Prof. Dr. Yunus Zeyrek’in Türk Yurdu dergisindeki yazısı.
ÖZET
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adi da Kuman’dır. Diğer kavimler, Kıpçakları “sarışın” anlamına gelen “Kuman” adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yasayan Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından birinin âşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler, Kars ve Erzurum yörelerinde yasamaktadır.
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahi halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bu yazıda, Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yasayan Kıpçak Türklerinden bahisle, onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde durulmuştur. Sarı Gelin’in bu efsaneyle birlikte, birkaç varyantını tespit edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir halk oyununun bulunması, tesadüf olamaz.
“SARI GELIN” TÜRKÜSÜ ve EFSANESI
GIRIS
Eski bir türkü, son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu.
2001 yılı, çok eski bir türkümüzün, Sarı Gelin’in, amatör bir yazar elinden çıkan roman ve bu romanın sinemaya uyarlanmasıyla elimizden/dilimizden çıkarılmaya çalışıldığı bir tarih oldu.
Günlük bir gazetede çıkan yazıdan, türkü hakkında çeşitli iddiaların ortalıkta dolaştığını öğrendik (Hürriyet-2000). Önce bu iddialara bakalım:
Azerbaycanlılar, bu türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan Büyükelçisi, “Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki üç yüz yıldan beri söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu, bu türküyü Ermenilere mal etti!” diye dert yanıyor.
Türkü tartışmasına katılan bir Erzurumlu: “Sarı Gelin, Ermeni kızıdır. Türkü, bir dadaşın bu kıza olan askının nağmeleridir.” diyerek, türkünün hikâyesini Kurtuluş Savaşı yıllarına dayandırıyor. Bir Erzurumlu da, “Bu türkü, dadaş türküsüdür.” diyor.
Başka bir Erzurumlu, türkünün, bir filme meze yapıldığını, güftesinin çarpıtıldığını belirterek öfkesini dile getiriyor.
Milletvekili olan bir vatandaşımız, yazdığı romandan bahsederken, “Ermeni’den beter Ermeni” üslûbuyla devletimizin Ermenilere haksızlık yaptığı noktasında duruyor. Bu hususu kitabin merkezi hâline getiriyor. Sarı Gelin türküsünü de, Erzurumlunun dediği gibi “meze” yapıyor! Milletvekilinin ifadelerinde şunlar da var: “Sari gyalin anbele pare pare… Ermenice sarı, dağlı demekmiş. Dağlı gelin yani. Ermenilerin Erzurum’dan ayrılırken Sarı Gelin’in müziğini götürmelerinden daha doğal ne olabilir ki?”
Bir başka yazar söze karışıyor: “Ulusal aidiyet tartışmasını abes buldum doğrusu. Müziğin vatani olur mu? Sarı Gelin, kime ait olursa olsun, güzel bir türkü.” diyor.
Müziğin vatani olur veya olmaz; ama siz gidip onun bunun dillerde dolasan sarkışına, benim derseniz gülerler! Çok eski bir musiki tarihi olan milletin, kalkıp Ermeni’den türkü devşirmesi mümkün mü? Ama yüz yıllarca tebaamız olmuş Ermenilerin bizden çok şey aldıklarını söyleyebiliriz. Bunun tersi de olabilir. Yani hâkim halk, tebaadan da alabilir. Türkçedeki kelimelerin kökenine bakarsanız görürsünüz. Bunlar olağan şeyler ama yüz yıllardan beri söylene gelmiş bir türkü söz konusu olursa, burada söyleyeceklerimiz vardır.
Başka bir gazetede çıkan habere de göz atalım: “Yavuz Bingöl ve Yeşim salkım, Sarı Gelin’in sinema uyarlamasında Ermeni düşmanlığına karsı bayrak açacak.” deniliyor. Bu filmde, türkücü Yavuz Bingöl, Ermeni kızı rolündeki Yeşim Salkım’a âşık Türk subayını canlandıracakmış (Milliyet-2001).
