Bir Romanın İzinde Foça’ya Bahar Yolculuğu

Dünya Hali
Bahar bir kez daha yola çıkmak için kışkırttı. Niyetim hafta sonunda Kemal Anadol’un 2003’te yayımlanan romanı “Büyük Ayrılık”ın peşine düşmekti. Osmanlı İmparatorluğu’nu...
EMOJİLE

Bahar bir kez daha yola çıkmak için kışkırttı. Niyetim hafta sonunda Kemal Anadol’un 2003’te yayımlanan romanı “Büyük Ayrılık”ın peşine düşmekti. Osmanlı İmparatorluğu’nun 20’nci yüzyıl başlarındaki çözülme sürecine, Ege’den tanıklıklar getiren kitapta yazar, 1900’lü yılların Foçası’nı, yöreyi öylesine güzel, içten anlatmıştı ki, gidip görmeye karar verdim.

Yola çıktığımda, pamuk pamuk bulutlar poyrazın önünde sürüklenmeye başlamıştı. Güneş, uzun bir süreden beri ortalıkta görünmemenin acısını çıkartırcasına etrafı ışığa boğmuştu.

Bir süre önce konuk olduğum Bursa’yı geride bırakıp, Balıkesir’e doğru uzanan yola koyuldum. Bir yandan çevreyi seyrediyor, bir yandan da hız göstergesini kontrol ediyordum. Çünkü bu güzergahta bol miktarda radar olduğunu biliyordum.

Balıkesir’den sonra, bahar iyice kendini belli etmeye başladı. Çiçeklerini takıp takıştıran ağaçlar, sarı çiçekli aceleci katırtırnakları doğayı süslemeye başlamıştı bile. Kayıp giden bu manzara beni, tarif edilmez bir coşkunun içine itiverdi. Ayvalık’a doğru saptığımda kendimi, çocuklardan daha tasasız ve şen hissediyordum.
“Gönül Yolu”nu aşıp, adalar körfezinin gözdesi Cunda Adası’na geçtim. Bu yöreden geçerken buraya uğramayı alışkanlık haline getirdiğim için, kendimi artık Cundalı sayıyordum.

Ege’nin sert rüzgarlarına karşı, Ayvalık’a siper olan adanın diğer ismi de “Alibey”di. Bu ad Kurtuluş Savaşı’nın komutanlarından Ali Çetinkaya’ya aitti. İşgal sırasında, topladığı gönüllülerle birlikte Yunanlara ilk kurşunu sıkan, aslen Afyonlu olan Yarbay Ali Bey’in gösterdiği kahramanlıkların anısına, Cunda’nın adı “Alibey” olarak değiştirilmişti.

Önce kimsesiz sahilde, Taş Kahve’ye oturup, demli bir çay eşliğinde Ayvalık tostu yedim. Daha sonra sessiz sokaklarda, her şeye rağmen ayakta kalmayı başarabilmiş taş evlerin arasında dolaştım durdum. Etraf öylesine huzur dolu, öylesine sakin, öylesine barışçıldı ki, savaş çığlıklarından kaçmanın keyfini çıkardım.
Cunda’ya el sallayıp, Foça’ya doğru yelken açarken, akşamı bekleyip Şeytan Sofrası’nda güneşi batıramadığıma pişman oldum.

BİR ZAMANLAR 46 MEYHANESİ VARDI

Ege denince aklıma zeytinyağlı otlarla, balıklar üşüşür. Deniz kıyılarındaki lokantaların lezzetli kokusu burnuma gelir, ağzım sulanır. Foça’da akşam olurken, kendimi kurtlar gibi acıkmış hissettim. Güneş, Karaburun’un arkasına doğru inişe geçerken, Foça sokaklarındaki gezimi sona erdirip, acele adımlarla Küçük Deniz’e bir yürüyüş tutturdum. Yemek öncesi, güneşin batışını seyrederek bir duble rakı içmek niyetindeydim. Foça’da denizin tadına bakmanın heyecanının, tüm benliğimi sarmaladığını hissediyordum.

