CHP’nin Fethullah ‘Rabıta’sı

Toplum
Ali Bayramoğlu / En sıcak seçim ve Türkiye’nin geleceği Yarın Türkiye siyasetin geleceğini önemli ölçüde etkileyecek bir seçim için sandık başına gidecek. Seçim sonuçlarına dair sorular zaman iç...
EMOJİLE

Ali Bayramoğlu / En sıcak seçim ve Türkiye’nin geleceği

Yarın Türkiye siyasetin geleceğini önemli ölçüde etkileyecek bir seçim için sandık başına gidecek.

Seçim sonuçlarına dair sorular zaman içinde biçim değiştirdi.

Erdoğan’ın seçimleri alacağı, ancak bunun birinci turda mı yoksa ikinci turda mı olacağı ana soruydu.

Adayların ve siyasi partilerin performansları gösterdi ki, muhalefetin ikinci turda ‘büyük kapışma’ beklentisinin karşılığı yoktu. Tayyip Erdoğan’ın seçimleri ilk turda alacağı kısa zamanda kamuoyunda kesin bir kanaat haline dönüştü, yapılan tüm araştırmalar buna işaret etmeye başladı.

Ve seçimlere bir kaç gün kala ana soru birinci turun oy oranları etrafında sorulmaya başladı. Adayların birinci turda alacakları oy oranlarının meşruiyet, güç ve seçim sonrası dengeler açısından ne denli önemli olacağı ortaya çıktı.

Örneğin Demirtaş’ı, HDP’nin Türkiyelileşme ve muhalefet asli temsilcisi olma fikrini önemseyenler için, bu adayın alacağı her puan bir umut olarak telaffuz edilmeye ve tanımlanmaya başlandı.

Pazar gecesi ‘dananın kuyruğu kopmuş’ olacak.

Bugün eldeki ipuçlarıyla yetinelim.

Konda, Tarhan Erdem’in, güvenilir, sınanmış kamuoyu araştırma şirketi, son araştırmasını yayınladı. Buna göre Erdoğan yüzde 57, İhsanoğlu yüzde 34, Demirtaş yüzde 9 oy alacak. Hata payının artı-eksi 2,5 civarında verildiği dikkate alınırsa:

Tayyip Erdoğan yüzde 54,5 ila 59,5 arasında,

Eklemettin İhsanoğlu yüzde 31,5 ila 36,5 arasında

Selahattin Demirtaş yüzde 6,5 ila 11,5 arasında bir oy potansiyeline sahip…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Akif Emre / Seçimin Galibi 

Yarın yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin muhtemel değil, kesin sonucu şimdiden belli. Adaylar, yürütülen kampanya ve kullanılan dil Türkiye’de merkezin nereye kaydığı, bundan böyle nasıl dizayn edileceğinin ilanıydı. Yarış sadece bu yeni dönemin kimle yürütüleceğine ilişkindi –ki, kim olacak sorusunun cevabı da artık iyiden iyiye belli.

Türkiye’nin ilk kez cumhurbaşkanını halk oyuyla seçmeye karar vermesi, baştan muhafazakârlığın merkeze alınması, yahut merkezin muhafazakarların tercihini dikkate almayı içine sindireceği anlamına geliyordu. Her ne kadar bu süreç AKP iktidarının operasyonu olsa da aynı zamanda devletin yeni dönemde dinle kurduğu ilişkinin ana hatlarını çiziyordu. Devletin merkezle halk arasındaki mesafesi, daha doğrusu çelişkisi, referandum gibi bir teknik tercihe bile izin vermezken muhafazakâr kitlelerin doğrudan etkili olacağı bir cumhurbaşkanlığı seçimine kapı aralaması yeni bir statüko oluşturduğunu işaret ediyor. Türkiye’de toplumun önemli kısmının muhafazakâr-sağ değerlere yatkın olduğu göz önüne alındığında bu tercihlerin belirleyici olacağı referandumun cumhurbaşkanlığı seçimlerine rengini verecek olması, sistemin toplumsal tercihlerle barışması olarak da okunabilir.

