Engin Dinç’in röportajı
“Alemlere rahmet” olarak gönderilen bir peygamber Hz. Muhammed. Çağlar öncesinden bugüne ve geleceğe mesajı dipdiri kalan, tüm insanlara örnek olan bir şahsiyet. Geçtiğimiz Nisan ayı içerisinde Kutlu Doğum haftası kutlandı. Ancak Hz. Muhammed’in mesajının ne derece doğru anlaşıldığı ya da onun nasıl doğru anlaşılacağı konusunda hala kafalar karışık. Hz. Muhammed’in bir peygamber olarak örnekliğinin ve mesajının nasıl doğru anlaşılacağını “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli 2. ciltlik bir kitabı bulunan Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş’la konuştuk.
ELİ KALEM TUTAN HER MÜSLÜMAN, PEYGAMBERİN HAYATINI YAZMAK İSTER
Sizin “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli 2. ciltlik bir siyer kitabınız var. Öncelikle bu kadar çok siyer kitabı varken, böyle bir kitap yazmaya neden ihtiyaç duyduğunuzu öğrenebilir miyiz?
Özelde Peygamber Efendimizin hayatını, genelde ise risalet sürecini konu edinen ve gerçekten de ciddi bir emekle ve yüksek bir hassasiyetle kaleme alınmış birçok kitap var. Ancak şurası açık ve kesin ki, benzer kitaplar yazılmaya devam da edecektir. Çünkü tüm âlemlere rahmet ve bizler için en güzel örnek olan Peygamber Efendimizin hayatını konu edinen çabalar başlı başına değerlidir. Dolayısıyla eli kalem tutan her Müslüman, sevgili peygamberinin hayatını yazmak ister ve isteyecektir. Benim çalışmam sadece bu açıdan değerlendirilse bile sorunuzun cevabı verilmiş olacaktır. Ancak bir şey yapmışken iyi bir şey yapmış olma çaba ve hassasiyeti de göz ardı edilmemelidir. Yazılmış ve değerli birçok siyerin tekrarı niteliğinde bir çalışma ortaya koymaktansa, mevcut siyerlerin yeterli düzeyde dikkate almadığı bir durumu öncelemeye çalıştım. O da Peygamber Efendimizin hayatını okurken, elçiliğini yaptığı dini öğrenme ve O’nun şahsında bireysel ve toplumsal hayatımız için olması gereken en güzel örnekliği ön plana çıkarma çabasıdır. Yoksa sadece tarihi bir şahsiyetin hayatını araştırmış olacaktım ki bu da bana çok önemli gelmemektedir.
HZ. MUHAMMED HER ŞEYİ YENİDEN İNŞA ETTİ
Hz. Peygamberin, dini tam anlamıyla hakim kılmak için verdiği mücadele, bugünkü anlamda çok büyük bir devrim. Bu “devrimci” mücadelenin temel dinamikleri nelerdir? Hz. Muhammed İslam’ın mesajını insanlara ulaştırırken yaşadığı toplumda en başta neleri değiştirmiştir?
Peygamber Efendimizin bir hakikat elçisi, rahmet rehberi olarak görevlendirilip gönderildiği Mekke toplumu çok dinli ve çok tanrılı bir toplumdu. Kabilelerin, ailelerin inanıp kabul ettikleri tanrıları birbirinden farklıydı. Bir kabile veya aile için tanrı kabul edilen bir anlayış ve o anlayışı resmeden sembol, bir başka kabile veya aile için herhangi bir nesneden başka bir şey değildi. Ancak toplumda egemen olan hoşgörü birbirlerinin inanç ve anlayışlarına saygıyı egemen kılmış, dolayısıyla tanrıları farklı bile olsa barış içerisinde yaşıyorlardı. Çoğu zaman ve hatta hemen her zaman göz ardı edilen bu durum dikkate alınmadan İslam’ın ve Peygamber efendimizin doğru anlaşılamayacağını düşünüyorum. Çünkü farklı topluluklar tarafından tanrı kabul edilen 360 tane sembolün koleksiyonunu barındıran bir şehirde 361’inci sembole itiraz olmaması beklenirdi. Yani onlar açısından Allah, Abdulmuttalib’in torununun inandığı 361. sembol olarak değerlendirilebilirdi.
