Televizyon Öldüren Eğlence

Etkinlikler
‘Sevil Kuzu’nun kitap kritiği; “Gözümüzü 1984’e dikmiştik. O yıl gelip de kehanet gerçekleşmeyince sağduyu sahibi Amerikalılar kendilerine usul usul övgüler düzdüler” (Ön...
EMOJİLE

Sevil Kuzu’nun kitap kritiği;

“Gözümüzü 1984’e dikmiştik. O yıl gelip de kehanet gerçekleşmeyince sağduyu sahibi Amerikalılar kendilerine usul usul övgüler düzdüler” (Önsözden)

George Orwell, o yıllarda farklı öngörülere sahipti. 1984’ü yazdı ve bu kitabı daha sonra filme uyarlandı. Kitleler arasında geniş yankı uyandıran fikirlerinin temelinde şu cümle yatıyordu: Büyük birader bizi izliyor.  Orwell, gün gelip, özerkliğimizden yoksun kalacağımızdan korkuyordu.

Dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceğine, kitapların yasaklanacağına ve enformasyonsuz kalacağımıza inanan Orwell’ın kehanetlerinin gerçekleşmediğine inanıp, derin bir oh çekilmesine müsaade etmeyecek, tehlike çanlarını tekrar tekrar çaldıracak bir öngörü daha var. Aslında sözlü kültürden yazılı kültüre, basılı yayınlardan televizyon yayınlarına geçimizdeki süreç, bu öngörüyü zaten doğruluyordu ama bir tarafı eksikti. O da, tehlikenin farkında olmadığımızdan kaynaklanıyordu. Aldous Huxley, aynı dönemde farklı bir tehlikeden bahsetmişti. Huxley’nin korkusu artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağına yönelikti. Kitapların hala baş tacı edildiği söylenebilir, tabii ki öyle. Ancak kimse televizyonun algılarımız üzerindeki etkisini yadsıyamaz. Bu yüzden Huxley’in, ‘bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceği’ düşüncesinden yola çıkarak Televizyon Öldüren Eğlence kitabını yazan Neil Postman’a minnettar olmalıyız. Postman, televizyon metaforunun bizde farkındalık yaratması için hayli araştırma yapmış, yazdığı diğer kitaplarda da önemli uyarılar var. Tüm bu çalışmalarının bir sonucu olarak, görsel çağa geçtiğimiz bu yüzyılda televizyonun bizi nasıl içten içe etkilediğini örnekleriyle ispatlıyor.

“Bir kültür sözlü iletişimden yazıya, basılı yayınlardan televizyon yayınlarına kaydıkça, hakikatle ilgili fikirleri de değişir”

Sözlü kültür, alfabe ve  matbaa icat edilmeden önce toplumlarda hâkim bir kültürdü. ‘Söylemek inanmaktır’ düsturundan hareketle hakikatlerin hakikat olarak kaldığı bu zamanda sanırım ‘Söz uçar yazı kalır’ diye bir cümle dile getirilseydi, bu kulağa biraz tuhaf gelecekti. Çünkü o dönemlerde söze o kadar riayet ediliyordu ki, adalet atasözleri ve deyişlerle sağlanıyordu. Batı Afrika kabilelerinde bir anlaşmazlık çıktığı zaman sorunu olanlar kabile şefinin huzuruna gelip dertlerini anlatır, kabile şefi ise yazılı bir hukuk bulunmadığından belleğindeki atasözleri ve deyişlerden duruma en uygun olanına göre hareket eder ve adaleti böylelikle sağlamış olurdu. Batı Afrika kabilelerinin uyguladığı bilinen bu adalet sistemini, kendi görüşlerine-medyanın epistemolojilerimize olan etkisine- bir temel oluşturması için sunan Postman, aslında ‘söz’ün ne kadar değerli olduğuna işaret ediyor. Postman, bir yargıcın “Hata yapmak insana, bağışlamak Tanrı’ya özgüdür” diyerek bir davayı karara bağlamasının gülünç olacağını sözlerine ekleyecek kadar dürüst ancak bu yazılı kültürü temize çıkarmaya yetmeyecektir.

