İki yaka tek şehir: Budapeşte [2]

Turizm&Seyahat
Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek İki yaka tek şehir: Budapeşte gezi yazımızın 1. Bölümünü buradan  okuyabilirsiniz. Son elli yılda dünya nüfusu önceki dilime göre daha yoğun artış gö...
EMOJİLE

Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek

İki yaka tek şehir: Budapeşte gezi yazımızın 1. Bölümünü buradan  okuyabilirsiniz.

Son elli yılda dünya nüfusu önceki dilime göre daha yoğun artış gösterirken, Avrupa nüfusu bu artışın çok altında kalmış hatta kimi bölgelerde bu oran eksiye düşmüş/düşmektedir. Elbette bunda iki dünya savaşı ve sonrasındaki yeniden yapılanma dönemlerinde kaybedilen milyonlarca insanın psikolojik etkisi vardır. Uzun süren bu dönem neticesinde “gelecek” ve “umut” gibi kavramları zarar gören yaşlı Avrupa, yeni yaşam tarzını bencil bir zemin üzerine oturtmuştur. Bu düşünceye göre az çocuk, az sorumluluk anlamına gelirken insanların kendilerine daha fazla “hayat” üretme çabasını da beraberinde getirmiştir. Bize göre nüfus oranının düşük olmasında aile müessesesinin itibarsızlaştırılmasının yeri büyüktür. Afrika ve Asya’dan gelen göçlere rağmen Avrupa nüfus çizgisinin diğer bölgelere göre daha az artması, bir anlamda nüfus kaybı olarak da değerlendirilebilir. Boşnakların, az çocuk yapan Sırp ve Hırvatlar için kullandığı “Onların başında ‘beyaz ölüm’ var” ifadesi, bizim de Avrupa için rahatlıkla kullanabileceğimiz bir tanımlamadır. Son elli yılda Avrupa nüfusu “beyaz ölümler” neticesinde en az elli milyon insan kaybetmiştir. Avrupa genelinde nüfus artışı için ailelere verilen teşviklerin de ağırlıklı olarak göçmenler tarafından suiistimal edilmesi neticesinde bu uygulamada da kısıtlamaya gidilmiştir. İlginin ağırlıklı olarak evcil hayvanlara yöneltilmesi neticesinde devlet mekanizmaları da buna uygun düzenlemelere gitmek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın birçok yerinde hayvan hakları beyannamelerinin ötesinde uygulamalara rastlamak mümkündür. Avusturya’daki toplu taşıma araçlarında köpekler de bilete tabiidir. Çocuk nüfusunun oldukça az olduğu, nüfus artışının da kimi dönem eksiye düştüğü Macaristan’da beyaz ölümden payına düşeni fazlasıyla almıştır. 1990 yılında nüfusu 11 milyon olan ülkenin bugünkü nüfusu 10 milyondur. Aradan yirmi yıldan fazla süre geçmesine rağmen nüfus artmamış, aksine gerilemiştir. Bir evde kişi başına düşen asgari 18 metrekarelik yaşam alanı uygulaması, Sosyalist dönem sonrasında insanların daha özgür yaşamaları ve sınır kapılarının kalkmasıyla gelişmiş Avrupa ülkelerine göç edilmesi nüfus gerilemesinde göz ardı edilmemesi gereken gerçeklerdir.

Sosyalist yönetimin iyi ya da kötü olduğu tartışmalarına girmeden Doğu Avrupa ülkeleri, özellikle de Macaristan için söyleyebileceğimiz ilk şey halkın her meseleye temkinli, mesafeli ve ürkekçe yaklaşması olacaktır. Çek halkı gibi soğuk ve itici olmayan Macarlar, homojen yapılarını muhafaza etmekte, en azından dışarıya böyle bir görüntü vermekteler. Macaristan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi kısa vadede ülkeye ekonomik rahatlık sağlasa da bugünkü fotoğrafa bakıp iyimser bir tablo çizemeyiz. Bize göre Avrupa Birliği, bünyesindeki tüm toplumları ekonomik anlamda dengelemek gibi bir misyon da yüklenmiştir. İngiltere’nin birlik dışında kalması, ortak para birimine geçmemesi ve sorunlu ülkelerin derdiyle dertlenmemesi, bir anlamda diğer büyük Avrupa ülkelerinin -Almanya, Fransa gibi- güç kaybetmesi anlamına gelmekte. Asırlar boyunca dünyaya hükmettiğini iddia eden İngilizlerin ısrarla birliğe dâhil olmaması, bölgede tek ve egemen ülke olarak kalma isteği olarak da okunabilir. Elbette bunlar konumuz ile birebir bağlantılı olmasa da Macaristan’ın hâlâ ortak para birimine geçmeyip, Forint kullanmasının anlaşılması yönünde bir takım işaretler vermesi açısından önemlidir.