Mevcut durum açısından değerlendirildiğinde, bir şahsın veya grubun, mevcutların dışında soyut, herhangi bir nesne ile sembolize edilmeyen bir tanrı tasavvuru toplumdaki egemen hoşgörü atmosferinde kabul görür ve böylelikle Peygamber Efendimiz herhangi bir tepkiyle karşılaşmadan hayatını sürdürürdü. Ama biliyoruz ki öyle olmadı. Daha ilk andan itibaren “başımıza büyük bir bela geldi” diyerek İslam tebliğine karşı çıkmaya, Peygamber Efendimizi engellemeye çalıştılar. Çünkü daha ilk andan itibaren şunu fark ettiler, Abdulmuttalib’in torununun elçiliğini yaptığını söylediği “tanrı”, kendi inandıkları tanrılar gibi sadece bir sembol veya her türlü kişisel veya toplumsal, ekonomik veya siyasal, yasal veya kültürel girişimlerini, tutum ve davranışları meşrulaştıran bir anlayışı temsil etmiyor.
Abdullamuttalib’in torununun elçiliğini yaptığı “tanrı”, insanın bizzat bireysel ve toplumsal hayatına, bu hayatın tüm maddi ve manevi boyutlarına bir ölçü koyuyor ve böylelikle insanların hiçbir şekilde değiştiremeyecekleri sınırlar belirliyor. Bu en azından artık istedikleri gibi yaşayamayacakları; yani zulüm, haksızlık, kötülük, edepsizlik gibi tutum ve davranışlarını meşrulaştıramayacakları demekti. Halbuki onlar kendilerini her alanda ve her işte “özgür” kabul ediyorlar ve özgürlüklerini ancak kendi istekleriyle ve istedikleri biçimiyle sınırlıyor veya şekillendiriyorlardı. Bunun ise tanrı kabul etikleri semboller ve o tanrılar adına konuşan kahinler üzerinden gerçekleştiriyorlardı. Ancak Abdulmuttalib’in torununun elçiliğini yaptığı din ise “sizi yaratanın ve hayatta tutanın irade ettiği sınırlar içerisinde özgür olabilirsiniz” diyordu. Bu ebetteki o şartlarda son derece önemli bir söylemdi ve normalde birbirlerinin tanrılarına inanmayan, ama “özgür hayat tarzında” benzer durumda olanlar İslam’a ve elçisine karşı birleşip, hakikatin, hakkın, adaletin, iyiliğin, güzelliğin vb. sesini kesmeye çalıştılar. Bu itibarla zihniyetten hayat tarzına, bireysel durumlardan toplumsal durumlara kadar her şeyi tepeden tırnağa yeniden dizayn etti, yeniden inşa etti.
SÜNNET, KUR’AN’IN DIŞINDA, ONDAN AYRI BİR KAYNAK DEĞİL
İslam dininin hayatın her alanına dair söylediği bir söz var. Bu anlamda İslam dini içerisinde Hz. Muhammed’in söz ve davranışlarının yeri nedir?
Bilginin doğru olması önemlidir. Eğer konu insanın varlık amacı ve varlığını sürdürme şartları ile ilgiliyse bu alanda olması gereken bilginin, doğru ve yanlışı gösteren bilginin doğru olması çok daha büyük önem ifade eder. Çünkü yanlış bilgiye dayanan bir hayat tarzı bireyin veya toplumun tüm hayatını mahveder; varoluş amacını tersine çevirir. Bu ise kelimenin gerçek anlamıyla bir felakettir. Çünkü hayat bir kez yaşanıyor ve heba edilemeyecek kadar değerlidir. Dolayısıyla hayatı doğru bilgiye, yaratılış amacını doğru ifade eden bilgiye dayanarak yaşamak gerekmektedir. Zaten vahyin, ilahi bilgini önemi de burada anlam kazanıyor. Çünkü beşeri imkan ve potansiyeliyle varolmanın amacını bilemeyen insanlığın çaresizliği Allah’ın yardımıyla sona ermiştir. Allah, insanın yaratılış amacını ve hayatı gerçek anlamda adalet, güzellik, doğruluk, iyilik temelinde inşa etmenin ölçülerini içeren bilgiyi vahiy yoluyla insanlığa bildirmiştir. Bu açıdan vahiy değerine kıymet biçilemeyecek kadar değerli ve önemlidir.
