Kadılar, dinî hukuka göre adaleti temin etme vazifesi yürüten bir zümredir malum. Fıkıh ilminin gölgesinde, kamunun derdine derman aramışlar vaktiyle. Kâh evlerinde, kâh camide, kâh yol üstünde… Davalarını, “Mahkeme kadıya mülk değil” dedirten adliye binalarında görmüşler zamanla. Onların toplumda üstlendiği vazifeyi şimdi hâkimler yerine getirmekte.
Kadılar, Tanzimat dönemine kadar Kazaskere (kadıasker) bağlı çalışırlar. Halkın nazarında, devletin görünen yüzüdür onlar. Adaleti ve iktidarı temsil etmelerinin yanında, ilim ve erkân sahibi olmanın da mümessilidirler. Ahali, kendilerini hem sayar hem yakın takibe alır. Haklarını teslim eder ama kendine bir pay çıkarmayı da ihmal etmez. Herhangi bir kusuru mazur görür veya gösterirken, kadı efendilerin sevgili kerimelerini şahit getirip, kabahatin yükünü hafifletiverir hemen.
Darb-ı mesele konu edilen genç hanımlar arasında, şaireler de yer almakta. İlk şuara tezkiresinde adı geçen Mihri ve Zeyneb hanımlar birer kadı kızı. 18. yüzyılda yaşayan iki kardeş, Sıdkî ve Faize hanımlar da öyle. 19. yüzyıldan Leyla Hanım hakeza. Hatta babası gibi kadılık vazifesi ifa eden dayısı Keçecizâde İzzet Molla’dan himmet görmüş. Dayısının sürgün edilmesi üzerine padişaha yazdığı bir manzumede, yardımını şöyle dile getirmiş:
“İzzet kulun ki dâ’im tashîh iderdi şiʿrim / Şimdi burada yok kim olsun bana nigeh-bân.”
Yine 19. asırdan Fitnat Hanım, bir dönem ordu kadılığı görevini de üstlenen bir şeyhülislam kızı. Saydığımız isimlerin haricinde, pederi sadrazam, vezir, vali, paşa, hekimbaşı, müneccimbaşı, kahvecibaşı, hazinedarlık vazifelerini yürüten şaire hanımlar da kayıtlara geçenler arasında gelir.
15. yüzyılda yaşayan Mihri Hanım’ın bir divanı mevcut. Bir şairin divan kaleme alması, ilmî birikimine işaret etmekte. İki yüz’ün üstünde gazel yazan Mihri Hanım, Sultan İkinci Bayezid ve oğulları Şehzade Ahmed ile Yavuz Sultan Selim’e kasideler sunar. Böylece vefa geleneğini devam ettirir. İlk iki idarecinin Amasya Sancağı’ndaki valilik dönemlerinde tertip ettikleri ilim ve şiir meclislerine, davetleri üzerine iştirak eder. Zeynep Hanım, Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre, fıkıhla ilgili bazı risaleler de kaleme almış. Ancak, elimizde böyle bir eser mevcut değil maalesef.
Hanımların medresede tahsil göremediği bilinmekte. Öyleyse, isimlerini zikrettiğimiz şaire hanımların, babalarının dolaylı ya da dolaysız himmetleriyle evlerinde yetiştiklerini düşünebiliriz. Mihri Hanım şiir bilgisini, muhtemelen, “Belayi” mahlasıyla şiirler yazan babası kadı Hasan Amasyevî Efendi’den edinir. Ya da kendisinin takdir ettiği özel hocalardan.
Vaktiyle ev, eğitim de dâhil olmak üzere, insanın ihtiyaçlarına cevap verebilen bir mekândır malum. Türkiye’de yakın tarihe kadar işleyiş böyle değil miydi? Hâlâ örneklerine rastladığımız, kışlık yiyecek ve giyecekler hazırlanırdı birlikte. Avlu, bir nevi imalathane konumundaydı. Gençler görerek ve hizmet ederek, işin ilmini almaya başlardı. Terbiye ise kendiliğinden gerçekleşirdi. Ayrıca zihin, sözlü kültüre küçük yaşta aşinalık kesbeder, böylece hayata hazırlıksız yakalanmazdı. Deyim, deyiş, ilahi, dua, türkü, ninni, fıkra, masal, hikâye, destan derken, olan biteni anlayıp yorumlayabilecek bilgi sermayesi birikirdi yavaştan. Şehir nizamı ise yazılı kültürün sermayesiydi. Medreselerin yanında bazı haneler de kapılarını ilim tahsiline açardı. Ya da şöyle diyelim: Medreselerin açılması, evlerde süregelen derslere bir engel teşkil etmemişti.
İlimle şenlenen evlerin, İslam coğrafyasında pek çok misali mevcut. İlk örnek, Efendimiz’in sahabesinden Hz. Erkam’ın hanesi. 14 ve 15. yüzyılın Kahire’sinde ise ev, eğitimin bir diğer adresi sayılıyor. Mısır’ın baş kadısı İbn-i Hacer’in hayat hikâyesi, dönemin ilmî atmosferi ve cemiyet ahvaline dair pek çok şey anlatır. Örneğin, kendisi Tikritli bir âlimin hanesinde ders tedris ettiği gibi, medresede görev almasına rağmen cami ve hanesinde ders halkaları tesis ederek talebe yetiştirip icazet vermiş. Öğrencileri arasında kızı Zeyn Hatun da yer almış. İbn-i Hacer, kızını yetiştirmeye üç yaşındayken başlamış. Yanında, hadis derslerine götürmüş. Ayrıca, şair Celalüddin İbn Hatîbi Dâreyyâ’nın da rahle-i tedrisinden geçirmiş. Kızlarının hocalarından biri, dört yaşındayken hadis tahsiline adım atan ve kendisine “Şam’ın muhaddisesi” lakabı verilen Ayşe binti Muhammed İbni’l-Hadi isimli âlim bir hanımmış.
Kadınlar medreselerde talebe ya da müderrislik konumu edinemiyor. Ancak, döneme baktığımızda ilim tedrisinin şimdiki gibi kurumlar ile sınırlanmadığını görüyoruz. Mekândan önce ‘mekin’ geliyor. Geçer akçe, ulemanın liyakati ve onayı. Böylece camilerevler ve hankâhlar daha bir şenlenmiş. İlmin nabzı, şehri farklı mekânlarında atmaya devam etmiş. Kız talebeler’kayıt dışı’ da olsa tahsil görebilmiş. Üstelik medresede görev alamayan ulemaya bir imkân sağlamış bu durum. Günümüzde gelenekli sanatlar sahasında söz konusu usûl sürdürülmekte. Hoca, mekânı belirleme yetkisine sahip. Tarafından verilen icazet belgesi de, talebenin mezuniyeti için yeterli.
Yukarıda andığımız hatıralar, 15. yüzyılın yüzünü güldüren misallerden birkaçı. Kalabalık bir nüfusu barındıran dönemin başta gelen ilim merkezlerinden Kahire, Memlüklerin yani Kölemen Türklerin idaresinde nefes alıp vermekte. İbn-i Hacer el Askalani kadar, evleriyle beraber Kahire’nin de anlatacak sözü olmalı bize. Osmanlı idaresindeki Amasya sancağının da öyle. Âlim ve şair hanımların da temayüz ettiği bu dönem ve coğrafyada, kadı efendilerin emeği yadsınmasa gerek.
Eğer sürç-ü lisan ettiysek affola. Eh ne demişler…