 

 
Budapeşte, diğer Avrupa başkentleri ve turistik şehirlerine nazaran hem tarihi hem de kültürel yapısını korumayı başarmış bir şehir. Ne Prag gibi hangi sokağa girseniz fotoğraf makineli bir turist ile karşılaşıyorsunuz ne de Brüksel gibi yalnızca iyi pazarlanmış ve hiçbir şeyi olmayan bir şehir ile. Bir iki turistik cadde dışında sokaklar oldukça sakin. Budapeşte, özellikle merkezin dışındaki caddelerde, akşam saatlerinde terk edilmiş yerleri andıran bir şehir. Macar halkı hafta sonları hariç erken saatlerde eve kapanıyor. Tüm mağaza ve alışveriş yerlerinin hava kararmadan kapanmasının yanında disipliner bir yönetimden gelmelerinin de bunda katkısı olduğunu düşünüyoruz.

Budapeşte’de oldukça büyük bir açık hava kaplıcası var. Deniz olmadığı için şehirde bol miktarda açık havuzlara rastlamak mümkün. Bununla birlikte güneyde “çamurlu göl” anlamına gelen Balaton Gölü, ülkenin tatil merkezi konumunda. Göle oldukça yakın olan Balaton Milli Parkı da bölgeyi Budapeşte’den sonra en çok ziyaret edilen yer konumuna getiriyor.

 ***

Uzun saatler boyunca uyuyan şehrin sokaklarında geziyoruz. Sabaha karşı merkeze sekiz kilometre uzaklıktaki otelimize geldiğimizde öteden beri bizde ayrı bir yeri olan Estergon Kalesi’ne yapacağımız ziyaretin planını yapıyoruz. Aslında ikimiz de planlı programlı adamlar değiliz, plan dediğimiz de ayaklarımızın içler hali durumunu görmezden gelmek adına yaptığımız bir gizleme. Estergon’a nasıl gideceğimiz ve ne ile karşılaşacağımız hakkında hiçbir fikrimiz olmadığı gibi, bu tur sonrasında ayaklarımızın ne hale geleceğini de kestiremiyoruz.

Estergon Kalesi’ne gitmek için iki alternatifimiz var. Birincisi iki saatten fazla süren ve haftanın altı günü sefer yapan tekneler, ikincisi ise bir saatlik tren yolculuğu ve ardından bir buçuk saatlik otobüs yolculuğu. Teknelerin sefer yapmadığı tek güne denk geldiğimiz için ikinci alternatifi kullanıyoruz. Ülke genelindeki toplu taşıma araçlarında düzenli bilet kontrolü yok. Biletinizi araç içindeki kutulara basıyorsunuz. Açıkçası bu kutulara bilet basan pek görmedik fakat halk, bilet basmayanların yüzüne bakmak suretiyle bir otokontrol sistemi geliştirmiş. Yalnızca bir tren yolculuğumuzda bilet kontrolüne denk geldik. Özellikle turistler bilet kullanmıyor. Biz onlardan değildik. 
 