Fakat bilginin doğru olması, doğru uygulanmasının teminatı olmuyor. Doğru bilgi insanlığın elinde ve zihninde kolaylıkla amacının dışında işler için bir araca dönüştürülebilir. Üstelik tüm bunlar hiçbir artniyet olmadan da gerçekleşir. Çünkü insanların akılları, düşünce yetenekleri, anlayış güçleri birbirinden çok farklı ve herkes bilgiden anladığını ve bu anlayışa dayanan uygulamasını doğru, diğerlerininkini ise yanlış kabul edebilir. Bu açıdan doğru bilginin doğru anlaşılmasını sağlayacak bir şeye daha ihtiyaç vardır. Vahyin bilgisi açısından düşünüldüğünde bu peygamberdir. Yani peygamberler elçiliğini yaptıkları ilahi bilginin doğru anlaşılmasının ve uygulanmasının teminatı ve modeli olmuşlardır. Biz buna İslam terminolojisinde Sünnet diyoruz. Sünnet, Kur’an’ın dışında, ondan ayrı bir kaynak değil; Kur’an’ın doğru anlaşılmış ve uygulanmış biçiminin ismi olarak anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla Sünnet’in önemi son derece yüksektir. Hatta tırnak içinde, “Kur’an’dan bile önemlidir” desem sanırım meramım doğru anlaşılır. Zira Sünnet’in devre dışı bırakılması Kur’an’ı işlevsiz kılacak anlayışlara imkan hazırlar. Ancak tüm bunları derken Sünnet eşittir Hadis demek istemiyorum. Sünnet bir Müslümanın hiçbir şekilde itiraz edemeyeceği ölçüyü temsil eder ancak Sünnet’i aktaran hadistir. Hadis ise yanlışların da Sünnet adı altında aktarılabildiği bir araç olmuştur. Bu itibarla Sünnet’in önemi için söylenenler Hadis için de aynen geçerlidir biçiminde anlaşılamamalı, en azından ve en temelde Kur’an’ın referanslığında ve rehberliğinde Hadis’teki doğru Sünnet’i bulma çabası ihmal edilmemelidir.
PEYGAMBERİ DOĞRU ANLARSAK TÜM HAYATIMIZ RAHMETLE KUŞANIR
Günümüzün en önemli problemlerinin başında aile hayatının çatırdaması hatta çökmesi sorunu söz konusu. Hz. Muhammed’in ve İslam dininin aileye bakışı, aileye yaklaşımı nasıldı? İşte bugün eşler arasındaki ilişki, baba-çocuk arasındaki ilişki, anne-çocuk arasındaki ilişki sanırım İslam’ın değerlerinden giderek uzaklaşıyor. Bugünün ortalama aile hayatıyla Hz. Muhammed’in örnekliğini karşılaştırdığımızda, Hz. Muhammed’in yeterince örnek alındığını söyleyebilir miyiz?
Aile çökmüyor, mümkün de değil. Çünkü insanlık ailesiz edemez. Aile insanın en doğal ortamı ve dolayısıyla en temel ihtiyacıdır. Bu nedenle insanlık bireyle değil aileyle başlamıştır. Aile kurumu çökmüyor ama büyük sarsıntılar geçiriyor; radikal değişimlerin nesnesi konumunda. Dolayısıyla bu radikal değişikliklere adapte olmada ve üstesinden gelmede zorlanıyor. Ancak “su akar ve mecrasını bulur” ölçüsünden hareketle söylemek istiyorum; bir şekilde aile kurumu kendisini toplayacak; başka türlü olması mümkün değil. Başka türlüsünün olması insanlığın sonu demektir.