Muhafazakârlığın merkeze kabul edilmesi Kemalist statüko için yeni bir durum. Devlet rejiminin temelleri değişmeden toplumsal uzlaşma denemesi de ancak bununla gerçekleşebilir. Bu açıdan bakıldığında son bir aylık seçim kampanyasında muhafazakâr isim, sembol ve ‘değerler’in öne çıkarılması tesadüf değil. Türkiye bir yanda muhafazakârlaşırken, daha doğrusu muhafazakârlık merkeze taşınırken, post-Kemalist döneme alışmaya çalışıyor. Post-Kemalizm Kemalizm’in bitişinden çok, onu da içeren yeni bir evreye girmeyi işaret eder. Bu anlamda muhafazakâr kitle tercihleri post-Kemalist dönemin siyasal anlamda taşıyıcı dinamizmini oluşturuyor. Yapılan seçim bu dönemin taşıyıcı aktörünün kim olacağına ilişkindir. Cumhuriyetin jakoben laikçiliğinin kurucu babası olan partinin, yani sol Kemalizm’in sağ Kemalizm’le birleşerek muhafazakâr bahçeden oy devşirme çabası merkezin renginin, baskın siyasal karakterin işaretleridir sadece…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Atilla Yayla / Piyasa, teknoloji ve su sorunu

Bütün bilimsel araştırmalar ve tahminler, insanlığın gelecekte bir su sorunuyla yaşamaya mahkûm olduğunu gösteriyor. İnsan nüfusunun istikrarlı biçimde artması, su kaynaklarının kirletilmesi ve iklim değişikliği bunun sebepleri arasında gösteriliyor. Daha şimdiden birçok ülke su sıkıntısıyla ciddi şekilde yüzleşmeye başladı. Brezilya’da Şubat ayında su karneye bağlandı. Ülkenin 11 eyaletindeki 142 kentinde yaşayan 6 milyon kişinin su kullanımı sınırlandı. Ülkenin su rezervlerindeki kullanılabilir su miktarı son 20 yılın en düşük seviyesine indi. Bu yüzden birçok yerleşim birimine dönüşümlü olarak su verilmeye başladı. Türkiye’de de bu yıl bir kuraklık yaşadığımız ve su rezervlerinin alarm verdiği malum.

Biz ortalama insanlar olarak sorunun farkına genellikle su kıtlığı yaşanan zamanlarda varıyoruz. O zaman panikliyoruz ve uçuk çözüm teorileri geliştiriyoruz. İdeolojik önyargılar gözlerini perdelemiş, düşünce melekelerini budamış olanlar, bu tür teoriler vazetmede sınır tanımıyor. Bu çerçevede, sık sık, ‘su hakkı’, ‘suyun âdil paylaşılması’, ‘su kullanımının devlet tarafından sınırlanması’, ‘su kaynaklarının piyasanın cenderesinden kurtarılıp topluma bırakılması’ gibi sloganımsı sözler işitiyoruz. Bunların hepsi hoş ama içi boş laflar. Meselâ, ‘su bir haktır ve bedava olmalıdır’ demek aslında işe yarar hiçbir şey söylememektir. Su kullanımında fiyatlandırılan sadece su değildir, hatta ondan ziyade suyun işlenmesi, depolanması, paketlenmesi ve nakledilmesidir. Suyun bedava olabilmesi için bunların da bedava olması gerekir. Bu imkânsızdır. Buna teşebbüs etmek insanlığı iyice susuz bırakacak bir süreci davet etmektir.

Su probleminin akla ve ekonomik hayatın işleyişine ters bir çözümü yoktur. Her iktisadî mal gibi su da fiyatlandırılmak zorundadır. Doğru fiyatlama doğru kullanımın ön şartıdır. Dezavantajlı kesimleri korumak üzere ilk kullanımların fiyatı daha düşük tutulabilir. Ancak, ortalama tüketimi aşan, katlayan tüketimi yüksek fiyata bağlamamak, fakirlerden zenginlere kaynak aktarmak anlamına gelir. Bu yüzden, suda müterakki fiyatlama yoluna gidilmesi gerekir. Piyasanın su malının dolaşıma ve kullanıma girmesinde de etkili olmasına izin vermek gerekir. Piyasanın nasıl başarılı olacağının en büyük delili, şişe-damacana suyunun içme suyunun ana kaynağı haline gelmesi ve bu sektörün başarıyla işlemesidir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Cem Küçük / Aydın Doğan cephesinde neler oluyor?

