“Yahudi halkı nasıl icat edildi?”

Fikir
Soğuk Savaş döneminde okullarımızda tavsiye edilen “Anne Frank’ın Hatıra Defteri”nin orijinal olmadığını öğrenmek neden önemli? Şundan: Adam Smith’inkini aratmayacak bir “görünmez el” onu icat ve imal...
EMOJİLE

Soğuk Savaş döneminde okullarımızda tavsiye edilen “Anne Frank’ın Hatıra Defteri”nin orijinal olmadığını öğrenmek neden önemli? Şundan: Adam Smith’inkini aratmayacak bir “görünmez el” onu icat ve imal etmiş ve Yahudilerin çektiklerini ömür billah hafızalardan çıkmayacak bir şekilde işlemiştir.

Tarihçi Robert Faurisson’un günlüğün sahte olduğunu 1982’de ilmî bir dergide yazdığına, Roger Garaudy’nin ise “İsrail: Mitler ve Terör” adlı kitabında özetlediğine göre hatıra defterinin bir kısmının tükenmez kalemle yazıldığı ortaya çıkmış. Oysa tükenmez kalemin piyasaya çıkışı savaştan 6 yıl sonradır. Anlaşılan daha etkileyici olabilmesi ve bestseller olup okunabilmesi için yeniden yazılmış ve parçalar eklenmişti. Tek kelimeyle sahteydi.

Ne var ki bu, 2. Dünya Savaşı sonrasında sık rastlanan tarih tahrifatının yegâne misali değil. Aslında İsrail devletinin kuruluş yıllarından itibaren tarih çarpıtılmış, yeniden yazılmış ve devletin ideolojisine uygun hale getirilmişti.

Bizde sanki farklı mıydı? Türk Tarih Kongresi’ndeki ırkçı rezaletleri hatırlamıyor muyuz? 1932’de yapılan bu sözde bilimsel kongreye Dr. Şevket Aziz Kansu, Bağlum’un köylerinden ‘saf bir Türk ailesi’ni ‘tesadüfen’ getirip gururla şöyle takdim etmişti:

“İşte ince, uzun burunlu brakisefal ve antropoloji kitaplarında bu karakterle tavsif edilen halis dağlı adam, Alp adamı, Türk adamı (Alkışlar). İşte saçları altın renkli olan bu yavru Türk ırkına mensuptur (Alkışlar).”

Nasıl Türkiye sınırları içinde Türk’ten başka bir ırka kapılar kapatılmış ve Anadolu halkına ortak bir kimlik olarak Türklük kisvesi geçirilmek istenmişse İsrail kurulduktan sonra benzer bir ortak kimlik bulma işi tarihçiler ve arkeologlara havale edilmişti. İsrailli tarihçi Şlomo Sand’ın “Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi?” başlıklı kitabı (Doğan Kitap: 2011) benzer sahnelerin Yahudiler için bir ‘ulus devlet’ olarak tasarlanan İsrail’de de nasıl yürürlüğe konulduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

Osmanlı’nın son yıllarında çekilmiş bir hava fotoğrafında Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra.

TECAVÜZDEN DOĞAN ÇOCUK

Sand, kitabı yazdıktan sonra İsrail’deki akademik dünyadan nasıl dışlandığını ve El-Kuds Üniversitesi’nde sorgulandığını anlatıyor. Siyonizmin efsanelerini dinamitleyen ve Filistin topraklarının sömürgeleştirilmesine karşı çıkan kitabı yazdığı halde nasıl olup da burada yaşamaya ve İsrail’in Filistinliler tarafından tanınmasını talep etmeye devam edebiliyordu? Bu soruya şöyle cevap vermiş:

Tecavüzden doğan çocuğun da yaşama hakkı vardır. Bir trajedi, yeni trajediler yaratarak düzeltilemez. Bize düşen görev, çocuğa hangi koşullarda doğduğunu öğretmek ve babası gibi davranmasını önlemektir. Ortadoğu’daki çatışmada sorun, evladın, doğumuna öncülük etmiş eylemleri sürdürmesi ve yenilemesidir.”

Yahudiler 2. Dünya Savaşı’nda en çok Nazi ırkçılığından çekmişlerdi, değil mi? Ne diyorlardı? Dünyayı kana göre tasnif ediyorlardı. En üstün ırk Almanlardı (Nordik); onun safiyetini bozan ırklar, özellikle Yahudiler ve çingeneler ortadan kaldırılmalıydı. Hitler’in bu saçma nazariyesi Yahudilere çok pahalıya mal oldu ve milyonlarca Yahudi hayatını kaybetti. İyi ama İsrail devleti bu uğursuz Hitlerci mirasa nasıl vâris olabildi? İsrail’de Yahudi kanıyla birleşmiş ve diğerlerinden kesin hatlarla ayrılmış saf bir ulus oluşturma anlayışı Hitler’in zaferi değil de neydi? “Daha dün ‘Yahudi kanı’ndan söz ederken bugün de İsrail’de yaşayan birçok kişi bir ‘Yahudi geni’nin varlığına inanırken” diyor yazarımız ve soruyor, “Hitler’in Yahudilerin spesifik biyolojik karakteristikler taşıdıkları şeklindeki teorisini yenmenin ihtimali nedir?”