Gelelim sorunların niteliğine; kadının çalışma hayatına girmesiyle evin büyük oranda otelleşmesi, evin küçülmesiyle büyük anne ve babaların evden uzaklaşması, kırdan kente göç nedeniyle akrabalık ilişkilerinin zayıflaması, teknolojinin gelişmesiyle ve özellikle de TV ve internet nedeniyle aile içi iletişimin çok zayıflaması, kitle iletişim araçlarının ilkesiz tutumlarıyla aile değerlerinin yıpranması vb. gibi faktörler nedeniyle aile büyük sorunlar yaşıyor ve tüm bunların üstesinden gelmeye çalışıyor. Bu sorunların üstesinden gelmesinde esasen önemli bir imkâna sahibiz ama maalesef bunun pek farkında değiliz; o da Peygamber Efendimizin örnekliğidir. Allah, Peygamberini “alemlere rahmet” olarak tanımlamış ve O, bu rahmetliğini insanlık tarihinde yaşanmış bir örneklik haline getirmiştir. O, insan olarak bütün alemlerimize rahmet olacak bir örnekliktir. Alemler derken, yaygın anlayışın gereği olarak gökler alemine, bitkiler alemine, hayvanlar alemine, galaksiler alemine örnektir anlayışını kastetmiyorum. Bunların Peygamberle bir ilgisi yok. O bize, biz insanlara gönderilmiş bir hidayet rehberidir ve onun rahmetliği bizimle, biz insanlarla ilgilidir. Ancak ne gariptir ki genel anlayış O’nun rahmetliğini insana değil, insan dışı varlıklara tahsis ediyor. Halbuki biz insanların bireysel alemi var, aile alemi var, ticaret alemi var, siyaset alemi var, insanlarla ilişkilerini şekillendirdiği sosyal alemi var… Ve O, tüm bunları rahmete dönüştürecek bir örnektir; modeldir. Ama yine ne yazık ki O’nun biz insanlar için olması gereken örnekliğini sarığa, sakala, misvaka, tirit yemeğine, koku sürünmeye indirgedik. Daha doğrusu buralarla daralttık. Bunları O’nun örnekliği kabul eden etsin, bir itirazım yok. Ama O’nun asıl örnekliği diğer saydıklarımla ilgilidir.
Şöyle uç bir örnek vereyim; daha doğrusu “uç örnek” diyeyim ama uç örnek olmadığı, yaşanan durumlardan sadece birisi olduğu kolaylıkla bilinen bir durum. Adama bakıyorsunuz, sünnet diye, Peygamberi örnek alıyorum diye misvak kullanıyor ve bu yaptığıyla büyük sevaplar kazandığını düşünüyor; çünkü kendince Peygamberi örnek alıyor. Ama aynı adamın eşiyle ilişkisine bakıyorsunuz, bırakın Peygamberi örnek almayı, ortalama bir insani kriterlere bile uygun değil; şiddet, hakaret, aşağılama, iletişimsizlik vb. eşiyle ilişkide temel özellikler. Şimdi sormak gerekir; bu aile huzur bulur mu, bu aile İslam’ın öngördüğü bir aile tipi mi, Peygamber bu aileye rahmet olmuş mu? Kısacası Peygamber Efendimizin örnekliğini doğru anlamalı ve doğru uygulamalıyız; bakın o zaman tüm hayatımız nasıl rahmetle kuşanıyor.
MÜSLÜMANLARIN TEMEL ÖLÇÜSÜ PARA, MAL, MAKAM OLDU
Bugün en çok tartışılan konulardan biri de Müslümanların zenginleşmesi, “kapitalistleşmesi” sorunu. Hz. Muhammed ekonomik ilişkileri nasıl düzenlemişti? Bu anlamda dönemin İslam toplumunun ekonomik yapısı nasıldı? Bugün Müslümanlara karşı sıkça dile getirilen “dünyevileşme”nin temelinde de bu kapitalistleşme mi yatıyor?
