İstanbul’un yeraltını keşfetmeye hazır mısınız?

Çevre
Yüzyıllardır toprağın altında yatan, zaman zaman hoyratça kullanılıp büyük bir bölümü yok edilen, üstüne çok katlı binalar dikilen ama buna rağmen ayakta kalmayı başaran İstanbul’un yeraltı kent...
EMOJİLE

Yüzyıllardır toprağın altında yatan, zaman zaman hoyratça kullanılıp büyük bir bölümü yok edilen, üstüne çok katlı binalar dikilen ama buna rağmen ayakta kalmayı başaran İstanbul’un yeraltı kenti, yavaş yavaş ortaya çıkarılıyor. Büyük bir bölümü tarihi yarımadanın içinde yer alan ve çapı Roma’nın toprak altı kentinden sekiz kat büyük olan arkeolojik yapılar, yeniden insanlığın hizmetine giriyor. Anemas Zindanları, Zeyrek Sarnıcı, Nuruosmaniye Camii’nin altı, Tekfur Sarayı, Sultanahmet’teki hipodromun önemli bir bölümü, Şerefiye Sarnıcı ilk etapta açılacaklar listesinde yer alıyor. Günışığına çıkarılan yapılar sanat galerisi, kafe, sanat atölyesi ve müze olarak hizmet verecek. Projeler yapılırken, turizme kazandırılan ilk eser olan 1001 Direk Sarnıcı örnek alınıyor. İstanbul, yerin altında ve üstünde hem imparatorluklar öncesi uygarlıkların hem de üç ayrı medeniyetin izlerini taşıyor. 8500 yıllık bir yerleşik hayata tanıklık eden bu kentin altında Roma, Bizans ve Osmanlı devrinden kalma çok sayıda eser var. 

GİZLİ GEÇİTLER VE DEHLİZLER 

Medeniyetler üst üste kurulmuş. Tahta geçen her kral tarihe bir iz bırakmış. Roma kentinin aristokratları ve Osmanlı’nın paşalarıyla vezirleri de bu konuda iyi ki birbiriyle yarışmış. Kralın biri, ta Belgrad Ormanı’ndan su getirmek için toprağın altına bir insan boyunda horasan kanallar döşetmiş. Bir diğeri, toprak altında bir kilise inşa ettirmiş. Sarnıçlar gelmiş sonra ve yeraltı mezarlıkları. Dervişlerin çilehaneleri ve keşişlerin hücreleri de toprak altındaymış. Sonra savaşlar ve kuşatmalardan kurtulmak için, denize ve sur dışına açılan gizle geçitler yapılmış. Benzer geçitleri, tebdili kıyafet yapıp halkın arasına karışmak isteyen imparatorlar da kullanmış. Bu tüneller saraydaki harem ya da zifaf odasından başlayıp kentin çarşılarına kadar uzanmış. Çarşılardaki hanların altında içine 100 tane fil ya da 10 tane kervan sığacak kadar geniş binalar inşa edilmiş. Çocukluğu İstanbul’da geçen herkes o meşhur şehir efsanesini duymuştur. Hani “Yahu, Edirnekapı’dan bir tünele giriyormuşsun da sonra Sultanahmet’ten çıkıyormuşsun”, “Sultanahmet’ten tünele daldın mı, kendini Beyoğlu gecelerinin ortasında buluyormuşsun” gibi iddialar bunlar. Hatta bazıları, aynı tünellerin bizi Beyazıt’tan alıp Burgaz Adası’na kadar götürdüğünü iddia edecek kadar ileriye gidiyor. 

DEPREMLER VE YANGINLAR 

Aslında bu efsanelerin bir kısmı doğru. Bizans yapılarının bir bölümü zaten Osmanlı devrinde kullanılıyordu. Ayrıca Alman mimar ve arkeolog Wolfgang Müller-Wiener’in 1977’de kaleme aldığı İstanbul’un Tarihsel Topografyası adlı eserinde kentin altındaki değerlere işaret ediliyordu. Benim de bu konuda yaptığım bir araştırma, Kültür AŞ Yayınları tarafından 2010’da Türkçe ve İngilizce olarak Yeraltındaki İstanbul (World Beneath İstanbul) adıyla kitaplaştırıldı. Son yıllarda Marmaray ve Metro kazılarıyla birlikte özellikle tarihi yarımada, Galata ve Üsküdar’da toprak altından çok sayıda eski yapı ve bu binaları birbirine bağlayan tüneller ortaya çıkarılınca, şehrin sırlarının bir kısmı ortaya çıkmış oldu. Tabii insanlar bu yapıların nasıl olup da yerin altına çekildiğini merak ediyor. Aslında bu binaların büyük bir kısmı, ilk yapıldıklarında yerin üstündeymiş. Ama tarih boyunca İstanbul’un yakasını bırakmayan depremler kenti defalarca hallaç pamuğuna çevirmiş. Haliyle kentin topografyası da alt üst olmuş. Bir de yangınlar var. Onlar da da kentin üstünde yeni katmanlar oluşmasını sağlamış. Depremlerin ve yangınların ardından ortaya çıkan molozlar, daha önce yapılan binaların bodrumlarını ve yer tabakasının üstünü doldurmuş. Eski temeller üzerine yeni binalar inşa edilince klasik kent yapıları toprak altında kalmış. 