“Celebin Yeri” limanın hemen kıyısındaydı. Kıyıya sıralanan restoranlara bakılırsa, Foça yeme-içme konusunda geçmişini inkar etmiyordu. Belgeler, “Delişmen Denizciler”in ülkesinde, 1900’lü yıllarda tam 16 tane şarap ve rakı fabrikasının bulunduğunu belirtiyordu. Yine o yıllarda kasabada 46 meyhane vardı ve hemen hepsi her gece tıklım tıklım doluyordu. O zamanki sakinlerine göre, “dünyada en güzel rakı ancak Foça’da içilebilirdi.” Tüm bunları bilip de, Foça’da denizin tadına bakmadan gitmenin enayilik olacağını düşündüm.

O saatteki tek müşteri bendim. Yaşlıca bir adam yanıma gelip, dükkanın sahibi olduğunu söyledi. Selanik’ten göç etmişti. Geldiği yıllarda celeplik yaparak para kazandığı için, restoranın adını da “Celebin Yeri” koymuştu. Patronla birlikte mutfağa girip, mezelere bir göz attım. Ege otlarının tam zamanıydı. Buz dolabının vitrininde, yeşil yeşil bana bakıyorlardı. Biraz turp otu, biraz radika, şevketi bostan, ısırgan otu istedim. Üstüne has zeytinyağı ile limon suyu gezdirmelerini tembihledim. Ahtapot salatası, kalamar ızgarayı da ihmal etmedim. Celep, barbunyanın ağdan yeni çıktığını, 3-4 tane tavaya attıracağını söyledi. Hiç itiraz etmedim. Ana yemek için, orta boy bir deniz levreği seçip masama oturdum.

EN GÜZEL KÖY

Yemekleri beklerken, limandaki balıkçı teknelerine daldım gittim. Kiminde ağlar temizleniyor, kiminde livardaki su boşaltılıyor, bir tanesinde ise akşam yemeği için hazırlık yapılıyordu. O teknedeki balıkçılar, ağlardan çıkan kısmetin bir bölümünü kendilerine ayırmışlardı. Güneş Mordoğan’ı mora boyarken, ben de ilk çatalımı ağzıma götürdüm.

Ertesi gün erkenden yola çıktım. Hava keyfini yitirmişti. Gök griye boyanmış, yağmur öncü taneciklerini göndermeye başlamıştı. Kemal Anadol’un “Büyük Ayrılık” kitabının peşindeki yolculuğum devam ediyordu. Yörenin en güzel köylerinden biri olan Kozbeyli’ye gidiyordum. İzmir yolundan tekrar Yeni Foça’ya doğru saptım. Kitapta köy şöyle anlatılıyordu:
“Kozbeyli kıyıda değildi ama Çandarlı ile Nemrut körfezleri ayağının altına serilmişti… Dağ köyü de değildi; fakat bir tepenin sırtlarına yaslanmıştı. Arkasındaki Kocakayalar sanki bir gözetleme kulesiydi!.. Buradan Çandarlı Körfezi üzerinde olan biten her şeyi izlemek mümkündü. Geceleri Şıpka Tepesi’nin ardından Midilli köyleriyle Plomori’nin ışıkları görünüyordu.”

Zeytin ormanlarının arasından kıvrıla kıvrıla tepeye vardım. Ortalık bir yerde durup, aşağıda denize doğru yem yeşil bir halı gibi uzanan Gencerlik Ovası’nı seyrettim. Daha sonra köyün yokuşlu sokaklarında dolaşmaya başladım. Ebniye ve kayrak taşlarından yapılmış iki-üç katlı evlerin, birbirlerinin manzarasını kapatmamaya özen gösterdiklerine şahit oldum. Pencerelerin dört bir yanına, çivit mavisi sürme çekildiğini, duvar diplerinin ise ebegümeci ile kaplandığını gördüm. Köyün zirvesinde, derebeyi Kuzubey’in kule evinden arda kalan yıkıntılara tırmanmayı göze alamadım.