Çoğu zaman dünyevileşme olarak tanımlanan şey, esasen sosyal bilimlerde sekülerleşme denen şeydir. Sekülerleşmenin ne olduğuyla ilgili çok tanımlar ve açıklamalar yapılmıştır. Bunların ortak noktası dikkate alınırsa şöyle bir tanım yapılabilir; sekülerleşme Allah’sız bir hayatı yaşamaktır. Yani Allah’ın hesaba katılmadığı, dinin yaşantıda ölçü olmadığı bir hayatı yaşamaktır. Seküler hayatı şekillendiren, yönlendiren temel faktör ise bireyin tutkuları, istekleri, arzuları, hazları vs’dir. Bir diğer ifadeyle nefsin tutkularını egemen olduğu bir hayattır seküler hayat. Burada sıklıkla karıştırılan şey, sekülerleşmenin Allah’ın varlığını reddetmek biçiminde anlaşılıyor olmasıdır. Bu yanlıştır; seküler zihniyetin Allah’ın varlığıyla ve hatta sıfatlarıyla ilgili bir sorunu ve sıkıntısı yoktur; ilke olarak hepsini kabul eder. Hatta bu inancında son derece de samimidir. Ancak ne var ki o inancının gereğine göre yaşamaz; yaşarken inancının gereklerini dikkate almaz. Kalp temizliği, iyi insan olmak, ruh temizliği gibi ne olduğu belli olmayan yaklaşımlarla kendisini aklar ve paklar.
Bu aşamada ünlü sosyolog Giddens’ın sekülerleşme tanımını hatırlatmak istiyorum; çünkü konuyu çok güzel izah ediyor. Giddens diyor’ki “sekülerleşme ait olmadan inanmaktır”. Yani bir şeye inanıyorsunuz ama o inancınızın gerektirdiği aidiyeti, uygulamaları yapmıyorsunuz. Ben bunu biraz daha somut bir örnek üzerinden, kendimle ilgili bir örnek üzerinden açıklamak istiyorum. Futbolla hiç ilgim olmadı, bir türlü sevemedim. Bu nedenle de hayatım boyu izlediğim futbol maçı sayısı birkaçı geçmez. Tabi ki bunu derken televizyonda izlemeyi kastediyorum. Stadyuma maç izlemeye hiç gitmedim. TV’den izlediğim maçlar ise birilerinin maç izlediği ortamda olduğum için izlemek zorunda kaldıklarımdan oluşmaktadır. Dolayısıyla bu sene hangi takımın durumu, puanı nedir, kim şampiyonluğa daha yakındır, geçen sene kim şampiyondu, hangi takımda hangi oyuncular var, bunların hiç birisini bilmem. Fakat tüm bunlara rağmen, ilkokula giderken arkadaşlarım Fenerbahçeli olduğu için, eğer birileri “hangi takımı tutuyorsun” diye sorarsa “Fenerbahçeliyim” derim. Hâlbuki renkleri dışında Fenerbahçe ile ilgili bildiğim hiçbir şey yoktur; Fenerbahçe’nin maçlarını izlemem, oyuncularını bilmem, tarihinden habersizimdir, yöneticisi kimdir haberim yoktur. Yani hayatımda ve duygularımda Fenerbahçeli olmanın kırıntısı bile yok, ama sorulursa “Fenerbahçeliyim”. İşte seküler olmak böyle bir şey; “Allah’a inanıyor musunuz” diye sorarsanız “Evet” der. “Kur’an nedir” diye sorarsanız “ Allah’ın gönderdiği hidayet kitabıdır” der. “Peygamber kimdir” diye sorarsanız “hidayet rehberi der” ama Allah’ı, dolayısıyla Kitabı ve Peygamberi ölçü almadığı bir düşünce, duygu dünyasına sahiptir; bu duydu ve düşüncenin şekillendirdiği bir hayatı yaşar. Giddens’ın tanımıyla; Müslüman olmaya inanmıştır ama Müslümanlığa aidiyeti yoktur. Maalesef Batı toplumlarının ve Batı’nın toplumsal şartlarının ürünü olan sekülerleşme tüm dünyayı hızla kuşatıyor. Türkiye’de bunu dışında değil. Temel ölçünün para, mal, makam, kadın, erkek vs olduğu; daha doğrusu temel ölçünün fizyolojik tutkular olduğu, bu tutkuların ise denetimsiz olduğu bir dünya seküler bir dünyadır ve bu dünya her geçen gün daha yaygın hale gelmektedir.