Yılın sonuna doğru, tartışmalar biraz dinmişti ki, sayın milletvekili birden bakan oluverdi! Bu filmi, kendisine bağlı bulunan devlet kurumu TRT’nin TV’sinde oynattırdı. Bu defa yeni tartışmalar başladı. Yazdıklarını savunurken daha büyük hatalar yaptı. Bunlar bizim konumuzun dışında olmakla, sadece türkümüzün hikâyesini ortaya koymaya çalışacağız.
Biraz tarih
Kıpçakların bir adi da Kuman’dır. Bunlara Ruslar Polovets, Ermeniler Xartes, Almanlar Falben derlerdi ki, bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına gelmektedir (Rasonyi-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim, Ruslar, Almanlar ve Ermeniler, Kumanları sadece “sarışınlar” diye isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70).
Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü, yakışıklı oldukları, birçok kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük sair Gencel’i Nizamî, Iskendername adlı eserinde, Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca şairin karisi Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak’ın güzelliği, şairi derinden etkilemişti. Nizamî, eserlerindeki kahramanlarda onu canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49).
Kumanlar, XII. yüzyılda Gürcistan’da faaldiler. Gürcistan’ın parlak çağının başbuğu Kubasar, bir Kıpçaklı’dır. Devletin, asker, maliye ve devlet islerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara’nın damarlarında da (annesinden dolayı) Kıpçak kani vardır (Rasonyi-1971: 145).
Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan, onlara karsı savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı, Kuzey Kafkasya ve Kipçak Eli’nde yasayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karsı saldırılara başladı. Gürcüler, Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini yeniden ele geçirdiler (Berdzenisvili-Canasia-2000: 142-143).
Sarisin, insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar, Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bağdatlı hanedanını, büyük bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi durumuna gelen Ahıska, Ardahan ve Göle dolayları, 1124’te Kıpçakların eline geçti. Gürcülerle ayni dini, Ortodoks Hristiyanlığı paylasan Kıpçaklar, kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska, Ardahan, Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kirzioglu-1953: 377). Bugün Kür ve Çoruh ırmakları boyu ile Çildir Gölü çevresinde yasayan halk, Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84).
Gürcistan’a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla 1267 yılında Tiflis’ten kopan Kıpçak Atabekligi Hükûmeti, III. Murat zamanında, 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Pasa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti’ne katildi (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska, Ardahan, Artvin ve Erzurum’un kuzey ilçelerindeki kilise kalıntıları, Osmanlı zamanında Müslüman olan bu Ortodoks Kıpçakların hatıralarıdır.
Türkünün kaynağı olan efsane
Azerbaycan’da Kür ırmağı boylarında yasayan bir efsane, edebî eserlere de konu olmuştur. Azerbaycanlı sair Hüseyin Cavid, Şeyh San’an adli manzum piyesinde, konusunu halk arasındaki yaygın efsanelerden almıştır. Arabistan’dan bu bölgeye gelerek İslam dinini yaymağa çalışan din adamlarıyla ilgili bir efsanede, Şeyh San’an’in Tiflis-Gürcü Padişahının güzel kızı Humar Hanıma karsı duyduğu ask macerası anlatılır. Bu kız uğruna Hristiyan hayati yasayan Şeyh, yedi yıl sonra kızı Müslüman eder. Birlikte kaçmağa karar verirler. Bunları takip eden kralın askerleri yetisince, âşıkların dileğiyle yer yarılır, âşıkları içine alır. Âşıkların girdiği yerden kaynar sular çıkar. Kızına ve yaptıklarına üzülen kral, bu suyun üzerine bir kilise yaptırarak hatıra bırakır (Kirzioglu-1953: 379-380).