“Tarihte buna yakın bir ironi yoktur.” diyen Sand, Siyonizmi ve efsanelerini kıyasıya eleştiren Post-Siyonizm’in izinde yürüyor ve sorularıyla İsrail’in etnik merkezci ve anti-demokratik karakterini değiştirmeye çalıştığını ifade ediyor.

İsrail’in kuruluşundan sonra tarih ve arkeoloji sahaları birden canlanır. Tarih, Kitab-ı Mukaddes’i İsrail’in meşru temeli olarak kurgulamakla görevliyken, arkeoloji de burada yaşamış olan ‘İsrail halkı’nın 4 bin yıllık geçmişini gün ışığına çıkarmaya koşulur. Böylece kazı alanları adeta yeni ulusun ibadethanelerine dönüşür. 1967 işgalinden sonra İsrailli arkeologlar Batı Şeria’nın altını üstüne getirmeye koşarlar. Ne var ki toprağın altından beklenmedik soru işaretleri çıkar.

Arkeolog Mazarfarkeder ki, Kitab-ı Mukaddes’te Filistinliler, Aramiler ve develerden bahsedilmekle birlikte bütün arkeolojik ve yazılı tanıklıklar kendilerinin milattan önce 2. bin yıla tarihlendirdikleri olaylarla çelişiyor. Filistinliler buraya 8 asır sonra gelmişlerdi, Aramiler ise 9 asır sonra! Develerin evcil hayvan olarak ortaya çıkışları da peygamberlerin başından geçtiği söylenen kıssalardan bin yıl sonradır! Bu tatsız gerçekler karşısında İsrailli arkeolog olayları daha geç bir döneme “taşımak” zorunda kalacak ve böylece sorgulamaların da önü açılacaktır.

Osmanlı döneminde Mescid-i Aksa

EFSANELER İSRAİL’İN HİZMETİNDE

Bunun üzerine Kitab-ı Mukaddes’teki kıssaların sonraki dönemlerde ‘parlak ilahiyatçıların’ marifeti olduğuna karar verilir. Üstelik tarihler birbirine karışmakta ustadır. Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışı MÖ 13. yüzyıldaydı ama bu sırada Mısır firavunları güçlerinin doruğundaydı. O zaman Musa, Mısır’ın özgürlüğüne kavuşmuş kölelerini yine Mısır’a köle olmaya mı götürmüştü? 40 yıl boyunca çölde savaşan 600 bin savaşçı –ki bu 3 milyon insan demekti- ne demekti? Üstelik güçlü Mısır Krallığı tarihçilerinin bu 40 yıl süren büyük olaydan hiç bahsetmeyişlerine ne demeli?

Soru işaretleri çoğaldıkça tartışmalar da hararetlenir ve tarihler milada doğru kaydırılır. Kudüs ele geçirilince büyük ümitlerle Mescid-i Aksa civarında başlayan kazılar da beklenen sonucu vermez. MÖ 10. yüzyıla ait herhangi bir mabet ve sur kalıntısına rastlanmaz. Bu da can sıkar tabiatıyla. (Mescid-i Aksa’nın altında devam eden kazılar bu hırsın sonucu.)

Soru şu: Çölden gelerek geniş bir ülkeyi fetheden ve orada görkemli bir krallık kuran inanılmaz bir halkın antik kökeni üzerine kurulu efsaneler neye hizmet etmiştir? Tabii ki Yahudi millî kimliğinin atılımına ve öncü Siyonist teşebbüse. Tarih ve arkeoloji bu amaca hizmet edecek şekilde istihdam edilmiştir. “Böylece Eski Ahit, çocuklara ‘kadim ataları’nın kimler olduğunu öğreten laik bir kitaba dönüşürken, yetişkinler onu hemen ellerine alıp şanlı şerefli bir biçimde kolonizasyon ve egemenlik fethi savaşlarına çıktılar.”

Bu ideolojik temel üzerine kurulan İsrail’in “etnokratik” bir devlet olduğunun altını çizen Sand, onun “tekelci ve ayrımcı bir biyolojik ve dinî ethnos’a” hizmet verdiğini vurgular. Bu ise devletin gelişimini engellediği gibi Filistin halkıyla yaşanan sorunları derinleştirmekte ve çözümü imkânsızlaştırmaktadır. Çözüm için tarih ve arkeolojinin İsrail’e karşılıksız olarak verdiği ‘seçilmiş halk’ hayalinden kurtulunması ve efsanelerin sorgulanmaya başlaması gerekir. Son cümle: “Ulusun geçmişi esasen düşsel bir mitten kaynaklanıyorsa düş kâbusa dönüşmeden hemen önce geleceği yeniden düşünmeye neden başlamayalım.”

‘Tarih okumak neden önemli?’ diye soranlar, tarihçilerin hangi pudra bombalarını imal ettiklerini iyi bilsinler.