30 Mart öncesi yazdığım yazılara bakılırsa ne söylediysem harfi harfine çıktığı görülür. Zaten o zamanlar ben bunları yazdığımda dalga geçenler şimdi ikide bir beni arayıp yakın gelecekte neler olacağını sorup duruyorlar. 30 Mart’ın hemen öncesinde yaşanacak hezimeti gören Turgay Ciner ilk iş olarak Eski Türkiye kalıntısı genel yayın müdürü Fatih Altaylı’yı tasfiye etmişti. Ben ise Altaylı’nın Habertürk yönetiminden kovulacağını çok önceden yazmıştım. Altaylı gibilerin Yeni Türkiye’de bir konvertibilitesi kalmadı. Altaylı konvertibıl kalmak için aslında nefret ettiği Başbakan Erdoğan’a inanılmaz yalakalıklar yaptı.

Ama Yeni Türkiye’de inanmadığı halde yalakalık yapanlar değil dava adamları itibarlıdır. Altaylı’nın varlığı ile yokluğu bir artık.Yakında yaşayıp yaşamadığının bile kimse farkında olmayacak. Derya Sazak ne hale düştüyse o da aynı hale düşecek. Sazak da Başbakan’a Fehmi Koru ile beraber zamanında çok yalakalık yapmıştı. Yanlarında da şimdi paralel örgütün emrine girip kendini bitiren Eski Türkiye liberali akademisyen Mustafa Erdoğan vardı.

Fehmi Koru’nun organizasyonuyla TRT’den hamuduyla para götürdüler. TRT’den para götürürken Başbakan’a tam gaz yalakalık şimdi ise hep beraber düşmanlık yapıyorlar. İşte Eski Türkiye modeli budur… Bütün bu loser isimler kendi şahsi kibirlerinden ve kariyerlerinden başka bir şey düşünmüyorlar. Hepsi de itibarını kaybetti ve bittiler. Yarın hepsi gidip kendilerine uygun aday olan şahsi kariyerinden başka derdi olmayan İhsanoğlu’na oy verecek. İhsanoğlu da hiçbir değer ve ilkesi olmayan bir Eski Türkiye şahsiyeti. Bana göre Eski Türkiye’nin sağcısı da solcusu da liberali de İslamcısı da aynı çapsızlıktadır. Artık hepsi birden daktiloların yok oluşu gibi hayatın doğal akışı içinde bittiler…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Erdal Hoş / Yazıklar olsun Tolunay Kafkas!

İş mi şimdi senin yaptığın? Sana ve takımına düşen görev: ‘Türkiye’yi başarıyla temsil edip’ elenmekti. Peki, sen ne yaptın? Daha önce Galatasaray ve Beşiktaş’ın deplasmanda 3’er gol yediği takımı eledin. Şimdi sıradaki rakibi de geçersen ne olacak? Bu memleketin onlarca ulusal kanalından biri ‘mecburiyetten’ senin takımının grup maçlarını vermek zorunda kalacak. Ama olmaz ki bu? Senin yaptığın resmen düzen bozuculuk. Hâlbuki ne güzel elenecektin, biz de sana teselli mesajları atacaktık. Beklenen, öngörülen hatta korkarım arzu edilen buydu. Bu yüzden Rosenborg maçını hiçbir kanal vermedi. Dahası vermemesi kimsenin ağrına gitmedi. Nasıl ki ‘büyüklerle’ maç yaparken göreviniz ‘oyunu çirkinleştirmeden’ makul mağlubiyetler almak ise, ‘hasbelkader’ çıktığınız Avrupa maçlarında da sizden beklenen sisteme arıza çıkarmamanızdır.

Perşembe akşamı memleket futbolunun adil rekabet ve yarışmacı kültürden ne kadar uzak olduğunu, dahası bu uzaklığın şahıs ve kurumlarla kaim olmayıp sosyolojik bir gerçeklik olarak kurumsallaştığını bir kere daha görmüş olduk vesselam. Aynı akşam aynı rakiple herhangi bir ‘büyük’ takım gazozuna maç yapsa naklen yayınlayacak sürüyle kanal Karabükspor’un resmi maçını yayınlamaya değer bulmadı. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin aynı hadise İngiltere’de Almanya’da yaşanır mı? Bırakın canlı yayını gazete haberlerinde bile sosyolojik olarak ‘büyük’ olanın değil haber değeri taşıyanın sayfalarda yer bulduğu ülkelerin futbolunun bizden daha ileride olması tesadüf mü Allah aşkına?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Günlük polemiklerin dışında hayata bakmak mümkündür

Birkaç yıl önce bir derginin genç muhabiri “Hayattan aldığınız dersler nelerdir” diye sormuştu bana… Arşivimi gözden geçirirken o soruya verdiğim cevaplar çıktı karşıma… Bunları okurken, bugün de aynı şeyleri söyleyebileceğimi düşündüm.