Ortodoks Kıpçaklardan kalan hatıralardan biri de Kars ve Erzurum çevresinde anlatılan “Şeyh San’an ile Kralın Sarı Kızı” efsanesidir. Bu efsaneyle birlikte bir de türkü, günümüze kadar gelmiştir. Türküye geçmeden önce, Ortodoks Kıpçak Türklerini Müslüman etmek için çalışan İslam misyonerlerinin macerasını ve sarışın Kıpçak kızlarının hatıralarını yasatan bir efsanenin iki varyantını özetleyelim:
Abdulkadir Geylani’nin arkadaşı olan Şeyh San’an, bir bedduaya uğrayıp yolu Penek’e düşmüş. Şeyh San’an, çobanlık yapıyor, Penek padişahının domuzlarını güdüyormuş. Şeyhin nefsine ağır gelen domuz çobanlığı ayni zamanda eziyetli bir isti.
Şeyh, bu şekilde çile doldurmakta iken, Penek padişahinin biricik evladı olan güzeller güzeli Sarı Kız’a da âşık olmuş. Hristiyan kız, şeyhin askından habersizmiş. Bu duruma üzülen şeyh, Allah’a yalvararak kızın gönlüne kendi askının düşmesini dilemiş. Dileği kabul olmuş. Kız da şeyhe ilgi duymaya başlamış, hatta Müslüman olmuş. Yedi yıllık çilesi dolan şeyh, bir gün Allahuekber daglarindan tef sesi geldiğini duydu. Bu ses, çilesinin bittiğine işaretti. Meğer tefi çalan, Geylani’nin gönderdiği kırk mücahit müritmiş.
Şeyh, tef sesinin geldiği dağa doğru koşmuş. Onu gören Sarı Kız da arkasından koşup yetişmiş. Bunu gören saray halkı, durumu padişaha bildirmiş. Ordu, kaçak âşıkların ardına düşmüş. Şeyhle kız, Allahuekber dağındaki kırk müride yaklaşmış. Bu durum, Misir’da Abdulkadir Geylani’ye mâlum olmuş. Oradan attığı teber, şeyhe ulaşmış. Şeyh, bu teberle kâfir ordusuyla vuruşmaya başlamış. Penek güzeliyle kırk mürid de cenge girmişler. Kırk mürit şehit düşmüş. Simdi onların yattığı yere Kırklar, Kırk Şehitler Mezarlığı deniyor. Dağın tepesine yetişen Şeyhle sevgilisi de tam tepede şehit düşmüşler. Bunların yattığı yer simdi ziyaretgâhtır. Buraya ağzı eğri gidenin düz geldiği, dileklerin kabul olduğu inancı yaygındır (Kirzioglu-1949).
Bu efsanede geçen olayların yaşandığı yer, Gürcü tarih kaynaklarında Bana olarak geçen Penek’tir. Penek, eskiden kalesi olan bir taht şehriydi. Dede Korkut Oğuz namelerinde, “Ban Hisarı” denilen yer de burasıdır (Kirzioglu-2000:76) Osmanlı zamanında, merkezi Ahıska olan Çildir Eyaletine bağlı bir sancak olmuştu. Burası günümüzde, Erzurum’un Şenkaya ilçesine bağlı bir köydür.
Sarı Gelin türküsünün kaynağı olan bu efsanenin diğer bir varyantı, önce mahallî bir gazetede, sonra da bir kitapta yer almıştır. Hüseyin Köycü tarafından derlenen efsane, Şenkaya gazetesinin dokuz sayısında tefrika edilmiş (Köycü-1950-51); bundan birkaç yıl sonra da Ali Rıza Önder’in kitabına girmiştir (Önder-1955: 73-76). Her iki kaynaktan özetleyelim:
“Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin müritlerinden Sananî, şeyhine darılarak firar etti. Yolu Erzurum ve Oltu’ya düştü. Burada tanıştığı bir dervişle yola çıktılar. Penek suyu kıyısına geldiklerinde, derviş, genç Sananî’den kendisini karsıya geçirmesini istedi. Sananî, bu teklifi kabul etmeyince, dervişin, “Benden esirgediğin omuzlarına, domuz yavruları binsin!” bedduasına uğradı. Misafir oldukları Hristiyan Penek beyinin güzel kızına vurulan Sananî, misafirliği uzattı ve sarayın hizmetçileri arasına katıldı. Kendisi sarayın domuz çobanı olmuştu.