İSLAM’IN ERKEK VEYA KADIN, ÇOCUK VEYA YAŞLI DİYE BİR SORUNU YOK
Bugünkü kadın algısının da giderek, erkeklerle daha rekabet içinde, kadının kendi doğasından farklı bir yere oturduğu söylenebilir mi? Bu anlamda Hz. Muhammed’in dolayısıyla İslam’ın kadına bakışı nasıl?
Bugün tüm dünyada yaygın kabul görmüş olan modern kültürün önemli paradigmalarından birisi eşitlikçi anlayıştır. Eşitlikçi anlayış kulağa hoş gelen ama nesnel gerçeklikle örtüşmeyen bir durumu ifade etmektedir. Elbette ki eşitlikçi anlayışın hedefini insan oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu merkezde anlam ve işlevini dikkate alacak olursak insanlar arasındaki her türlü farklılığı yapay bir zeminde eşitlemektedir. Her bireyin ayrı bir dünya olduğu gerçeğinden hareket edecek olursak eşitlikçi anlayış bireysel düzlemden başlayarak herkesin başına bela olmaktadır. Çünkü eşitlikçi anlayışta muhakkak birileri mağdur olur, zira ancak böylelikle eşitlik sağlanır. Konu hakkında pek bilgisi olmayan ve eşitlikçi anlayış masalıyla zihniyetini inşa etmiş olanlar için bu söylediklerimin garip karşılanacağının farkındayım. Hemen çok kolaylıkla tepki verilecek ve örneğin şu söylenebilecektir: “Ne yani yoksulla-zengini, güçlüyle-zayıfı ayrı ayrı değerlendirip yoksulu ve zayıfı ezmek mi gerekiyor. Yoksulla zayıfın ezilmemesi için onların insanlık onurunda ve insan haklarında zengin ve güçlülerle eşit muamele görmesi gerekir”. Son derece mantıklı ve haklı görünen bir argümandır bu. Ve ne garip ki eşitlikçi anlayış bunu derken yoksulu ve zayıfı mağdur etmektedir. Çünkü imkan ve potansiyel olarak yoksul ile zayıfın, zengin ve güçlüye eşit olması mümkün değildir. Eğer onları eşitliyoruz diye çabalar ve ölçütleri zengin ve güçlü düzleminde inşa edersek koruduğumuzu ifade ettiğimizi mağdur etmiş oluruz. Ölçüyü yoksul ve zayıf düzeyinde inşa edersek bu sefer de zengin ve güçlüyü ekstradan kayırmış oluruz. Önemli olan adalet ilkesidir. Adalet ilkesi, imkanları, potansiyelleri, şartları dikkate alarak mağduriyetlere yol açmayacak bir yaklaşım sergiler. Tüm geleneksel kültürler ve en önemlisi de İslam eşitliği değil adaleti ilke edinmiştir.
Konuyu eşitlik ilkesinden hareketle açıklamaya çalışmamın sebebi şudur: modern kültür, kadının her zaman ikincil konumda olduğunu, ezildiğini, mağdur edildiğini dile getirmekte ve tüm bunlara son vermek için eşitlik paradigmasına göre kadınları erkeklere eşitleme çabası içerisinde; daha doğrusu erkeklere eşitlediği iddiasında. Kadının farklı kültürlerde ve toplumlarda, tarihin birçok kesitinde mağdur edilmişliği, ikincilliği gerçek olabilir, ancak şu var ki kadın hiçbir zaman modern dönemdeki kadar mağdur olmadı, aşağılanmadı. Bir kere kadın ve erkek eşit olamaz, bunun altını çizmek gerekiyor. Ama bu hiçbir zaman erkek karşısında kadın mağdur olmaya mahkûm olmalıdır anlamında söylenmiş bir söz değil. Şu anlamda söylenmiş bir söz; başka örneklerle açıklamaya çalışalım; çocuklar olgun yaştaki insanlara, yoksullar zenginlere, bir konuda yeteneği olanlar o konuda yeteneği olmayanlara, köylüler kentlilere eşit olamazlar; çünkü imkânları, potansiyelleri, şartları birbirinden çok farklı. Hatta hiçbir birey bir diğerine eşit olamaz. Çünkü her birey ayrı bir varlık ve ayrı bir dünya. Bu nedenle her bireyi, her kesimi, her grubu sahip olduğu imkânlar, potansiyeller ve şartlar açısından değerlendirmek