Türkiye için yeni bir siyasal dönemin arifesinde bulunduğumuz bugün, günlük polemiklerin üzerine çıkmanın ve olaylara daha geniş bir açıdan bakmanın doğru olacağını düşünüyorum. “Hayattan aldığım dersler”in bu açıdan en azından genç kuşaklar için yararlı olması ihtimali vardır.

Kin, nefret önyargılar 

1- Kin ve nefret taşınması en ağır ve zor olan yüklerdir. Yaşam süremde sayısız kavgalarım oldu. Bana göre haksız uygulamaların hedefi de oldum. Ama bu kavgaların ve bana yönelmiş haksızlıkların karşıdaki taraflarına kişisel kin beslemeyi ve bunu bir kan davası biçiminde sürdürmeyi denediğimde, düşünce gücümün zayıfladığını ve hatta sağlığımın bozulduğunu gördüm. Buna karşı kişisellikleri ikinci plana atmayı başarıp, olayları düşünce düzeyine taşıdığımda, hem haklılığımı kanıtladım hem de güçlendim. 

2- Önyargılarla insanlara yaklaşmak, muhtemel gerçek arkadaşlarınızın sayısını azaltır. Bazı dönemlerde siyasal veya ideolojik karşıtlarınızı bir kalemde silip atmak, buna karşı aynı siyasal safta birlikte olduğunuz insanların kişilik zaaflarını görmezden gelmek, uzun vadede sizi yalnızlığa itebilir. Siyasal kamplaşmaların içinde bulunmak, insanların değer yargılarını çarpıtır. Gerçek dostlar ve değerli insanlar yerine sadece ülküdaşlarla hayatın geçebileceğini sanırsınız. 

Sürü güdüsünün sonuçları 

3- Düşünme ve karar verme yeteneğinizi bir sürü güdüsü ile sizin dışınızdaki bir merkeze bıraktığınız takdirde, ileride utanç duyacağınız eylemlerin sorumlusu olabilirsiniz. Okumak, öğrenmek, tartışmak, insanı diğer canlılar karşısında farklı kılan olgulardır. İnsanlık tarihindeki bütün çağ dönümlerinde, gerektiği zaman tek başına kalabilmeyi göze alan insanlar yönlendirici olmuştur. 

4- Yaptığınız işin, o anda yapmanız gereken en önemli iş olduğuna inandığınız takdirde, başarılı olma ihtimalini artırırsınız. En basitinden o anda otomobil kullanıyorsanız, en önemli işiniz, kaza yapmamak, trafik kurallarına uymak, trafikte diğer araçların da var olduğunu bilmektir. Araçtakilerle sohbet etmek, dikiz aynasına bakıp makyaj tazelemek, cep telefonu ile konuşmak, bir yarış aracının sürücüsü gibi davranmak, sizin tarafınızdan aracı kurallara uygun kullanmaktan daha önemli görülüyorsa asıl işiniz başarısızlıkla veya kazayla noktalanabilir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hümeyra Doruk / Gezi, Gazze’den daha mı medyatikti?

Medyanın tarafgir tutumu ve politik düzen ile ilişkisi ne Türkiye ne de dünya için yeni bir durum değil. Medyanın mevcut yapısı ile iktidar, güç, politika ilişkilerinin ortaya çıkardığı problemleri bir arada okumak her dönem için mümkün. Yeni olan ise artık geleneksel medyanın karşısında sıradan insanların da habercilik yapabilmesi, bilgileri doğrulama, araştırma ve medyanın kirliliği ile yüzleşmeye imkân veren araçlar medyanın yeniden sorgulanmasına yol açtı.

Yerel gündemde çeşitli örneklerle ortaya çıkan bu durum uluslararası alanda da ciddi şekilde kendini gösteriyor. Ortadoğu’da son yıllarda yaşananlar ve yüksek gerilim bunun önemli bir örneği durumunda. Batı medyasının Ortadoğu söz konusu olduğunda takındığı tavır kendi “iktidar” mekanizmalarının etkisinde sürerken, yerel haberciliğin hemen hiç yapılamadığı, Ortadoğu medyası dendiğinde akla bir tek yayın organının geldiği ortamda dünya kamuoyu Arap Baharı’nı sosyal medyadan izledi. Ortadoğu’daki sosyal medya hareketliği akademik dünyada çalışmalara konu olmasına rağmen bilgi aktarımında geleneksel medya ağırlığını korumaya devam etti.