Şeyhi Geylani, müridi Sananî’nin bu hâlini öğrendi ve çok üzüldü. Beş yüz müridinden, onu kurtarmalarını, gerekirse sevgilisiyle birlikte getirmelerini istedi. Müritler, Sananî’yi, domuz güderken buldular; şeyhin isteğini Sananî’ye bildirdiler. Sananî, ancak sevgilisiyle birlikte gelebileceğini söyledi. Bir sabah erkenden kızı aldığı gibi, kendilerini bekleyen müritlere doğru yola çıktı. Hep birlikte karlı dağa doğru yürüdüler. Onların yokluğunu anlayan saray görevlileri, çevre köyleri aradılar, bulamadılar. Dağlara yöneldiler. Âşıklar ve müritler, takip edildiklerini anlayınca kaçmaya başladılar ve dağin güneyine sarktılar. Takipçiler yetisince çetin bir savaş oldu. Bugünkü Allahuekber dağları, adını bu müritlerin “Allahuekber” sedalarından almıştır. Âşıkların ve müritlerin mezarları da ziyaret yeridir.”
Bu iki varyant arasında küçük farklar olsa da, olayın özü ve motifler aynıdır. Günümüze kadar gelen Sarı Gelin türküsünün kaynağı iste bu efsanedir. Sarı Gelin, Penek beyinin kızı, Sinan da San’an veya Sananî’dir. Görülüyor ki burada Ermeni yok!
Efsaneler, tarih değildir; onlardan bilimsel sonuçlar çıkarılamaz. Bununla birlikte efsaneler, muhayyilesinden çıktığı milletin hangi değer yargılarını benimsediğini gösterir. Onu ortaya koyanların nelere inandığını, ne gibi ahlâk esaslarına değer verdiğini açıklar. Efsaneler, bir milletin manevî nabzının ölçüsü, toplumsal mizacının ifadesidir. Efsanelerde toplumun şuuraltı hazinelerinin anahtarları saklıdır (Uyguner-1956).
Efsaneler, sebebi ve kaynağı bilinmeyen birçok olayın izahında, halk muhayyilesinin meydana getirdiği hikâyelerdir. Bir folklorcunun dediği gibi, efsaneler hayallerde doğar, gönüllerde beslenir, dudaklarda ve kalemlerde yasar (Önder-1955: 6). Zamanla yeni unsurlar alır ve büyür.
Sarı Gelin türküsüne konu olan efsane de, halkın dilinde yasarken, kim bilir, ne zaman ve hangi yeni olay üzerine türküye dönüşmüştür… Türkünün ve efsanenin merkezinde bulunan kahramanlar aynıdır: Sarı Gelin ve Şeyh San’an/Sinan.
Türkünün varyantları
Erzurumlu Faruk Kaleli tarafından derlenen “Sari Gelin” türküsü, günümüzde yaygın olarak su güfteyle söylenmektedir (Bulut-1989: 126):
Erzurum çarsı pazar
İçinde bir kız gezer
Elinde divit kalem
Dertlere derman yazar
Bu dörtlüğün son mısraı, başka bir yerde, “Katlime ferman yazar” seklinde geçmektedir (Turhan-1999: 113).
Palandöken yüce dağ
Altı mor sümbüllü bağ
Seni vermem yadlara
Nice ki bu canim sağ
Bu türküde:
Neynim aman aman
Hop ninen ölsün Sarı Gelin aman
Seklinde söylenen nakaratın ilk mısraı, bazı kaynaklarda, “Neylim aman” seklinde yer almaktadır (Erzurum 98- 239).