Buda Kalesi’nin olduğu yönde ve Margaret Adası hizasındaki tren istasyonundan araca binip son durak olan ve “Sanatçılar Şehri” diye anılan Szentendre’ye gidiyoruz. Nehir kenarına kurulmuş ve tamamı hediyelik eşya satan dükkânlardan oluşan tarihi bir caddede yürüyoruz. Özellikle akşam saatlerinde ressamlar, müzisyenler, şairler caddenin muhtelif yerlerinde sanatlarını icra ediyormuş. Oldukça erken saatlerde bu caddede olduğumuz ve Doğu Avrupa’da pek rastlanmayacak bir sıcak havayla karşılaştığımız için bu manzaralara denk gelemiyoruz. Szentendre, Ege ilçelerinin çarşılarını andıran, sakin ve karmaşadan uzak bir yer. Müstakil olarak buraya gitmektense, Estergon için geçiş güzergâhı olarak kullanılmasını tavsiye ederiz. İki üç saat kadar Szentendre’de kalıp buradan otobüsle Estergon’a hareket ediyoruz. Yolculuğumuz bir buçuk saat sürüyor ve yolun önemli bir bölümünü nehir kenarından geçiyor. Bu vesileyle Macar köylerini de görme fırsatı yakalıyoruz. Nihayet Esztergom’dayız.
Şehir adını Esztergom (Estergon) Kalesi’nden almaktadır. Slovakya’ya sınırdır ve Macaristan’ın kuzeyinde yer alır. Otobüsten inince karşılaştığımız ilk şey yol kenarlarındaki kırmızı erik ağaçları oldu. Kale bölgesindeki restoranların methini duyduğumuz ve saatlerdir hiçbir şey yemediğimiz için erikler ile aramızdaki o duygusal bağ üzerinde durmuyor, bu konuyu tahayyüllerinize bırakıyoruz.
Esztergom’un da sokakları gezdiğimiz diğer tüm Macar şehirlerinin sokakları gibi boş. Vakit kaybetmeden kaleye doğru ilerliyoruz. Bu kale farklı dönemlerde ve yaklaşık yüz elli yıl kadar Osmanlı himayesinde kalmış. Kale oldukça heybetli ve Macar tarihinin önemli yapılarından biri. Kalenin girişinde de Osmanlı’ya karşı savaşmış bir komutanın heykeli var. Tahta bir köprüden geçip büyük boyutlardaki çanlarla süslenmiş holden kaleye giriyoruz. Kalenin içinde bir Katedral ve Antik Yunan mimarisini andıran sütun ve merdivenlerle süslü bir karargâh var. Kale, Tuna Nehri’ne tamamen hâkim bir tepede ve panoramik manzarası gerçekten muhteşem. Bahçede, Kucağında İsa olan Meryem’in temsil edildiği bir heykel var. Katedral girişi ücretli olmasına rağmen bizden herhangi bir ücret talep edilmiyor ve içeri giriyoruz. Katedralin mahzenleri ziyarete kapalı ve duvarlar dini öğretiler ile tarihsel olayların temsil edildiği resimlerle süslü. Nuh, İsa, Âdem gibi peygamber figürlerinin yanında daha önce eşine rastlamadığımız ve yalnızca bu katedralde uygulandığını gördüğümüz bir Tanrı figürü de kucağındaki İsa ile resmedilmiş. Burası yıllarca dini merkez olarak kullanılsa da bugün müze konumunda faaliyet gösteriyor. 
 

Kalenin setlerine oturup Tuna nehrini izliyoruz. Hemen her insanın kendi iç yolculuğunu yapacağı özel alanlar, yerler vardır. Kuşkusuz bu setler de kısa zaman dilimi içerisinde bizi içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Esztergom halkının sakinliğini buna bağlıyor ve kalenin diğer bölümlerini de ziyaret ettikten sonra midemizin imdat çığlıklarına kulak veriyoruz. Kalenin olduğu rampadan aşağı inerken yolun solunda kalan, önü çiçeklerle süslü ve küçük bir bahçesi bulunan, içi de kaleyi andıran harika bir restorandayız. Bulunduğumuz odada birçok eski eşya ile farklı renklerde şişe, mumluk ve tablolar var. Daha önce hiç karşılaşmadığımız şekilde yemeklerimiz servis ediliyor. Et ve tavuk yemeklerinde, içinde köz olan eski ütüler, yemeği sıcak tutmak için tabakla birlikte getiriliyor. Macarların baharat özellikle de kırmızı pul biber konusunda iyi oldukları söylenebilir. Hiçbir şekilde yemek ayırmayan, bir yemeğin fanatiği olmayan ve acıkmama konusunda sınırları zorlayan adamlar olarak sunulan yemek ve biberlerin etkisinde kaldığımızı söyleyebiliriz. Bir buçuk saat kadar burada kalıp dönüş için yola çıkıyoruz. 


