Milli Eğitim Eski Baakanı ve eski hükümet sözvüsü Hüseyin Çelik’in özel sitesinde yazdığı yazı…
Sayın Cumhurbaşkanımız, İİT‘nin İstanbul toplantısında yaptığı konuşmada “Dostları çoğaltmak, düşmanları azaltmak zorundayız…” dedi.
Bu cümle, hem içerde hem de dışarıda şu anda en çok ihtiyacımız olan şeydir.
Esasen diplomasi ve siyaset, dostları çoğaltma ve düşmanları azaltma işidir.
Bir ülkede gayrimemnunlar, ne kadar çoksa o ülkenin idare edilmesi o kadar zordur. Yeryüzünde gayrimemnunları sıfıra indirebilmiş bir rejim de, bir yönetim de yoktur. Ne var ki, gayrimemnunlar tolere edilebilir bir seviyede olursa o ülkede huzur ve barış olur. Aksi takdirde, çekişme, çatışma, kaos ve kargaşa olur.
Gezi Olayları esnasında, zıt kutupların bir araya gelmesi ve AK Parti Hükümeti karşısında bir pozisyon almalarıyla ilgili olarak Milli Eğitim Bakanımız Sayın Nabi Avcı‘nın çok önemli bir tesbiti oldu. 2 Haziran 2013 tarihinde, gazetecilerin olaylarla
ilgili bir değerlendirme yapmasını istemeleri üzerine Sayın Avcışöyle dedi:
“Cereyan eden olaylarla ilgili ilk değerlendirme şu olabilir; Bir defa bütün bu olaylar bizim iktidar olarak ne kadar başarılı ve becerikli olduğumuzun bir göstergesi. Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi biz 5 günde başardık ve normal koşullarda bir araya gelmesi düşünülemeyecek olan bir birinden çok farklı kesim, grup, fraksiyonları toz duman içerisinde bir birleriyle buluşturduk.
……….. ……………………………
Çünkü medyadan da takip ettiğimiz ve gelen bilgilere göre birbiriyle imtizaç etmesi, birlikte davranması, birbirleriyle aynı yolda yürümesi düşünülemeyecek olan farklı kesimleri bir araya getirdiğimiz bir süreç.”
Bu değerlendirme, ayakları yere basan, bilgece yapılmış bir özeleştiri idi. Bugün de bu tesbit, gerçekliğini ve önemini muhafaza etmektedir.
Bir partiye veya bir lidere birbirleriyle taban tabana zıt birçok birey, birçok grup ve birçok kesim, farklı gerekçe ve mülahazalarla karşı olabilir. Bu onların ayniliğini veya aynileştiğini göstermez.
ABD Devlet Başkanı Obama‘yı örnek verelim. Amerika’daki veya dünyadaki Siyahiler, Obama’ya itilmiş kakılmışlara daha fazla destek verip yakın durmadığı için kızıyorlar. Amerika’daki ırkçı beyazlar, Obama‘ya Bush gibi olmadığı için kızıyorlar. Müslümanlar, göbek adı Hüseyin olan Obama‘nın Müslümanlara daha yakın durmamasından dolayı kızıyorlar. İsrailliler, Obama’ya, yapıp ettikleri zulümlere kayıtsız şartsız destek vermediği için kızıyorlar. Filistinliler, Obama’ya olan ümit ve güvenlerinin yıkılmasından dolayı kızıyorlar. Bu faslı uzatabiliriz. Demem o ki, herkesin karşı olmak, muhalif olmak için çok farklı bir gerekçesi var. Bu durum, bütün bu muhalifleri aynı kefeye koymanızı gerektirmez.
Komünistler de, Milliyetçiler de, İslamcılar da, Liberaller de, Türkler de, Kürtler de, Sünniler de Aleviler de 12 Eylül rejimine ve onun lideri olan Kenan Evren‘e karşıydı. Çünkü biri biraz çok, biri biraz az da olsa, sonuçta hepsi onun lideri olduğu darbe yönetiminden dayak yemişti. Buradan yola çıkarak tüm bu grupların aynileştiğini iddia etmek sadece yanlış değil, aynı zamanda gülünçtür.
Sultan ll. Abdülhamit‘e, dönemin İslamcı aydınları, ki bunlar arasında Mehmet Akif Ersoy ve Bediüzzaman Said Nursi de var, Türkçüler, Kürtçüler, Osmanlıcılar, Liberaller, bir kısım Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler muhalif idiler.
20. Yüzyılın başında, Rus Çarlığı’nın despot ve baskıcı yönetimi, neredeyse Rusya’daki bütün mazlum toplulukları, Çar karşıtlığında birleştirmişti. Nitekim, 1917’deki Bolşevik İhtilâli, sonrasında hayal kırıklığı yaratsa da, başlangıçta Rusya’daki Türk ve Müslümanlar arasında dahi ciddi bir sevinç ve memnuniyete yol açmıştı.
İran Devrimi esnasında Mollalar, Komünistler, Şiîler, Sünnîler, Farslar, Azeriler, Kürtler ve diğer halklar birlikte hareket ettiler. ABD’ye sırtını dayayan İran Şahı, muhtemelen karşısında böyle bir blokun oluşacağını asla tahmin bile etmemişti.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, güçlü bir yapıya karşı kendilerini zayıf ve korumasız hissedenler, oldum olası yakınlaşma eğiliminde olmuşlardır. Bu yakınlaşma ve zaman zaman müşterek hareket etme eğilimi, güçlü hedef ortadan kalktıktan sonra bu sefer kendi aralarındaki mücadeleye dönüşmüştür.
O halde, basiretli bir yönetim, içerde de dışarda da, söylem ve eylemleriyle muhalif ve muarızlarını bir araya gelmeye teşvik etmez. Hele hele onları tanımlarken hepsini bir sepette yer almaya asla icbar etmez. Kamplaşma ve bloklaşma, ilk etapta taraftarlarınızı konsolide eder ama orta ve uzun vadede bu yol ve yöntem, ülkeyi maceraya, hatta iç çatışmalara sürükler.
Bir de mevcut, kazanılmış dostları kaybetmek var ki, o daha da vahimdir. Dost ülke, birey ve kesimleri, armudun sapı, üzümün çöpü hesaplarıyla karşımıza almamamız lazım. “Bin dost az, bir düşman fazladır.” diyen atalarımız, “dünya olsa kes deme bes” sözüyle de bu işin önemini pekiştirmiştir. Yani dünya kadar kimin, kimsen olsa da yeter deme. Tam bu noktada, Ebu Müslim-i Horasanî‘nin ünlü sözünü hatırlayalım. Bu veciz söz, hem iç hem de dış politikalarımızda kulaklarımıza küpe olmalı:
“Onlar, zarar vermeyeceklerinden emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince de, yıkılmaları mukadder oldu.”
Bu söz üzerine başka kelam etmeye bilmem gerek var mı?