1918 yılında, bir hey‘etle birlikte kuzeydoğu illerimizi gezen tarihçi Ahmet Refik Bey, Sarı Gelin türküsünü, Göle’nin Okçu köyünde tespit etmiştir. Bu seyahat notlarından meydana gelen kitabında şunları yazıyor:
“Okçu köylü Ali’nin en güzel söylediği, Diyarbekir’de, Erzincan’da, Erzurum’da Kürdî nağmelerle okunan bildiğimiz bir türkü. Fakat ezgiler burada daha hüzünlü, daha kederli. Türkünün konusu gayet şairane: Bir Türk delikanlısı köyünde yasayan bir Hristiyan kızını seviyor. Sabahleyin tarlaya giderken pesinden ayrılmıyor. Aksamları sürüler ağıllarına dönerken sevgilisinin güzelliğini seyrederek ruhunun ateşini dindirmeye çalışıyor. Kalbi ve kafası o derece meşgul oluyor ki, sonunda taptığı haçı, sevdiği salibi/haçı görmek istiyor. Kalbi heyecan içinde çarparak bir pazar sabahı kalkıyor. Güneş yamaçlara altınlar serper, kuşlar tatlı cıvıltılarla ortalığı seslendirirken kiliseye gidiyor. Bir köseye çekiliyor. Sevgilisinin taptığı haçı, kilisede yapılan ayini seyrediyor. Türkü söyle başlıyor:
Vardım kilisesine baktım haçına
Mâil oldum bölük bölük saçına
Kız seni götürem İslam içine
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Âh seni vermem dünya malına.
Şarkının nakaratı o kadar hazin, o derece tesirli ki… Ali, elini sakağına koymuş, gözleri yas dolu, ruhundan kopan acılarla feryat ediyor:
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Seni vermem dünya malına…
Dedikçe güya ağlamak istiyor. Sari Gelinler orada da mi bedbaht âşıkları bu derece büyülemişler (Altınay- 2001: 71-72)?
Sari Gelin türküsünün halk ağzında dolasan ikinci dörtlüğü de şöyledir:
Vardım kilisesine kandiller yanar
Kiranta kesişler pervane döner
Tersa sevmiş deyin el beni kınar
Vay Sinan ölsün Sari Gelin
Seni saran neyler dünya malin.
(Seni alan neyler dünya malin)
Ünlü “Kars Tarihi” adli eserinde, Kıpçaklardan bahsederken, Sarı Gelin türküsüne de değinen Kirzioglu, bu türkünün Kars ve bir zamanlar halkı Türklerden meydana gelen Erivan’da söylenen bir başka varyantını da veriyor:
Irevan çarsı pazar
İçinde bir kız gezer
Elinde divit kalem
Dertliye derman yazar.
dörtlüğü ile başlayıp:
Sari Gelin, sari kız
Ettin ömrüm yârı kız
nakaratlarıyla ve bar/halay havası olarak da söylendiğini belirtir (Kirzioglu-1953: 380-381).
Kirzioglu, türküde:
Sari kız, Sari Gelin
Dünyanın varı gelin
nakaratı olduğunu da şifahen belirtmiştir.
Burada bahsettiğimiz on birli ve yedili heceyle söylenen iki çeşit Sarı Gelin türküsü olduğu anlaşılıyor. Her iki türküde de Sarı Gelin ve Sinan isimleri geçiyor. Bu isimlerin efsanedeki Seyh San’an ile sevgilisinden geldiği açıktır. Ünlü Türkolog Prof. Dr. Kirzioglu, “Sari Gelin türküsü ve Seyh San’an efsanesi, XII. yüzyılda Kafkaslar kuzeyinden gelen Ortodoks Kuman/Kıpçakların hatırasından kalmıştır.” diyerek türkünün kaynağını kesin şekilde belirtiyor (Kirzioglu-1958: 133).
Ünlü sair ve yazar Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum halk havalarından bahsederken, “Erzurum çarsı pazar, diye başlayan bu türkünün canlandırma kudretine daima hayran oldum.” Demektedir (Tanpinar-1976: 201).