gerekmektedir. Ancak mağduriyetlerin önüne böyle geçilir. Gelelim kadın-erkek eşitliğine veya farklılığına; iki kadının birbirine eşit olmadığı veya iki erkeğin birbirine eşit olmadığı gerçeğinden hareket edecek olursak, kadın ve erkeği sorumluluklar açısından nasıl eşitleyebiliriz. Özellikle –hadi modern paradigmanın kadın geleneksel kültürlerde hep mağdur olduğu iddiasını tamamen gerçek kabul edelim- kadının imkan ve şartlar açısından erkek karşısında olumsuz konumda olduğu, oldurulduğu gerçeğini dikkate alır ve erkekle aynı kulvarda hayat yarışına, sorumluluk yarışına sokarsak kadından başkasını mı mağdur etmiş olacağız. Modern dünyada da olan bu değil mi, kadını erkeğe eşitledim diyenler kadını cinsel bir metaya, bir reklam malzemesine dönüştürdüler. Kadın sadece bedeniyle değer ifade eden ve değeri 17-35 yaş arasında yer alan bir varlık haline getirildi. Kadının değerini bedeninin biçimine, ölçüsüne ve diriliğine indirgeyen modern zihniyet, kadını kapitalist üretimin sonu gelmez bir kölesi kıldı. Eğer biraz düşünülecek olunursa konu bağlamında söylenecek söz gerçekten çok fazladır.
Şimdi doğrudan sorunuza gelecek olursak, evet maalesef kadın günümüz dünyasında ontolojik olarak da olması gerekenin çok dışında bir yere oturtuldu ve bununla özgürleştiğini zannediyor. Tüketim kölesi, cinsel meta kılındı ama çoğu farkında değil. İslam’a gelince, İslam’ın erkek veya kadın, çocuk veya yaşlı, zengin veya yoksul diye bir sorunu yok. Hepsini insan gerçeği üzerinden değerlendirip içinde bulunulan şartlarda, sahip olunan imkanlarda eksik, yetersiz, olumsuz konumda olanlara daha az sorumluluk yükleyerek; imkan ve şartlarda daha avantajlı, daha imkanlı olanlara daha fazla sorumluluk yükleyerek; yani adalet ilkesini hayata hakim kılarak mağduru olmayan bir dünya inşa etmeye çalışıyor; böylesi bir dünyayı öngörüyor.
PEYGAMBER TASAVVURU BÜYÜK ORANDA YANLIŞ
Biz bir gençlik sitesiyiz. Hz. Muhammed’in gençlere yaklaşımını ve onlarla ilişkisini de kısaca sizden almak isteriz.
Esasen bu sorunuzun cevabının bir önceki sorunuzun cevabında bulunabileceğini düşünüyorum. Gençler, fiziksel şartlar açısından çocuklardan ve yaşlılardan dolayısıyla fiziksel dinamizm açısından diğer yaşlarda olanlardan daha avantajlı ama tecrübe olarak üst yaşlarda olanlardan daha dezavantajlı konumdalar. Bir dünyayı sadece gençlerin gözleriyle görür ve o görülenlerle inşa etmeye kalkacak olursanız her an her şeyin değiştiği, sabit bir şeyin pek kalmadığı ve her şeyin sürekli riskler temelinde şekillendiği bir dünya inşa edersiniz. Çünkü fiziksel ve zihinsel dinamizm tecrübe frenine sahip olmayınca olacaklar bunlardır. Eğer dünyayı sadece yaşlıların gözleriyle görür ve o görülenlere göre bir dünya inşa etmeye kalkarsanız durağan, değişmeyen, dinamizmi olmayan bir dünya inşa edersiniz; çünkü yaşanmışlıklar, bu yaşanmışlıkların oluşturduğu tecrübeler ihtiyatlı olmayı değişmez ve tek ilke haline getirir. Dolayısıyla gencin insanlık adına, toplum adına, din ve kültür adına, medeniyet adına yararlanılacak birçok imkân ve potansiyeli olduğu gibi, yaşlılarında yine aynı şekilde yararlanılacak birçok imkân ve potansiyeli vardır. Bu itibarla genç de değerlidir, yaşlı da, erkek de değerlidir kadın da, çocuk da değerlidir çocuk olmayan da… İslam’ın ve pek tabi ki İslam’ın elçisi olan Peygamber Efendimizin insanlarla ilişkisi bu temelde şekillenmiştir.