ÇAPKINOĞLU’NUN MEYHANESİ

“Büyük Ayrılık”tan okuduğuma göre, köyün Türk ve Rum olmak üzere iki mahallesi vardı. Türklerin hane sayısı 100, Rumlar’ın ise 30 civarındaydı. Kiliseye gelmeden önce taş sütunlu bir kapıdan girilen ve taş çerçeveli iki penceresi olan tek katlı yapı, Çapkınoğlu’nun ünlü meyhanesiydi. Kitapta bu bölüm şöyle anlatılıyordu:
“Köydeki bağların ünü her yere yayılmıştı. Hem sofralık hem de şaraplık Foçakarası üzümleri, zeytinle birlikte köyün önemli gelir kaynağı idi. Çapkınoğlu müşterilerine Foçakarası şarabını sunuyordu. Yörede çok özel bir yeri olan bu meyhane herkese açık değildi. Üç Rum kızının garsonluk yaptığı binaya Türklerin girmesi biraz zordu. Onların buraya uğrayabilmesi, ya paralarının ya da güçlerinin fazla olmasına bağlıydı…”

Tahmin edebileceğiniz gibi, eski Kozbeyli’den bugüne sadece taş evler kalmıştı. Artık ne Foçakarası’ndan yapılan şarap, ne bu şarabın sunulduğu meyhaneler, ne de buraya renk katan bu köyün çocukları Rumlar vardı. Kozbeyli’yi geride bırakıp İzmir yoluna çıktığımda içimi bir hüzün kapladı.
Otoyola girmeden kıyı yoluna saptım. Çeşme’ye varmak için hiç bir acelem yoktu. Narlıbahçe, Güzelbahçe derken Urla sapağına geldim. Ünlü filozof Anaksagaros ve Nobel ödüllü şair Yorgo Seferis’in doğup büyüdüğü bu bereketli ilçeye teğet geçtim. Burayı daha geniş bir zaman diliminde ve Seferis’in dizeleri eşliğinde gezmeye karar verdim. Bir ara kıyı yolundan ayrıldım. Dere tepe aşıp, antik dönemde bölgenin askeri bakımından en önemli kenti Erythrai’ye geldim.

KORSANLAR VE KAHİNLER

Bir zamanlar savaşçılığı ile çevreyi korkutan bu kent şimdi kendi halinde, sessiz sedasız yazlıkçı bir ilçeye dönüşmüş ve Ildırı adını almıştı. Bu güzelim koylarda, bir zamanlar acımasız korsanların yelken şişirdiğini bir türlü hayal edemedim.

O zamanlar kentler askeri güçleri kadar, kahinleri ile de ünlüydü. Erythrai’nin kadın kahini Herophile’in şöhreti tüm yarımadaya yayılmıştı. O, tanrı Apollon’un kehanetlerini bildirme gücüne sahipti. Onun için de diğer kentler buradan çekinirdi. Şimdiki Ildırı’nın antik çağdaki sakinleri, oldukça heterojen bir topluluktu. Giritliler, Likyalılar, Karyalılar, Pamfilyalılar kaynaşıp bu kentin halkını oluşturmuşlardı.

Bir enginar tarlasının önünde durdum. Şimdi tam enginar zamanıydı. İstanbul’a götürmek için biraz enginar kestirecektim. İzmir’in küçük başlı, kılçıksız enginarlarına başka yerde pek rastlanmazdı. Ve lezzetine de doyum olmazdı. Kesilen 20 sap enginarı, itinayla bagaja yerleştirdim.

Şifne’ye vardığımda öğle yemeği vakti gelmişti. Yemek için seçtiğim “Ferdi’nin Yeri”, ıssız kumsala uç vermiş tipik bir balıkçı restoranıydı. Bir acele yemeği ısmarladım: Birkaç çeşit zeytinyağlı ot, salata ve deniz çipurası.