Sarı Gelin, bir oyun havası olarak, Kars oyunları arasında da geçmektedir (Bugün-1959). Gazimihal’in, “Yurt Oyunları Kataloğu” ile Kirzioglu’nun, “Kars ili Halk Oyunlarının Adları”nda Sârı Gelin’i de görüyoruz (Tan-1977; Kirzioglu-1960).
Azerbaycan’da söylenen Sarı Gelin nakaratlı türkünün ilk kıtası şöyledir:
Saçın uzun hörmezler
Gülü gonçe dermezler
Bu sevda ne sevdadir
Seni mene vermezler
Neynim aman Sari Gelin
(Namazeliyev-1993: 62).
Sari Gelin türküsünün bir Türk eseri olduğunu böylece ortaya koyduktan sonra, meselenin Ermeni tarafına da bakalım. Sunu hemen belirtmeli ki, türkünün ortaya çıktığı coğrafyada Türk unsuru hâkimdir. Ermeniler ise bir azınlıktır. Büyük imparatorluklar kurmuş bir milletin, kendi himayesinde yasayan bir azınlıktan türkü, hele oyun havası alması uzak bir ihtimaldir.
İkinci bir husus da türkünün dayandığı mevcut folklor malzemesidir. Bu malzeme olmasaydı, türkünün kaynağı meçhul kalacaktı. O zaman, bir propagandaya malzeme olsa da, türkünün Ermeni mahsulü olup olmadığı tartışılabilirdi. Hâlbuki durum öyle değil. Türküyü ortaya çıkaran kuvvetli halk edebiyatı verimlerine sahibiz.
Ermeniler ve Türk kültürü
Osmanlı Devleti zamanında, Türk’ün sadece kuvveti değil kültürü de üstündü. Bu üstünlük, diğer kavimleri de derinden etkilemiştir. Klasik müziğimizdeki Ermeni besteciler, bunun açık delilidir. Bizim ruhumuzu terennüm eden nağmeleri onlara çaldıran ve söyleten, bizim kültürümüzün zenginliği ve derinliğidir.
Ermenilerin âşık edebiyatımızdaki yeri üzerinde layıkıyla durulmamıştır. Bilhassa XIX. yüzyılda çok güçlü olan âşık edebiyatımızın etkisinde kalan Ermeni âşıklar bulunmaktadır. Buna en canlı örnek, Ahilkelekli Kenziya’dır.
Posof’lu ünlü halk şairi Yusuf Zülâlî, defterlerinden birinde, Kenziya’dan bahsetmektedir. Zülâlî, Kenziya’yla 1892 yılında Batum’da karşılaşmıştır. Bu sazlı sözlü karşılaşma esnasında, Kenziya söyle demektedir:
Bir anadan bir babadan gelmişiz
Biz buna etmişiz iman Zülâlî
Eğer böyle ise niçin olmuşuz
Biz size siz bize düşman Zülâlî?
Kenziya, bir yerde de söyle demektedir:
Cami, kiliseyi birleştirelim
Bu halkı oraya yerleştirelim
Allah Allah diye dilleştirelim
Birdir, iki değil Sübhan Zülâlî
İki âsikin karşılıklı söyleşmesi, bu dostluk havasi içinde devam etmektedir. Bu deyişmenin büyük bir bölümü elimizde bulunmaktadır.
Zülâlî (1873-1956), eski yazıyla kaleme aldığı hatıralarında, Kenziya’nin çok iyi Türkçe konuştuğunu, saz çaldığını, Âsık Kerem hikâyesini Ermeniceye çevirdiğini ve Bayburtlu Zihni’nin şiirlerini pek sevdiğini haber vermektedir.
Ermenilerin, Türk halk hikâyelerini kendi dillerine çevirdiklerini, bunu yaparken İslâmî motifleri değiştirdiklerini biliyoruz. XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında, Ermeni halkı arasında, hayli ilgi gören halk hikâyelerimiz, defalarca basılmıştır.