SULTANAHMET MEYDANI YÜKSELMİŞ 

Örneğin Sultanahmet’teki Yılanlı Sütun, Milenyum Taşı ve Dikilitaş’ın tarihsel zeminlerini bulmak için anıtların çevresinde kazılan çukurlara baktığımızda olayı daha iyi anlıyoruz. Çünkü Sultanahmet Meydanı, Konstantin zamanından günümüze kadar 5 metre yükselmiş. Balat’taki en eski yapıların temellerinin 6 metre derine kadar indiğini, giriş katlarının toprağın içinde kaybolduğunu görüyoruz. Yenikapı’da üç yıl önce ortaya çıkarılan ve geçmişi 8 bin 500 yıl öncesine uzanan ilk yerleşim alanı ise şimdiki zeminden 6.5 metre derinde yer alıyor. İstanbul’un yeraltı kentinin önemli bir parçası olan ve 150 yıl kadar toprak altında uyuyan Yerebatan Sarnıcı, 1987’de hizmete açıldı. 2005’te hizmete açılan 1001 Direk Sarnıcı da İstanbul turizmine büyük bir değer kazandırdı. Kentteki tarihi mirası restore edilerek ayağa kaldırılmak için son yıllarda çok önemli çalışmalar yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü son 10 yılda yerin üstündeki binlerce eseri ihya etti. İlgili kurumlar, yeraltında kaybolmaya yüz tutmuş kültür miraslarına da el uzattı. Böylece önümüzdeki yıldan itibaren İstanbul’un yeraltı envanterinde bulunan çok önemli eserler, yeniden insanlığın hizmetine girecek. 

ZEYREK SARNICI LİMON DEPOSUYDU

Fatih, Türkiye’deki ilçe belediyeleri içinde en fazla tarihi eseri restore ederek ayağa kaldıran belediye olarak biliniyor. Tabii bunda tarihi yarımadadaki kültür mirası envanterinin fazla olmasının da payı var. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir göreve gelir gelmez, “Tarihi Mirasımızı Koruyoruz” başlıklı bir kampanya başlattı. Ve yüzlerce yapının insanlığa kazandırılmasını sağladı. Zeyrek Sarnıcı da bunlardan biri. Sarnıç eski adı Pantokrator Manastırı olan Molla Zeyrek Camii’nin bir parçası aslında. Manastır kompleksinin su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Osmanlı çağında da bir süre sarnıç olarak hizmet vermiş. En son limon deposu olarak kullanılıyordu. Daha sonra terk edildi ve tinercilerin mekanı oldu. Mustafa Demir, burayı devraldıktan sonra tonlarca moloz ve çöp çıkardıklarını söyledi. “İstanbul da benzeri olmayan üç cephesi toprak üstünde ve iç kısmında su toplama galerileri bulunan tek sarnıç örneğidir” diyen Demir, yapıya ilk girdiklerinde eserin içinden geçirilen atık su kanallarıyla karşılaştıklarını belirterek “Maalesef bazı insanlar bir günlük çıkarı için bin yıllık binaya zarar vermekte bir beis görmemişler” dedi. Projelendirme çalışmalarında sistematik kazı çalışmaları ile birlikte yapının, kronolojik analizleri ve dönem analizine ilişkin raporlar, sanat tarihi raporları, malzeme analizi raporları yanında yapının kullanım fonksiyonuna yönelik done oluşturmak amacıyla yapı içerisinde nem ve basınç sıcaklık değerlerinin değişik mahallerden günlük ve standart saatlerde takibinin yapılarak yapı içi iklim değerleri çıkarılmış. Ve sonunda mükemmel bir onarımdan geçirilmiş. Başkan Demir, şu anda sarnıca nasıl bir fonksiyon verecekleri konusunda tereddütlü olduklarını belirterek, İstanbul turizmine hizmet edecek her türlü teklife açık olduklarını beyan etti. 