 
Gelirken otobüslerin son durağında değil de kaleye yakın bir yerde inmiştik. Dönüşte böyle yapmıyor ve ana istasyona kadar yürümeye karar veriyoruz. Kaleden sonra beş kilometre kadar şehir merkezinde yürüyor ve otobüslerin kalktığı yere ulaşıyoruz. Şehrin merkezinde bir meydan, büyük kubbeli bir bina ve alışveriş yapılacak bir cadde var. Şehir merkezi oldukça küçük. Otobüs durağının olduğu alan bir saat önce çatışma yaşamış gibi. Yollar delik deşik. Durak ve otobüslerin önemli kısmı oldukça eski. Yola çıktığımızda hava kararmıştı ve otele gitmemiz için önce Szentendre’ye, ardından trenle Budapeşte’ye ve nihayetinde bir otobüs ve iki tramvay aktarmasıyla otele ulaşacaktık. Toplamda dört saatlik bir geri dönüş yolculuğu bizi bekliyordu. İşte bu noktada tıpkı eriklerle kurduğumuz bağı hayal etmenizi istememiz gibi ayaklarımızla bir türlü kuramadığımız o bağı da hayal etmenizi istiyoruz. Her şeye rağmen gece yarısından sonra otele varmış ve sabah yapacağımız Slovakya’nın başkenti Bratislava gezimizin planını(!) yapmaya başlamıştık.

 

Üç günün sonunda Macaristan’dan ayrılıp Avusturya’ya doğru yola çıktık. Bir miktar güzergâh değiştirip Bratislava’yı da gezme fırsatımız oldu. Bratislava, Viyana’ya altmış kilometre uzaklıkta bir şehir. Bu da iki şehri “dünyanın birbirine en yakın başkentleri” yapıyor. Özellikle ‘Inter Rail’ gibi programlarla, sırtında çantayla Avrupa’yı gezenlerin ara durak olarak kullandıkları bir şehir. Biz de burayı ara durak olarak kullanıyoruz. Slovaklar, yıllarca Çeklerle birlikte yaşamış ve Sosyalist yönetim elinde oldukça sıkıntılı dönemler geçirmiş bir halk. “Çekoslovakya”nın Slovakya’sı. Bratislava’yı üçgen olarak görürsek bir ucu Çek Cumhuriyeti’ne bir ucu Macaristan’a diğer ucu da Avusturya’ya sınır diyebiliriz. Bratislava, hemen yanlarındaki Avusturya’nın kendilerine göre oldukça müreffeh hayatına bakıp, bu ülkeye kaçmak için çoğu kez ölen ya da sınırlarda yakalanıp cezaevlerine gönderilen insanlarla dolu bir şehir. Sosyalist dönemde ülkeden kaçmak için can pahasına çıkılan yolculuk hikâyeleri insanın kanını donduruyor. Su tankerlerinin içinde dalgıç kıyafetleriyle saklanıp sınır geçmek isteyenlerden tutun da elektrikli tellerin arasından sınır geçeceğim diye sakat kalanlara kadar çok sayıda acı hikâye barındırıyor. Bratislava’nın turistik merkezi bir saatte gezilebilecek kadar küçük. Mozart’ın altı yaşındayken konser verdiği salon, salgın hastalık neticesinde ölen insanlar için yapılan anıt, papaz mumyası bulunan kilise gibi yerler şehrin turistik merkezinin önemli alanları. Tuna nehri birçok Orta ve Doğru Avrupa şehri gibi bu şehrin de içinden geçiyor. Yemek ve kahvenin ardından Avusturya’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Bakalım orada bizleri neler bekliyor.

Not Düşelim: Bir sonraki durağımız Avusturya’nın başkenti Viyana ve Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag olacaktır.

Yazar Blogları için:
Nurdal Durmuş: www.nurdaldurmus.com
Gökhan Şimşek: www.gokhansimsek.com.tr

[Yazı ve Fotoğrafların tüm hakları sitemize ve yazarlara aittir, kaynak gösterilmeden kullanılamaz]