Türk halk hikâyelerini Ermeniceye çeviren iki önemli isimden biri halk şairi Civanî (1846-1909), diğeri de Agek Muhtaryan’dir. Bunlar, Âsik Garip, Kerem ile Asli, Sah İsmail, Ferhat ile Şirin, Asuman ile Zeycan, Köroğlu, Emrah ile Selvi, Leylâ ile Mecnun vb. gibi ünlü halk hikâyelerini, “tercüme, tebdil ve neşr etmişlerdir.”
Civanî’nin çevirdiği, Kerem ile Asli hikâyesi, 1888 yılında Gümrü’de basılmıştır. Bu eser, sonraki yıllarda birkaç defa daha basılmıştır. Muhtaryan, Civanî’den farklı olarak, yaptığı tercümelerde, bu hikâyelerdeki şiirleri, eserin aslında olduğu gibi muhafaza etmiş ve bu koşmaları her iki dilden vermiştir. Azerbaycanlı İsrafil Abbasov, bunları uzun bir makale çerçevesinde tahlil etmiştir (Abbasov-1977: 54-137). Bu tahlillerden su sonuç çıkıyor: Ermeniler ne şekilde tercüme ederlerse etsinler, bu hikâyeler, aslî sahibi olan Türk milletine aittir.
Ermeniler, yüzyıllarca ayni coğrafyada yasadıkları Türklerin kültüründen derinden etkilenmişlerdir. Papazlar, mahallî örf ve âdetleri Türk etkisinden kurtarmak için çok çaba göstermişlerdir. Bu çabalarında kısmen başarılı olmuşlarsa da, Türk halk musikisini terennümden vazgeçirtip Ermeni halk şarkıları icad etmek hususunda başarılı olamamışlardır. Bu bilgileri aktaran tarihçi ve musiki araştırmacısı Kösemihal (1900-1960), 1929 yılında basılan kitabında:
“Tahkik ettik, (Erzurum Ermenileri) bundan otuz sene evvel yalnız bizim türküleri söyleyip bar oynarlarmış. Yozgat, Bayburt Ermenilerinin yalnız Türkçe türküler kullandıklarının en güzel delili, bu havali Ermenilerinin bundan yetmiş sene kadar evvel Ermeni harfleriyle yazıp E. Liman’ın neşrettiği Türkçe türkü güfteleridir.” demektedir (Kösemihal-1929: 34-36).
Sonuç
Sarı Gelin, Kars ve Erzurum çevresinde efsane, türkü ve oyun olarak yasamakta; halk kültürümüzün birden çok unsurunda yer almış bulunmaktadır.
Birbirini çok seven iki âşıktan birinin, başka bir kavimden, başka bir dinden olması, halkımız tarafından olumlu karşılanmıştır. Bu hoşgörüyü dile getiren manilerden biri şöyledir:
Bahçelerde mormeni
Verem ettin sen beni
Ya sen İslam ol ahçik
Ya ben olam Ermeni
Kerem ile Asli Hikâyesi’nin Asli’si, bir Ermeni keşişinin kızıdır (Banarli-1971: 729). Bu Ermeni kızının adi, yüz yıllardan beri Türk kızlarına isim olmaktadır. Bir başka hikâye veya efsane kahramanının Ermeni olması da mümkündür… Sâri Gelin de gerçekten Ermeni olsaydı, öylece kabul edilebilirdi.
Bütün bu açıklamalardan sonra, Sârı Gelin türküsünün, nerede söylenirse söylensin, hakim toplum olan Türklerden alındığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Bu türkünün hiçbir yerinde Ermeni unsuru yoktur. Ermeniler, bir gün oluyor, el dokumalarımızdaki motiflere, bir gün oluyor ünlü bir mimarimize sahip çıkıyorlar. Simdi de Sâri Gelin türkümüzün, kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Bu iddianın da, Anadolu toprakları üzerindeki hayallerinden farkı yoktur.
Bir politikacı tarafından yazılan romanın, Ermeni bir vatandaşımız tarafından senaryo hâline getirilmesiyle, güzel bir türkümüzün Ermenilere mal edilmesi meselesi, iki yıldan beri tartışılmaktadır. Gazeteciler, türkücüler, sarkıcılar, kahveciler ve dernekçiler konuşuyor.