MALKOÇOĞLU FİLMLERİ ANEMAS ZİNDANLARI’NDA ÇEKİLDİ

Roma ve Bizans devrinde İstanbul tarihi yarımada sınırlarında iki önemli saray vardı. Bunlardan ilki I. Konstantin’in Sultanahmet’te kurduğu Büyük Saray. İkincisi ise 10. yüzyıldan itibaren kullanıma açılan Eğrikapı ile Ayvansaray arasında yer alan Blakhernai Sarayı. İkinci sarayın içinde, tıpkı birincide olduğu gibi büyük bir zindan da yer alıyordu. Adi suçlular, İstanbul’un çeşitli semtlerinde bulunan genel cezaevlerinde yatarlardı ama imparatorluk için büyük bir tehdit oluşturan siyasiler saray kompleksinin içinde yer alan zindanlarda gün sayarlardı. Anemas Zindanı adını işte böylesi önemli birinden, Arap asıllı bir Bizanslı komutan olan Mikhael Anemas’tan alıyor. 1107 yılında devrin imparatoruna karşı suikast girişimini planlarken yakalanan Anemas, suçunu cezasını zindandaki bir kulede çekmiş. İmparator Aleksios, Anemas’ın gözlerine mil çekilmesini emretmiş. Ama Aleksios’un kızı Prenses Anna babasına yalvararak komutanın sürmeli gözlerini kaybetmesine mani olmuş. Sonra da affedilip orduda önemli bir göreve getirilmiş. Anemas’ın dışında da çok sayıda önemli şahsiyeti ağırlamış bu zindan. İmparator I. Komnenos, İmparator İsakios ve oğlu Aleksios, veliaht Andronikos ve Sultan Murat’ın oğlu Savcı Bey bu zindanda çile çekmiş. Osmanlı devrinde zaman zaman depo olarak kullanılan zindan, 1970’lerden itibaren Malkoçoğlu, Kara Murat, Kahpe Bizans, Şahmaran gibi sinema filmlerine mekan olmuş. 

DÖRT YILLLIK RESTORASYON 

Fatih eski Belediye Başkanı Sadettin Tantan, bu zindanın restore edilerek turizme kazandırılması için bir proje hazırlattı ama görev süresi bittiği için devamı gelmedi. Daha sonra Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir tarafından restore edilecek tarihi eserler listesine alınan Anemas Zindanı, büyük bir yatırım gerektirdiği için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne devredildi. Son dört yıldır çok titiz bir restorasyondan geçen binanın içinden çıkarılan çok sayıda tarihi obje Arkeoloji Müzesi envanterine kaydedildi. 

BAHARDA HİZMETE AÇILACAK 

Binanın büyük bir bölümünün onarımı tamamlandı. Önümüzdeki yıl bahar aylarından itibaren hizmete açılması planlanıyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bu zindanın restorasyonu için öncülük etti ve ciddi bir onarım bütçesi oluşturulmasını sağladı. Eserin bir kısmı burada ömrünü tamamlayan ya da çile çeken insanların anısını yaşatmak için bir canlandırma müzesine dönüştürülecek. Klasik çağlardaki gibi halkalara geçirilen zincirlerle duvara bağlanan mahkumların canlandırılacağı bu müzede, burada yatan ünlü mahkumların balmumu heykelleri bulunacak. Kadir Topbaş, çok geniş bir alana yayılan Anemas Zindanları’nın bir kısmının sanat atölyelerine dönüştürülmesini planladıklarını söyledi. 

NURUOSMANİYE’NİN ALTINDAN BİR SERVET ÇIKTI

Nuruosmaniye, Osmanlı mimari geleneği içinde çok önemli bir virajı oluşturan bir barok eser olarak bilinir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu eserin restorasyonu için hayli yüklü bir bütçe ayırdı. Ama ilk etapta planlanan bütçe, caminin restorasyonunu karşılamadı. Çünkü eserin altından cami alanı büyüklüğünde olağanüstü güzel bir yapı ortaya çıktı. Caminin altına inen arkeologlar şaşkınlık içinde kaldı. O ana kadar hiç kimsenin bilmediği, 2 bin 42 metrekare büyüklüğünde bir yapıya ulaşıldı.12 odalı 19 bölmeli bu eserin içinde halen çalışır vaziyette olan bir kuyuya da rastlandı. 2014’te restorasyonu tamamlanacak olan eserin müze olarak değerlendirilmesi planlanıyor. 