Artık Görmek İnanmaktır

Matbaanın icadı ve sonrasında telgrafın kullanılması ve bundan sonraki süreçte de görsel çağın başlaması televizyon kültürüyle birlikte başka bir dünyaya kapı araladı. Yorumlama çağı kapandı, yerini görsel çağa, ‘düşünme’ eylemini sonlandıran görüntülerin konuştuğu bir çağa bıraktı. Artık söylemek, okumak değildi inandırıcı olan, ancak gördüğümüzde inanacaktık. Daha doğrusu gösterilene… Yazının algıda devrim oluşturacağını Platon daha kendi yaşadığı zamanda fark etmişti. Platon’un kitapta yer alan Yedinci Mektubu’ndaki şu sözleri dilden yararlanma organı olarak kulaktan göze doğru bir kaymayı temsil eden bu devrimi haber veriyor: “Hiçbir zeki adam kendi felsefi görüşlerini dille, özellikle değişmez nitelikli dille ifade etme riskine girmez; buna yazılı harflere dökülenler de dâhildir” Platon’a Marx da görüşleriyle destek veriyor aslında. Marx, buna çok benzer bir fikri sözlü kültürün yazılı kültüre dönüşmesini sağlayan matbaanın icadı sonrasında beyan ediyor: Baskı makinelerinin olduğu bir çağda İlyada mümkün müdür?  Postman ise, Marx ve Platon’un görüşlerine paralel olarak önemli bir itirafta bulunuyor. Medya değişiminin hiçbir zaman bir dengeyle sonuçlanmayacağını, her yeni düşünme teknolojisinin yenisinden yararlanmak üzere eskisinden vazgeçmeye gerek duyacağının zaten bilindiğini söylüyor.

Bu itiraf bizler için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Postman’ın bahsettiği gibi biz zaten kârsız bir değiş-tokuş gerçekleştirildiğinin farkındayız. Çünkü, fotoğrafların, görüntünün konuşmaktan daha çok anlam ifade ettiği, hakikatlerin aslında görünenin altında ezildiği apaçık ortada. Bir teknoloji olarak televizyondan değil, bizi kumanda eden bir ‘araç’tan bahsederken algılarımızın değiştiğini, kamusal söylemin yönlendirildiğini biliyorsak, Postman’ın görüşleri ya da bu kitap ne işimize yarar?

“Eğlence, televizyondaki her türlü söylemin üst-ideolojisidir”

Postman, televizyonun eğlendirici olduğunu söylemek gibi sıradan bir ifadenin hakkında kitap yazmaya değecek bir saptama olmadığını ifade ederken aslında bizi başka bir sorunla yüzleştiriyor. Onun itirazı televizyon programlarının sadece eğlenceyi vaat etmesi: “Televizyondaki saçma sapan programlara hiçbir itirazım yok. Kaldı ki bence televizyondaki en iyi şeyler bu saçma sapan programlardır. Çünkü hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi ciddi olarak tehdit etmezler.”

Televizyondaki gereksiz, ahlaki değerleri yozlaştıran programlar tartışılırken, kimse bir haber programının müzik eşliğiyle kapatılmasının nedenini sorgulamadı. Haber programlarının ve dini programların sunuluşunda aslında bilginin bir eğlence metasına dönüştüğünü kim tahmin edebilirdi ki! Görsel çağın izin verdiği kadarıyla düşünüldüğünde, haberlerin veriliş biçimi ve buradaki süreksizlik, görüntülerin hızla akması bizleri eğlenceye uygun bir ruh haline büründürüyor. Dahası dini programlarda da maalesef aynı sunuş biçimi karşımıza çıkıyor. Bu programlardan önce ya da sonra yayınlanan reklamlar, dizi ve film tanıtımları aralıksız bir eğlence vaat ediyor.

Yani sorun, televizyonun bize eğlendirici temalar sunması değil, bütün temaların eğlence olarak sunulması. Asıl tehlike, ciddi programların ciddiyetsizce verdiği bilgilerin eğlence unsuruna dönüşmesiyken, belki tutunacak tek bir dal olarak Susam Sokağı’nı hatırlıyor olabilirsiniz. Ancak, televizyonun bizi, eğitim aracı bile olamayacak kadar çok ‘eğlendirdiğini’ düşünürsek, Susam Sokağı’nın da o kadar masum olmadığının üzülerek de olsa farkına varacağız.

Fakat Postman’ın görüntüden yola çıkarak öne sürdüğü görüşlerine sinemayı katmaması çok düşündürücü. Evet, Hollywood sineması da pek bir şey vaat etmiyor ama mesaj kaygısı taşımadan hakikatin olduğu gibi sinemaya aktarılmasına yönelik yapılan ve yapılacak olan filmler bizim için tek umut kaynağı olabilir.

Son olarak Postman, televizyonun hakikati eğlenceye bulayarak göstermesini anlatırken çıkış noktası olarak hep Amerikan toplumunu seçmiş ve şu kanaate varmıştır: “Amerikalılar Batı dünyasında en iyi eğlenen ve en az bilgili halktır” Bu örneklerin, hakikatin ifade edilmesinde Postman için sadece bir destek işlevi gördüğünü düşünsek de, bu sürecin gelişimine ve işleyişine kafa yorarken, süreçteki konumu açısından Amerika’yı yabana atmamalıyız.

www.okudumyazdim.net