Halk edebiyatı sahasında çalışan bilim adamlarımız, bu tür konulara eğilmelidir.
KAYNAKLAR
ABBASOV, İsrafil (1977), Azerbaycan Dasitanlarının Ermeni Diline Tercüme, Tebdil ve Nesri Meselelerine Dair, Azerbaycan Şifahi Halk Edebiyatına Dair Tetkikler, Elm Neşriyatı, Baki.
ALTINAY, Ahmet Refik (2001), Kafkas Yollarında-Hatıralar ve Tahassüsler, (Haz. Y. Zeyrek), Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
BANARLI, Nihat Sami (1971), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, c. II, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
BERDZENISVILI, N.- CANASIA, S. (2000), Gürcistan Tarihi, Çev. H. Hayrioglu, Sorun Yayınları, İstanbul.
BUGÜN gazetesi (1959), Kars’i Tanıtma ve 1855 Kars Zafer Abidesini Yaptırma Derneğinin Zafer Sinemasında Yaptığı Gece, 21 Ağustos, Kars.
BULUT, Sebahattin (1989), Damla Damla Erzurum, Ankara.
ERZURUM 98 (1998), Erzurum Yıllığı, Ankara.
HÜRRIYET (2000), Sari Gelin Meydan Savaşı, 22 Kasım, İstanbul.
KIRZIOGLU, M. Fahrettin (1949), Allahuekber Dağları Üzerine, Ülkü dergisi, S. 27, s. 16-18.
KIRZIOGLU, M. Fahrettin (1953), Kars Tarihi, Işıl Matbaası, İstanbul.
KIRZIOGLU, M. Fahrettin (1958), Edebiyatımızda Kars, Işıl Matbaası, İstanbul.
KIRZIOGLU, M. Fahrettin (1960), Kars İli Halk Oyunlarının Adları, Türk Folklor Araştırmaları dergisi, S. 127.
KIRZIOGLU, M. Fahrettin (1992), Kıpçaklar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
KIRZIOGLU, M. Fahrettin (2000), Dede Korkut Oğuznameleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara.
KÖSEMIHALZADE, Mahmut Ragıp (1929), Sarkî Anadolu Türküleri ve Oyunları, İstanbul Konservatuvarı Neşriyatı, İstanbul.
KÖYCÜ, Hüseyin (1950-1951), Allahuekber Dağı ve Şeyhi Sananî, Şenkaya gazetesi, Nu. 3-11.
KURAT, Akdes Nimet (1992) Türk Kavimleri ve Devletleri, Murat Kitabevi Yayınları, Ankara.
MILLIYET (2001), Soykırım iddiasına filmli cevap, 2 Mayış, Istanbul.
NAMAZELIYEV, Gafar (1993), Azerbaycan Halk Türküleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
ÖNDER, Ali Riza (1955), Yasayan Anadolu Efsaneleri, Yeni Erciyes Yayinlari, Kayseri.
RASONYI, Laszlo (1971) Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Arastirma Enstitüsü Yayinlari, Ankara.
RESULZADE, Mehmet Emin (1951) Nizamî, Millî Egitim Bakanligi Yayinlari, Ankara.
TAN, Nail (1977), Türk Hak Oyunlari Konusunda Bir Kaynak, Türk Folklor Arastirmalari dergisi, S. 331.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (1976), Bes Sehir, Dergâh Yayinlari, Istanbul.
TURHAN, Salih (1999), Anadolu Halk Türküleri ve Ezgileri, Kültür Bakanligi Yayinlari, Ankara.
UYGUNER, Muzaffer (1956), Anadolu ve Efsaneleri, Türk Folklor Arastirmalari dergisi, S. 84.
ZEYREK, Yunus (2001), Tarih-i Osman Pasa, Kültür Bakanligi Yayinlari, Ankara.
TÜRK YURDU dergisi, Sayi: 173, 2002.