ISSIZ ÇEŞME SOKAKLARI

Yemekten sonra Ilıca’nın kilitli yazlıklarının önünden geçip, Çeşme’ye vardım. İlçenin kimsesiz, sessiz sokaklarını anlatmadan önce, John Freely’den geçmiş konusunda biraz bilgi almakta yarar gördüm: “Çeşme, Sakız Adası’na bakan haraketli bir liman ve yerleşim yeridir. Burası 6-7 Temmuz 1770’da yapılan ve Rus donanmasının Osmanlı filosunu yakıp kül etmesiyle sonuçlanan Çeşme Savaşı’nın yaşandığı yerdir. Bu savaşın kahramanı Cezayirli Palabıyık (Gazi Hasan Paşa) batan gemisinden kurtulmuş ve Rusları ertesi yıl Lemnos’ta yenmiştir. Çeşme’deki limanda, 13’üncü yüzyılın sonlarında yapılmış ve çifte sur duvarıyla çevrelenmiş bir kuleli içkalesi bulunan, harika bir Ceneviz kalesi vardır.”

Çeşme’nin yaz aylarında omuz omuza yürünen sokaklarında, bu aylarda pek kimse yoktu. Sokakların tüm yalnızlığına rağmen dükkanlar açıktı. Umutları, benim gibi zamansız gelen tek tük sürpriz ziyaretçilerdeydi.
Yaz gezginlerinin bir başka gözde mekanı Alaçatı da yalnızlığın tadını çıkartıyordu. Taş evlerin süslediği bu ara sokakları, oldum olası çok seviyordum. Buraya her gelişimde bir başka güzellikle karşılaşıyordum. Evler onarılıp otele, pansiyona, restorana, bara dönüştürülmüştü. Bahçesi siyah-beyaz taşlarla süslenmiş kahvede yorgunluk çayı içtikten sonra, sakin sokaklardan çıkıp otomobili sahile doğru sürdüm. Tahmin edileceği gibi görünürde kimsecikler yoktu. Alaçatı’nın ünlü rüzgarı, önüne katıp sürükleyecek sörf bulamadığı için boşu boşuna esip gücünü ziyan ediyordu.
Ege’de yaptığım bahar yolculuğuna noktayı koyup, ertesi gün İstanbul’a döndüm.

CUNDA’NIN YIKIK KİLİSELERİ

Adadaki kiliseler ve manastırlar, ayakta kalmakta taş evler kadar başarılı olamamışlar. İlk inşa edilen kilise Ayia Triada’nın, Bakkal Sokağı’nın sonundaki yerinde bugün bir boşluk yer alıyor. Aynı sokağın başında ise Panagia kilisesinin ayakta kalan birkaç duvarını görmek mümkün. Diğer duvarları ise 1954 yılında okul inşaatına taş temin etmek için yıkılmış. Yine adanın girişinde, sol taraftaki tepenin üstünde, sadece dört duvarı kalmış olan Ayios Yannis kilisesi görünür.
Ayios Nikolaos, Ayios Panteleiminos ve Ayios Dimitrios kiliselerinden ise geriye hiçbir şey kalmamış. Kiliselerin arasında en şanslısı, 1873’te yapılan Taksiyarhis Kilisesi. Bir zamanların görkemli kilisesi, şimdi ortadan çatlamış birkaç kolona dayanmış vaziyette duruyor. Kubbesinde geniş yarıklar oluşmuş. Duvar resimleri ise ya kazınmış ya da bir takım anlamsız yazılarla örtülmüş. 1994 yılında Kültür Bakanlığı’nın restore listesine giren kiliseye o günden beri bir çivi dahi çakılmamış.
Adanın manastırları da aynı ilgisizliğin kurbanı olmuş. Bunlardan Pateriça bölgesinde zeytin ormanların arasında saklanmış olan Ayışığı Manastırı ayakta kalmayı başarabilmiş.

Hürriyet