Ben son olarak Kutlu doğum haftasını nasıl değerlendirdiğinizi sormak istiyorum. Malumunuz bu etkinlikler sonradan ortaya çıkan etkinlikler. Bu anlamda Kutlu doğum haftasına yönelik olumsuz eleştiriler var. Yine Kutlu doğum haftası nedeniyle lazerli veya havaii fişek gibi kutlamaları yapılıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşı son on beş-yirmi yılı hatırlamaya ve değerlendirmeye müsait olanların fark ettikleri gibi, her yılın Nisan ayı öncekilere oranla daha büyük bir coşkuyla kutlanan bir ‘kutlu doğum’ haftasına tanıklık ediyor. Özellikle de son beş-on yılın “kutlu doğum” haftalarındaki coşku öncekileriyle kıyaslanmayacak kadar yoğun. Bir hafta süreyle konferans ve panellerdeki konuşmalardan gül dağıtmalara, kan bağışlarından Resulüllah’a mektup yazmalara, O’nun için en güzel pasta yapma yarışmalarından O’na yemek masasında bir sandalye ayırma ve masaya çatal-kaşık koyma seremonilerine kadar uzanan çok farklı etkinliklerle Peygamber Efendimiz anılıyor, dünyaya teşrifleri kutlanıyor. İlgili programlardaki coşkunun her yıl biraz daha artması ise O’na sevgisi ve saygısı olan kitleleri sevindiriyor; kendisini İslam’a dâhil veya yakın hissedenleri memnun ediyor. Ve tüm bunlar normal ve beklendik şeyler; çünkü en bilgisizinden en eğitimlisine kadar tüm Müslümanlar O’nu, o hakikat önderi peygamberlerini çok sevmişlerdir. Bu açıdan toplumumuzun sevgisi ise daha bir başkadır. Dolayısıyla O’nun doğumuna sevinmek kadar normal bir şey olamaz. “Kutlu doğum” programlarını da en genel anlamıyla bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Ancak ne var ki bilgisiz ve bilinçsiz sevgi, kör ve sağır bir sevgidir. Bunun da yine “kutlu doğum” etkinlikleri çerçevesinde olanca açıklığıyla görmek mümkün olmaktadır. “Kutlu doğum” etkinlikleri kapsamında yaygın ve yoğun bir şekilde adeta pompalanan peygamber tasavvurunun büyük oranda yanlış olduğunu belirmek gerekiyor. En önemli yanlışlığı da, Peygamberin, çok sevilen tarihi bir şahsiyet profilinde gündemde tutulması oluşturmaktadır. Yani günümüze getirilmiyor; yaşanan hayatta kendisine bir yer açılmıyor; en güzel hayatın en güzel modeli olarak görülmüyor. Elbette ki o tarihte yaşamış ve çok sevilen birisidir, ancak O’nu önemli ve değerli yapan her çağdaki herkes için “en güzel örnek” olmasıyla ilgilidir. Zira o insanlığın zirvesi, mükemmel insanın ebedi modelidir. Hâlbuki “kutlu doğum” programlarında O sadece güzel sözlerle övülmekte, gözyaşları dökülmekte ama O’ndan örnek alınacaklar üzerinde pek durulmamaktadır. Olması gereken, bireyselleşirken bencilleşmiş; eşyanın kulu ve kölesi olmuş; mutfak-yatak odası-tuvalet üçlüsü arasına sıkışmış bir hayatın aktörleri haline gelmiş; insani değerlerinden soyutlanmış; modern paganizmin cenderesinde kıvranan günümüz insanlığı için O’nun bir kurtuluş ve esenlik modeli olduğunun hatırlatılması ve gösterilmesidir. O’nun asıl önemi ve büyüklüğü bu yönüyle ilgilidir.
on5yirmi5.com