Geleneksel Batı medyası Arap Baharı’nın devamında Esad karşıtı gösterilerin başladığı Suriye’de Esad’ın gerçekleştirdiği acımasız katliamı mezhep kavgası olarak görmeyi yeğledi. Suriye’de katliam ve dünyanın ilgisizliği sürerken ortaya IŞİD çıktı ve bu kez Irak’ta yapılan katliam medyanın kadrajına yine mezhep çatışması olarak girdi. Ortadoğu’da meselenin yalnızca katilin ya da maktulün mezhebi üzerinden okunamayacağı gerçeğine rağmen petrolün, güç savaşının ve intikam hayallerinin barışı imkânsız hale getirdiği topraklarda Batı medyası ısrarla mezhep savaşı vurgusunu devam ettirdi. İslami terörizm söylemi Batı medyasında kavramsallaştırılıp yaygınlaştırılan, tirajları arttıran bir araç olarak, farklı formalarda tekrar edilerek ve olayların içeriğine, savaşların, katliamların kendisine değil kimliğe odaklanarak bir fenomen haline geldi.

Medyanın bu yaklaşımını Türkiye’de değerlendirmek ve tartışmak elbette farklı bir atmosferde gerçekleşiyor. Ulusal medyanın savaş meydanına döndüğü Türkiye’de, Batı medyasının yakın dönemde göstermiş olduğu “Gezi” duyarlılığı akıllara geliyor. Bilindiği üzere Gezi Parkı olayları sırasında hem geleneksel medyada hem de sosyal medyada yaşanan bilgi kirliliğinin yanında CNN, BBC gibi uluslararası medya devleri Türkiye’den canlı yayınlarla olayları iç savaş gibi göstererek “yükselen Türkiye imajı”na zarar vermeye çalıştı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kayahan Uygur / CHP’nin Fethullah ‘Rabıta’sı

Merhum Uğur Mumcu’nun kitaplarını okumuş olan CHP’liler bilir.  Mumcu  ‘Rabıta’ adlı kitabının 189’uncu sayfasında Ekmeleddin İhsanoğlu ‘ndan söz eder.  Uğur Mumcu yaşasaydı İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı için ne diyecekti acaba? 

‘Rabıta’ rahmetli Mumcu’nun en çok tanınan kitabıdır. Neredeyse laik kesimin el kitabı olmuştur. Buna rağmen yeterince yorumlanmamış,  ne demek istediği vurgulanmamıştır.  Kitabın genel eğilimi laiklik konusunda aşırı hassas bir tutumu yansıtmaktadır. İslami çizgideki tüm kurum ve kuruluşları töhmet altında bırakmak için de kullanılmıştır.  Ama kitap bugün yeniden okunduğunda asıl önemi anlaşılmaktadır. Kitabın sonuç bölümündeki ana fikri ABD ve Suudi yanlısı İslami görünümlü bir yapılanmanın gelecek için tehlike oluşturduğudur. İşte bu tehlike bugün Paralel Yapı gerçekliği olarak önümüzde durmaktadır.  

1979 yılında İran İslam devrimi olmuştur. Anti emperyalist karakterde olan bu devrim ABD ve İsrail’i korkutmuştur. 12 Eylül rejimi, bu nedenle Batı yanlısı bir sözde İslami yapılanma oluşturmuştur. Uğur Mumcu, bu yapılanma içindeki isimleri açıklarken İhsanoğlu’nun yanı sıra Fethullah Gülen’den de söz etmektedir. 

Merhum Mumcu Türkiye için tehlike olarak İran’ı değil de Amerikancı yapılanmayı göstermişken neden cenaze töreninde toplanan on binler   ‘mollalar İran’a’ diye bağırtılmıştır? Neden 1990’larda laik aydınlara yönelik olarak işlenen cinayetler, İran yanlısı Selam  ve Tevhid gibi  hayali örgütler üzerine yıkılmıştır? Burada amaç Türkiye ile İran’ın arasını açmak ve  İsrail’i Türkiye’ye yerleştirmektir.  

