınlık, küskünlük kalmaz.” Biz niye bir kısmını alıyoruz peki? Peygamber de önüne suçlu olarak gelip diz çöken insanlara ‘Allah affetsin’ dedi. ‘Ben bir kul olarak size bir şey yapamam, siz işlediğiniz günahları Allah’a karşı işlediniz.’ diyerek kimseye kin gütmedi. Yusuf kıssasında vardır; kardeşleri Hz. Yusuf’u kuyuya attılar. Hz. Yusuf kuyudan çıkıp Mısır’a sultan oldu. Kardeşleri yanına gittiklerinde Yusuf da onlara, “Allah affetsin” dedi.

Benim sohbet halkama sürekli katılan komşu köyden, Barika’dan bir dostum vardı. Müşterilerinden biri bir olay dolayısıyla dostumun dükkanına geliyor ve buna galiz küfürler ediyor. Bu ise ağzını açıp bir şey söylemiyor, adam dakikalarca küfrettikten sonra gidiyor. Sonrasını arkadaşım şöyle anlattı: “Erken vakitte kapım çalındı, açtım. Baktım, karşımda dün küfreden adam. ‘Yahu ben sana o kadar küfür ettim. Sen niye bana cevap vermedin’ dedi. Ben de ‘benim tabiatımın, mizacımın böyle olduğunu’ söyledim. ‘Ben küfredemem’ dedim. Adam ise geceden beri uyuyamadığını söyledi. Sonra özür diledi, çekip gitti.” Mevzu bu. Küfür eden uyuyamadı, huzursuz oldu.

Avrupa tarihini okuduğumuz zaman görüyoruz ki, bu seviyeye çok kolay gelmedi. Binlerce sihirbaz, cadı diri diri ateşlerde yakıldı. Allahu Teala’nın meleklere söylediği, ‘Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum’ sözü göreceğimiz şeylerle ilgili ya da bugün de gördüğümüz ama yine de o ayete doğru dürüst yorum getirmediğimiz hususlardır. Kur’an hala gökte, yere inmedi. Sadece birisi öldüğü zaman Yasin’i okuyoruz o kadar.

İnsanlar akıllı olduktan sonra onlardan korkmayın. Benim ömrüm işte böyle geçiyor. Çok uzun sohbetlerde bulundum. Bundan sonra da yine ömrüm olursa konuşmaya devam edeceğim. Bizim o doktor gibi, konuştuğum zaman kimse ‘hayır’ diyemiyor.

RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ!..

on5yirmi5.com