KAŞIKÇI ELMASI TEKFUR SARAYI’NDA

Tekfur Sarayı da tıpkı Anemas gibi büyük Blaknernai saray kompleksinin bir parçası. Bu kompleks içinde ayakta kalmayı başarabilen tek saray. Tekfur kelimesi Avrupa’daki kont, dük, lord gibi unvanların Bizans versiyonu. Aynı zamanda Bizans valileri için kullanılan bir san. Bu saray parçası hakkında ayrıntılı bir tarihsel bilgiye sahip olunmadığı için hangi aristokrat tarafından kaç yılında kurulduğuna dair malumata sahip değiliz. Bazı kaynaklar 11. Yüzyıl, bazıları ise 14. yüzyılda kurulduğunu savunuyor. Osmanlı devrinde ise burası ilk olarak 1492’de Endülüs’ten getirilen Yahudiler için toplu yerleşim alanına dönüştürülüyor. Mimar Sinan devrinde uzaktan gelen çinilerin nakli sorun olunca İznik’ten getirilen ustalarla bu sarayın içinde bir çinihane kuruluyor. İznik çinilerinden sonra en hatırı sayılır çiniler burada üretiliyor. Bu işlevini birkaç asır sürdürüyor. Bir ara hayvanat bahçesi olarak işlev görüyor. Meşhur Kaşıkçı Elması da bu sarayın içinde ortaya çıkarılıyor. Sarayın hemen altından Balat’a uzanan yolun şimdiki ismi Şişhane Caddesi, eski adı ise Şişehane Caddesi. Çünkü Tekfur Sarayı, 19. yüzyılda cam ve cam ürünleri imalathanesi olarak kullanılıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından üç yıldır restorasyonu sürdürülen eserin bitmesine çok az kaldı. Ana bina restore edilirken bahçe içinden cam ve çini ocakları ortaya çıkarıldı. Bu ocaklar da aslına uygun olarak onarıldıktan sonra ziyaretçilere açılacak. İstanbul, Murano’dan başlayıp Kırım’daki Bahçesaray’a uzanan cam ustalığının en önemli halkalarından biri. Arkeoloji müzesinde ve saraylarda hem Bizans, hem de Osmanlı devrine ait çok sayıda cam eser var. Bu eserlerin büyük bir bölümü de sarayların ve müzenin altındaki depolarda öylece yatıp duruyor. İstanbul’un kültür ve turizm çevreleri yıllardır, bu eserlerin sergileneceği bir müzeye ihtiyaç olduğunu dillendiriyor. Ve Tekfur Sarayı’nın da bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu ifade ediyorlar. Kadir Topbaş da bu fikre yakın duruyor. Bakalım onarım sonrasında Tekfur Sarayı’na nasıl bir fonksiyon verilecek. 

1001 DİREK SARNICI ÖRNEK BİR MODEL

Yerebatan Sarnıcı bilindiği için bu yazıda ondan söz etmeyeceğiz. Ama Yerebatan’dan sonra İstanbul’un ikinci büyük su haznesi olan 1001 Direk Sarnıcı’ndan hem tarihi özelliği hem de örnek bir kullanım modeli olduğu için övgüyle bahsedeceğiz. Bizans kaynaklarına göre 4. yüzyılda Roma senatosunun üyelerinden Filoksenus’un sarayının su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Osmanlı devrinde de bir süre sarnıç olarak kullanılmış, daha sonra da ipek iplik bükme atölyesine dönüştürülmüş. 19. yüzyılda terk edilen yapının içine yıllar boyunca çevredeki çöpler ve molozlar dökülmüş. 2002’de restorasyonuna başlanan binadan yüzlerce kamyon dolusu moloz çıkarıldı. Onarımı bittikten sonra da işletmesi Dom Turizm Şirketi’ne devredildi. Dünyadaki turizm trendlerini yakından takip eden bu şirketin yöneticileri kısa zamanda bu tarihi eseri dünya çapında bir işletmeye dönüştürdü. Çok sayıda Avrupalı ve Amerikalı zenginin düğünleri burada yapıldı, çok önemli kongre ve davetler için büyüleyici bir mekan oldu. Büyük çaplı fotoğraf ve maket sergilerine ev sahipliği yaptı. Mekanın doğru kullanımı açısından İstanbul’a bir örnek oluşturdu. İşletmenin sloganı ise “Şehir saklar, siz keşfedin…” 

Sabah