Bilindiği gibi ABD, 1980’lerde İran’la savaşan Irak lideri Saddam’ı desteklerken, 1990’daki Kuveyt tuzağından sonra Irak’a savaş açmıştır. Bu ortamda,  bölgede İran’ın güçlenmesinden çekinen emperyal güç, Türkiye’de kumpaslar organize etmiştir.  Bu işte de başrolü tabii ki F tipi Paralel Yapılanma oynamıştır. O gün kamoyunu yanlış yönlere sevk etmek isteyen  polis şefleri  de işte bugünkü  Paralellere yönelik soruşturmaların hedefindeki isimlerdir.  

Gülen,  İran’a başından beri şiddetle karşıdır. Şiileri Müslüman olarak bile kabul etmemektedir. Nitekim Yeni Yüzyıl gazetesinde 27.07.1997 tarihinde yayınlanan bir röportajında şöyle demiştir: 

’Türkiye İran gibi olamaz, bir kere din esprisi çok farklı. Kaynaklar itibarıyla da çok farklı. Esas, imamet meselesi akideleridir. Dinin hükmüdür. Sünnilikte böyle mesele yok. Din bir değildir ki, Türkiye İran olsun. ‘ 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahmut Övür / Arkasında 14 parti var ama…

Siyaset ürütemeyenlerin nasıl bahane ürettiğini en azından 90’lardan bu yana siyaseti izleyenler yakından biliyor. Ne zaman oy kaybetseler suçu ya halkta buluyorlar ya da kendilerine benzeyen partilerin farklı aday çıkarmasında… 

Halkın bir kilo pirince, bir torba kömüre oy satmasından tutun da akla hayale gelmeyen her şey söylendi. Baktılar bu tutmadı bu kez de açık açık halkı suçladılar. “Bidon kafa” dediler, “Göbeğini kaşıyan adam” dediler ama en akıl almazını CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu söyledi: “Halk akıl tutulması yaşıyor…”

Her seçim yenilgisine bir gerekçe bulmakta en becerikli olan da CHP. Bu alışkanlığını da CHP’ye farklı siyasi görüşlerden gelip partili olanlar da kısa sürede içselleştiriyor. CHP’nin böyle bir özelliği var, içine aldığını kendine benzetiyor. Bunun son örneği çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu. Başlangıçta değilse bile İhsanoğlu şimdi bire bir CHP’nin siyaset diliyle konuşuyor. Toplumsal sorunlara yaklaşımı, dış politikaya bakışı da tam bir CHP’li gibi.

Özellikle seçim kampanyasının son günlerinde sık sık seçimin eşitsiz olduğundan, Başbakan Erdoğan’ın devlet olanaklarını kullanmasından, daha çok para toplama ihtimalinden söz etmesi ve yakınması da CHP’lileştiğinin işareti.

Bunun yenilgiye bahane aramaktan öte bir anlamı yok. Seçim tarihimizde böyle bahanelere sığınmadan seçim kazanan çok sayıda siyasi parti var. Ayrıca İhsanoğlu sık sık “Ben herkesin adayıyım” diyerek arkasındaki 14 partiyi işaret ediyor ve onunla övünüyor. Az değil 14 parti…

Peki o 14 parti neden doğru dürüst bir kampanya yürütmüyor? Bırakın para bulmayı, binalarına afiş assalar bile yeterdi. Bunu bile beceremedikleri için Başbakan Erdoğan’ın seçim kampanyasını yürüten Arter Reklam’ın Başkanı Erol Olçak, Akif Beki’nin programında şöyle diyor: 

“İhsanoğlu’nu destekleyen 14 partiden 7’sinin ülkenin 50’yi aşkın ilinde seçime katılma hakkı var. Oralarda seçime katılma hakkı varsa binaları ve örgütleri de var. Sadece bina sayısı 6 bin eder. Eğer iyi bir ekip çalışması olsaydı ve sadece o binalara İhsanoğlu afişleri asılsaydı önemli bir piar olurdu. Bizim gönüllülerimiz asıyor büyük oranda. Çalışmıyor ve strateji üretmiyorlarsa biz ne yapalım.”

Arkasına 14 partiyi dizmek kolay ama çalıştırmak zor. Tabii ortada, onları harekete geçirecek, topluma da umut verecek siyasi vizyon olmayınca iş “bahanelere” kalıyor. Sadece HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın gördüğü ilgiye, yarattığı farka bakmak bile o bahanelerin ne kadar gereksiz olduğunu gösteriyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…